22 Kasım 2013 Cuma

Muktedirin Ahlakı… Ancak İğneyi de Kendimize Batıralım…

Ferhan Umruk

“Kadın hareketinin ve LGBT üyelerinin mücadeleleriyle HDP’nin program ve tüzüğe yansımış özgürlükçü maddeleri ,alttan ‘Halkımızın değerlerine dikkat edeceğiz… Özel, hayat siyasi mücadeleye tabi olmalıdır::: gibi’ söylemlerle, örgüt fetişizmini rehber edinen ve yerleşik iki yüzlü ahlakın bilinçli veya bilinçsiz muhafızları rolünü üstlenenler tarafından tahrip edilebilir.”
Güncel mesele haline dönüştürülen bir sorunla karşıyayız. Başbakan Erdoğan her zaman olduğu gibi gündem maddesini belirleyerek toplumun ahlak meselesini baş köşeye oturttu.
ahlak
Erdoğan, öğrencilerin kızlı erkekli aynı evlerde kalmasına tepki göstererek, şunları söylemişti:”Kişilerin müstakil evlerinde bir farklı kız bir farklı genç aynı evde kalması ne denli uygun olabilir? Siz kızınıza bunu hoşgörüyle karşılayabiliyor musunuz? Siz uygun buluyorsanız size hayırlı olsun. Eğer bir yasal düzenleme gerekiyorsa biz yasal düzenlemeyi yaparız. Valiliklerin yapması gerekiyorsa bunu yaparız”

Erdoğan’ın söylediklerini emir telakki eden bir kısım vali hemen harekete geçerek, öğrenci evlerini tespit edip, fişleme ve kabahatler kanunu uygulayarak para cezası kesmeye başladı. Kendi tanımıyla ‘Muhafazakar-Demokrat’ bir hükümet olduğunu ifade eden Erdoğan, bu tutumuyla toplumsal fay hattı olarak siyasi yarılmaya sebep olan ‘yaşam tarzı’ savaşını hem kızıştırdı hem de bu fay hattını yaratan siyasi aktör olduğunu ispat etti.
Yaşam tarzının laik ve İslamcı algısı, siyasi atmosferin aktüel yarığı niteliğini koruduğunu bir kez daha ispatlamış oldu. Ancak laik kutbun temsilciliğini üstlenen CHP, konu öğrenci evleri olduğunda yerleşik ahlakın çemberi içerisinde bir tutum belirledi. Kemal Kılıçdaroğlu özel hayata devlet müdahalesinin yersizliğinden değil, yurt yetersizliği kaynaklı sorundan ve elbette kızlı-erkekli evleri desteklemeyeceklerini şöyle dile getirdi:
Erdoğan’ın Meclis’te ezberi bozuldu; başörtüsü dolayısıyla. Bir boşluk doğdu onun hayatında ve lafı buraya getirdi. Burada da bir tuzak hazırladı. Sözde kendisine göre, ‘CHP kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde kalmalarını destekliyor.’ Niye destekleyelim? Kız öğrenciler kendi evlerinde kalıyorlar, erkek öğrenciler bir araya geliyorlar kendi evlerinde kalıyorlar. Soru bu çocukları niye bu evlere mahkum ediyoruz biz. 1 yılda çözülemeyen bir sorunumuz var.”
Erdoğan’ın siyasetin gündem maddesi haline getirdiği öğrenci evleri tartışması sistem partileri bakımından laik veya dinci farklı zihin dünyalarına sahip olsalar da, sorun kadın üzerinde odaklandığında iki yüzlü yerleşik ahlak zihniyeti onları da ortaklaştırıyor.
Özel yaşama müdahale fütursuzluğunun kalkış noktası elbette, evlilik kurumuna dahil olup aile kurmadan birarada yaşayan erkeklerin namusunu korumak için değil. Kalkış noktası, her ne biçimde olursa olsun kadının kendi bedeni üzerindeki irade hakkını reddederek güya onun namusunu korumak.
Kadının iradesini hiçe sayan ve onu, pre-kapitalist ahlak değerlerini devralarak görünürde namusun simgesi haline dönüştüren burjuvazi, erkek egemen ideolojinin taşıyıcısı oldu. Kuşkusuz kadın üzerinde hegemonyanın sürdürülmesi için erkeğin heteroseksülliğini de muhafaza etmek gerekecektir. Bu bakımdan eşcinselliği yok etmek en azından görünür olmaktan çıkarmak belli başlı amaç olur.
Muktedirlerin ahlakının ikiyüzlülüğü sadece şu örnekle bile ispatlanabilir. Herkesin bildiği bır sır olan Zeki Müren’in eşcinsel oluşu, kendisini açıkça beyan etmediğinden, hoş karşılanmış, hatta ‘Paşa’ lakabı onun ayrılmaz parçası olmuştur. Bu zımni anlaşmanın, onun vasiyetiyle, varlığını Mehmetçik Vakfına bağışlamasıyla taçlandığını hatırlıyoruz. Buna karşın eşcinsel olduğunu açıkça beyan edip daha sonra cinsiyet değişikliğiyle kadın olan Bülent Ersoy 12 Eylül’ün Atatürkçü generalleri tarafından aforoz edilerek., mesleğini icra etmesi yasaklanmıştı.
Burjuva ahlakı, olgunun gerçeğini değil, yalanını tercih eder. Bunu da şundan yapar kapitalist üretimin en küçük birimi olarak ailenin varlığını sürdürmesi, sistemin varolması için gereklidir. Marx- Engels Alman ideolojisinde aile kurumunun kapitalist sistem bakımından rolünü şöyle ifade ederler:Çapkın burjuva evliliğe yan çizer ve gizlice zina eder; tacir mülkiyet kurumuna yan çizer, spekülasyon, dolaylı iflas yoluyla başkalarını mülkiyetlerinden eder – genç burjuva kendisini ailesinden bağımsızlaştırır, elinden gelirse, kendisi için pratik olarak aileyi dağıtır; ama evlilik, mülkiyet, aile, teorik olarak, dokunulmadan kalır; çünkü onlar, pratik olarak, burjuvazinin üzerlerine egemenliğini kurduğu temellerdir; Burjuva ahlakının ikiyüzlülüğünün mükemmel bir tarifidir bu.
Burjuvazi hakikatte geçmişin duygular dünyasından tamamen kopmuştur, artık dünyanın tek yükselen değeri paradır. Bunu yaparken, insanın bütün özel ve sosyal ilişkilerinin temel saikini de paranın odağına oturtur. Gerçek budur, ama bu gerçeği örten bir şalda gereklidir elbette, o şal ikiyüzlü ahlakın ta kendisidir. Yine onlar Komünist Manifesto’da derler ki:” BURJUVAZİ, egemen olduğu yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkileri yok etti. İnsanı doğal üstlerine (Vorgesetzte) bağlayan çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, duygusuz “nakit ödemeden” başka hiçbir bağ bırakmadı. Sofuca bağnazlığın; şövalyece coşkunun, dar kafalıca hüznün kutsal ürpermelerini bencil hesabın buz gibi soğuk sularında boğdu. Kişisel vakarı değişim-değerine indirgedi ve benimsenmiş ve kazanılmış sayısız özgürlüklerin yerine vicdansız bir ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve politik kuruntularla peçelenmiş sömürünün yerine açık, utanmaz, dolaysız, amansız sömürüyü koydu. Burjuvazi şimdiye kadar sayılan ve sofuca bir korkuyla bakılan bütün uğraşları kutsal görünüşlerinden [sayfa 134] soydu. Hekimi, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını, kendi ücretli işçileri haline getirdi.
Burjuvazi aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal peçesini yırttı ve onu katışıksız para ilişkisine döndürdü.”

Burjuvazi egemen sınıf olarak bu ikiyüzlü değerler silsilesiyle, tüm halkın ideolojisini şekillendirerek hegemonyasını kurar. Marksistler toplumların belirli evrelerinde oluşmuş olan üst yapı kurumları olan hukukun, kültürün, ahlakın o evredeki üretim ilişkisi üzerinde temellendiği anlayışına sahiptir. Toplum nezdinde dün doğru olan bugün yanlıştır veya dün yanlış olan bugün doğrudur. Değişimin kendisinin temel faktör olarak belirlendiği bir dünya görüşüdür Marksizm.
Konumuz olan Erdoğan’ın öğrenci evleri bahsiyle aile kurumunu bir kez daha kutsallaştırarak yaptığı müdahale siyasi temsilcisi olduğu burjuvazinin ihtiyaçlarıyla örtüşmektedir.
Burjuvazinin bütün topluma mal ettiği değerlerin söylemiyle, gerçeğinin açı farkını ortaya koyduktan sonra sistem muhalifi olanların da iğneyi kendilerine batırması gerektiğini hatırlatalım.
Kendilerini kapitalist sistemin tüm kurumlarına muhalif olarak konumlandıran bütün (sosyalist, anarşist, çevreci…) siyasi akımların taşıyıcıları da, nihayetin de içinde bulundukları toplumun yerleşik değerlerinden etkilenirler. Hatta bu yerleşik değerlerin üzerinden siyasi örgütsel kazanım yollarını arayıp, güya kurnazca taktikleriyle günlük kazanımlar da elde edebilirler. Aslında böyle bir tarz sonucu elde edilen zaferler, Pirus zaferinden başka hiçbir şey değildir. Elde edildiği sanılan kazanımlarla sistemin bir parçası payandası olmanın yolu açılır.
Bu bakımdan çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi de kendimize batırarak tarihsel zaafların yarattığı yıkımlardan ders çıkarmak elzemdir.
Sosyalist hareketin burjuva değerleri ile hesaplaşmasının nirengi noktası şüphesiz 1917 Ekim devrimidir. Kısa ömürlü Paris Komünü deneyiminden sonra Ekim Devrimi ,insanlık tarihinde sosyal, kültürel her türlü eşitsizliğin kaldırılması için alt sınıfların attığı tarihi bir adımdır. Bu tarihi adımın, eşitsizliği yok etmek için izlediği ekonomik tedbirler yanında , cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldıracak tedbirleri de derhal uygulamaya sokması niteliksel özelliğidir.
Ekim Devrimiyle birlikte, burjuvazinin iki yüzlü ahlakıyla , aile kurumunu yüceltip, kadın üzerinden gerçekleştirdiği cinsiyet ayrımcılığının yasalardaki varlığına son verildi.
* Kadınlara kürtaj hakkı tanındı.
  • Kadın ve erkek evlilikte eşit duruma getirildi, Kadın ve erkek ayrılmak isterse hemen ayrılabilirdi. Zina suç olmaktan çıkarıldı.
  • Eşcinsellik bir suç olmaktan çıkarıldı.
  • Çocuklar meşru ve gayrımeşru olmaktan çıkarıldı.
  • Kadın ve erkek işçiler arasında kadın aleyhine olan eşitsizlikler kaldırılarak, hak eşitliği sağlandı.
Günümüzden bir asır önce Rusya gibi sosyo-kültürel olarak, hem o günün dünyası bakımından, hem de bugünün dünyası bakımından geri olan bir ülkede devrim, bütün bu eşitsizlikleri, ayrımcılıkları bir anda yasal olarak yerle bir etmişti. Şimdilerde revaçta olan post-modernizmin ‘büyük anlatıların sonu’ diyerek itibarsızlaştırmaya yöneldiği sosyalizm, günümüz dünyasında kürtajı yasaklayarak kadın üzerinde,uygulanan baskılara, eşcinsellerin üzerinde uygulanan baskılara dur diyerek, özgürleşmenin kapısını açmıştı.
Lenin yasalarda yapılan bu muazzam değişikliğin önemini belirtirken toplumun bunu içselleştirmesi sorununun elbette farkındaydı. Şunları söylüyordu:
Elbette, yasalar yalnız başlarına yetmez, ve yalnız kararnamelerle asla yetinmiyoruz. Ama, yasama alanında, kadını erkekle eşitleştirmek için yapabileceğimiz her şeyi yaptık, ve bundan haklı olarak övünç duyabiliriz. Sovyet Rusya’da kadının durumu şimdi öyledir ki, en ileri devletlerin görüş noktasından bile idealdir. Ama bunun doğallıkla ancak başlangıç olduğunu biliyoruz.”
Bir asır önce insanın özgürlüğü yönünde atılan bu muazzam atılım, ve Lenin’in deyimiyle ‘başlangıç’ varlığını dünya devriminin gerçekleşeceğine bağlamış Ekim Devrimi’nin yalnız kalması ve devrimin geri çekilişiyle birlikte , geri bilincin adım adım egemen olmasıyla geriye düşmeye başladı. Dünya devrimi perspektifi yerini Stalin’in ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisine bırakarak milliyetçi dar görüşlülüğün hakim olmasına sebep oldu.
Sırasıyla aile yüceltildi, kürtaj yasaklandı, 1933-34′te yeniden suç kapsamına alınan eşcinseller baskıya maruz kaldı, kadın ev işlerine hapsoldu. Kadının üzerinden namus kavramı yüceltildi.
Bu hakikat, dünya sosyalist hareketi tarihinin özgürlüklerle alakalı dalgalı seyrini ortaya koyar. Elbette sahip çıkılması gereken 1917 Ekim Devrimi’nin özgürlük atılımıdır. Ama genel olarak sosyalist hareket değerlendirildiğinde sahip çıkılan hangisi olmuştur? 1917 Ekim Devrimi’nin özgürlükçü atılımı mı? Yoksa Devrimin geri çekilişinin önderliğini yapan Stalinizmin baskıcı anlayışı mı?
Bu soruya verilecek doğru cevap, yaşadığımız topraklardaki sosyalist hareketin, büyük ölçüde Stalinizmin etkisi altında kalarak gelişmesinden ötürü, yerleşik ahlakın çemberi içerisinde bir zihniyet dünyasında sıkışıp kalarak özgürlükçü dünya görüşünden uzak bir tutum içerisine sürüklenmiş olduğu gerçeğidir. Zaten kadını cinsiyetsizleştiren ‘bacı’ kavramı, merkez komitelerinin kararlarıyla yapılan devrim nikahları bu baskıcı zihniyetin sembolik örnekleridir. Denebilir ki bu örnekler 1970′lerin sosyalist hareketinin niteliksel özellikleriydi, günümüzde bu söylemler geride bırakıldı, aşıldı.
Gerçekten de 1990′larda ki feminist hareketin yükselişi ,özellikle sosyalist hareketi etkiledi, baskın olan erkek egemen ideolojiyi geriletti. Aynı şekilde yakın dönemde eşcinsellerin görünür olarak yürüttükleri mücadele de sosyalist harekette, Kürt hareketinde etkisini gösterdi.
Günümüzde bunun en somut belirtisi, Halkların Demokratik Kongresi sürecinden doğan Halkların Demokratik Partisi’nde kadınların da LGBT üyelerinin de aktif olarak yer almaları uygulanan kotalar vasıtasıyla yönetim organlarında temsil edilmeleridir. Yerleşik ahlakın ötekileştirdiklerinin örgütsel yapı içerisinde elde ettikleri kazanımlar aynı zamanda partinin programına da yansımış bulunuyor.
Parti programında kadınlarla ilgili maddede belirtilen”Kadınların bedenlerinin ve cinselliklerinin denetlenmesine ve kadınlar üzerinde erkeklerin tahakküm kurmak için sistematik bir şekilde yürüttüğü devlet ve erkek şiddetinin her biçimine karşı mücadele eden Partimiz…” erkek egemen ideolojiyle bağını koparttığını ilan ediyor. Kadının cinselliğini ‘Ahlak’ söylemiyle denetim altına alma girişimine karşı duruyor.
LGBT bireyler maddesinde de “Partimiz, heteroseksizmi bir tür ırkçılık olarak görür. Lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüellerin (LGBT) maruz kaldıkları homofobi ve tarnsfobi temelli ayrımcılığa ve şiddete karşı mücadele eder…” hiçbir sistem partisinde yer almayan özgürlükçü anlayışı açıkça ilan ediyor.
Kürt hareketiyle sosyalist hareketin ve baskıya maruz kalanların oluşturduğu HDP örgütsel işleyişte uyguladığı pozitif ayrımcılık ve programında yer alan özgürlükçü maddelerle yerleşik ahlakın ikiyüzlülüğüyle açıkça hesaplaşmasından dolayı siyasi bakımdan bir niteliksel değişimi temsil etmektedir. Bu değişim hem sosyalistler hem de Kürt hareketi bakımından muazzam bir atılım olarak değerlendirmeyi haketmektedir.
HDP’nin program ve tüzük’le yaptığı bu niteliksel sıçrama, üyelerinin ağırlığını oluşturduğu geçmişin Stalinist baskıcı zihniyetiyle malul olanlar ve yerleşik ahlakın zihniyetinin baskılarıyla etkilenmiş yeni kadrolar tarfından içselleştirilebilmiş midir? Lenin’in ‘yasalar yalnız başına yetmez..bu yalnızca başlangıç’ saptaması HDP süreci için de geçerlidir.
Kadın hareketinin ve LGBT üyelerinin mücadeleleriyle HDP’nin program ve tüzüğe yansımış özgürlükçü maddeleri ,alttan ‘Halkımızın değerlerine dikkat edeceğiz… Özel, hayat siyasi mücadeleye tabi olmalıdır::: gibi’ söylemlerle, örgüt fetişizmini rehber edinen ve yerleşik iki yüzlü ahlakın bilinçli veya bilinçsiz muhafızları rolünü üstlenenler tarafından tahrip edilebilir.
Böyle bir tehlike mümkündür, çünkü, açıklıkla ifade edelim partinin sosyolojisi, partinin, program ve tüzüğünün bir ciladan ibaret kalması ihtimaline kapı açmaktadır. Cilayı kazıdığınızda altından çıkan geri bilinçle yüzyüze kalmaktan kaçınarak bu gerçeği yok saymak mı tercih edilecek, yoksa öncelikle kendi evinin önünü temizlemek mi gerekecek? 

Hiç yorum yok: