22 Kasım 2013 Cuma

Cumhuriyeti Kutlayalım, Ama Sorgulamayı da Unutmadan!

Erdoğan Aydın

82 yaşını deviren Cumhuriyet’in kutlanması, tarihsel olarak küçümsenemez bir önem taşıyor. Çünkü o herhangi bir devlet kuruluşundan farklı olarak, bir çağ dönümünü ve gerici statükoyu parçalayan burjuva devrimci bir dönüşümü ifade ediyor. Çünkü Osmanlının monarşik yapısından cumhuri yönetime, görece teokratik yapısından laikliğe geçişin uygulamasıdır Cumhuriyet.
cumhuriyet
Bu kadar da değil; emperyalist tahakküm ve işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesiyle oluşmasının yanı sıra, çağdaş medeniyeti hedef alan büyük bir atılım hamlesi olarak şekillenmesi de, onun tarihsel değerini arttıran bir diğer özelliğini oluşturuyor.

Bütün bunlar cumhuriyetin tarihsel önemdeki erdemleri olarak kutlanması ve sahiplenilmesini gerektirmektedir. Bu noktada tartışmamız gereken sorun alanlarından biri, onun bugün anladığımız anlamda ‘demokratik’ bir çizgide kurulup kurulamayacağıdır.
Türkiye’de Cumhuriyet, kuşkusuz zorlamalarla gerçekleşmiştir ve bu gerçekten hareketle, onun “demokrasiye karşıt” kimi yöntemlerle kurulduğu gibi liberal ve ‘İslamcı-liberal’ eleştirilerle karşılaşabilmekteyiz. Bu eleştirinin özsel muhtevası, hem kavramlara hem de o zamanın gerçekliği açısından kafa karışıklığıdır. Hemen anımsatmalıyım ki, böylesi Jakoben bir zorlama olmadan ne cumhuriyet ne de laiklik kurulamazdı ve onların kurulması zamanın gerçekliği açısından demokratik bir anlam taşımaktadır. Çünkü Hilafet ve monarşinin toplumsal hegemonyası bizzat Kurtuluş Savaşı ve Büyük Millet Meclisi içinde de egemendi. Bırakalım demokrasiyi bu dönemde cumhuriyet ve laiklik için dönüştürücü bir talep söz konusu değildi. Bu ise devrimci bir zoru, yani cumhuriyet ve laikliğin o günkü mevcuda rağmen zorla gerçekleşmesinin burjuva demokratik anlamını en küçük anlamda gölgeleyen bir şey değildir. Kaldı ki demokrasinin, sonraki dönemde kazandığı anlamından farkla o günün koşullarında cumhuriyetten farkı, sadece çok partililikten ibaretti.
Yine liberal bir bakış açısıyla yanlış eleştiriye tabi tutulan sorunlardan biri de “egemenlik kayıtsız şartsız millette” olup olmadığıydı. Kuşkusuz bu slogan meclise dikildiğinde durum böyle değildi. Ama o dönemde asıl sorun böylesi bir sloganın tepesine dikildiği bir meclisi yönetimin asli merkezi yapmaktı. Padişahlığın ve Hilafetin kaldırılması sürecindeki gerçekler, söz konusu sloganın o meclisin ortalamasının ne denli ilerisinde devrimci demokratik bir belirleme olduğunu göstermeye yeter. Bu anlamda cumhuriyetin kurucu iradesinin bugünkü anlamda demokratik olup olmadığı üzerinden sorgulamak demagoji değilse cahilliktir. Anımsanmalı ki, bugün Kemalizmi bu mantıkla eleştirenler, o gün hilafet ve monarşinin parçasıydılar. Dolayısıyla egemenliği halkın kılabilmek süreci böylelerinin fiili güçleri ve düşünsel hegemonyalarının kırılmasından geçiyordu.
Özetle Cumhuriyet, ilan edildiği dönemdeki varlığıyla devrimci ve demokratik bir anlam taşıyordu. Çünkü cumhuriyet, insanların seçimle kendi kaderleri üzerinde hak sahibi olmaları, kayıtsız şartsız uymakla yükümlü tebaalar olmaktan çıkıp, hak ve özgürlükleriyle tanımlanan yurttaşlar haline getirilmesidir. Kuşkusuz bunun ilanı ile bunların gerçekleşmesi farklı süreçlerdir ve dünyanın tüm deneylerinde de farklı olmuştur. Ancak işaret ettiğim gibi salt ilanı bile başlıbaşına devrimci ve demokratik bir anlam taşımaktadır. Üstelik Türkiye’de bu bağlamda Cumhuriyet’in, bir toplumsal temeli olmadan, sanayileşme, ulusal bilinç vb. koşullarda yoksun ilan edildiği ve her ileri atılımında da ciddi bir İslamcı dirençle karşılaştığı gerçeği, liberal ve İslamcı versiyonlarından farkla gerçek demokratların, bu dönemdeki Jakoben iradeyi savunmalarını gerektirmektedir. Esasen bilimsel bir soğukkanlılık ve nesnellikle, böylesi Jakoben bir tutum olmadan, o koşullarda cumhuriyetin de laikliğin de gerçekleşemeyeceğini teslim etmek durumundayız.
***
Bu anlamda Cumhuriyet karşısındaki sosyalist tutum, küreselleşme ve solun yenilgisiyle hegemonik bir güç elde eden liberallerden de, halk nezdinde önemli bir inisiyatif kazanan İslamcılardan da ayrılmak zorunda. Cumhuriyet, gerek tarihsel gerekse de siyasal düzlemde savunulmayı gerektiren değerleri içerdiği, kendini önceleyen döneme oranla ciddi bir tarihsel ilerleme, burjuva demokratik devrim atılımı olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla onun aştığı (hilafet, monarşi, işbirlikçilik gibi) değerler adına veya onlarla uzlaşan liberal perspektiflerle eleştirilmekten kaçınılmalı. Ama buna karşın onu aşan demokrasi, sosyal devlet, laiklik ve çağdaş hukuk gibi değerler adına mutlaka eleştirmek ve aşmak durumundayız.
Nitekim 82 yıllık bu oldukça uzun yaşında bile tanık olmaya devam ettiğimiz uygulamalar, Onun sadece kutlanılarak, marş söylenilerek sahiplenilemeyeceğini, demokratikleşmesini engelleyen yapısal sorunlarıyla da ciddi anlamda yüzleşmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu açıdan baktığımızda, Cumhuriyet’i, kendini devrimci nitelikle sürdürebilmesini engelleyecek bir dizi temel noktada ciddi anlamda sorgulamalıyız.
Bunlardan birincisi, daha Kurtuluş Savaşı günlerinden başlayarak denetim dışı fikir ve örgütlenmeleri bastıran bir politika izlemiş olmasıdır. Bu politikanın öncelikli mağduru ise, Sovyetlerden yardım alırken Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası başta olmak üzere sosyalistlere karşı izlenen tasfiyeci tutumdur. Bunu işçilerin sendikal kazanımlarının tasfiyesi izleyecek ve Cumhuriyet sola karşı bir tutumda kemikleşecektir.
İkinci sorun alanı “Köylünün milletin efendisi olacağı” sözüdür ki, toprak reformu yapılmayarak, Köy Enstitüleri sürdürülmeyerek, dahası milli burjuvazi yaratmak için halkın sosyal güvencelerden yoksun çok ağır bir sömürü altına alınarak cumhuriyete yabancılaştırılmasıdır.
Üçüncü sorun alanı ise demokratikleşmesinin ve laikleşmesinin de gereği olarak “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirilme” sözünde yaşanacaktı ki, her şeyin yukarıdan ve burjuva çıkarlar doğrultusunda belirlendiği bir devlet konsepti içinde bu ideal de eriyip gidecekti. Cumhuriyet ilk önce, üstelik en önemli dayanağı olabilecek olan solu ve emek hareketini yok etti. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kütle” haline getirmek çabasıyla toplum, tektipeştirme kalıbına döküldü. Bu kapsamda sınıfsal örgütlenme, hak talebi ortadan kaldırılacağı gibi, farklı inanç ve farklı kimlikler de kendileri olarak yaşama hakkına sahip olamayacaktı. Sınıflı gerçeğe ‘sınıfsız’ kılıfı, imtiyazlı gerçeğe ‘imtiyazsız’ kılıfı geçirmek, zamanla reddedilemez şekilde görüleceği gibi, korkunç imtiyazlar ve ağır bir sömürü ortamı yaratacaktı; bu eşitsizlikler ortamındaki kaynaşma da, ancak korkuyla sağlanabilecekti ki; halkın bu duruma karşı tepkisi, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka ve Demokrat Parti örneklerinde de görüleceği gibi “yılana sarılma” olacaktı.
Bu gelenek sadece Osmanlıcı, Hilafetçi gerici muhaliflerini değil, devrimci muhaliflerini, hak talebinde bulunan emekçilerini de baskı altına aldığından, her türden muhalifin ‘hain’ ilan edilip hapis tehditleriyle yaşatıldığı bir gelenek oluşacaktı. Bu gelenek üzerinden sermaye ve toprak sahiplerinin emperyalizmle birlikte egemen olması sonrasında ise demokrasi iyice olanaksızlaşacaktı. Bugün 82. yılındaki tablo ise umut kırıcıdır. Gelinen noktada gençlerine işkence edip, çocuklarını kurşuna dizebilen faillerin adaletten kaçırılabildiği, yasal hak kullanımlarının linç uygulamalarıyla karşılanabildiği, yani hukuk devleti olmanın uzağında bir gerçeklikle karşı karşıyayız. AB zoruyla demokratik revizyondan geçirdiği Ceza Yasasının 301. Madde örneğinde görüldüğü gibi, bir ırk olarak Türklüğün savunusunu ağır hapis tehdidiyle yasalaştıracak denli ırkçı bir milliyetçiliğe karşın, tasada kıvançta ortak yurttaşları Kürtlerin asimilasyonunu resmi bir inatla sürdürmesi de, demokrasi ve hukuk devletinden, dolayısıyla çağdaş medeniyetten ne denli uzağa düştüğünü gösteriyor. Bunun yanı sıra, yurttaşlarının bir kesiminin inancını anayasal korumayla kendine resmi inanç seçer, zorunlu din dersi ve Diyanet’le desteklerken, başka inançlara sahip yurttaşlarına karşı misyonerce yaklaşması, onun aynı zamanda gerçek bir laikliğin de uzağında olduğunu gösteriyor. Ve tabii tüm bunların kopmaz parçası olarak, yurttaşlarına sağladığı yaşam kalitesi sıralamasında dünyanın en geri ülkelerinden biri konumuna düşmüş, eğitim ve sağlığı bile hızla özelleştirerek sosyal devlet taahhüdünü ayaklar altına almış bir cumhuriyet bilançosu ile karşı karşıyayız.
***
Dolayısıyla bu 82. yıldönümünde onu sahiplenmeyi, eğer böylesi ciddi bir sorgulamayla birlikte gerçekleştirmeyeceksek, mevcut statükonun bir parçası olmaktan, mevcut devlet eksenli tahakkümün yedeği olmaktan öte bir misyon yüklenemeyeceğimiz gibi, ülkemizin sorunlarına çözüm üretmemiz de mümkün olmayacaktır.
Üstelik son 25 yılın daha da net olarak gösterdiği gibi, artık ciddi bir sorgulama ve demokratik dönüşüme uğratılmaması halinde, hızla çürüyen bir yapılanmayla karşı karşıyayız. Böylesi yapısal bir dönüşüme uğratılamaması halinde, ne yapılırsa yapılsın artık daha ileri gitme, krizden kurtulma, sorunlarını çözme olanağının yitirildiği gerçeğinin güngünden daha da belirginleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Esasen yaşanan krizin aşılmasına yönelik olarak, demokratikleşme dışındaki bütün restorasyon uygulamaları fazlasıyla yapıldı zaten. Bu çerçevede 12 Eylül Darbesi, artan militarizasyon, sınırlarının dışına yayılma yönelimleri, önce milliyetçi koşullandırma, sonra İslamcılaştırma, sonra da laiklik istismarı ve son olarak gemi azıya alan milliyetçi kışkırtmalar… Bütün bunların bilançosu, sorunları çözmek yerine cumhuriyetin içine düştüğü krizi derinleştiren, Türkiye’ye zaman kaybettiren beyhude çabalar olarak şekillendi.
Kuşkusuz tüm bunların esasen bir kriz çözme yöntemi olarak değil, sorunları ezip etkisizleştirerek mevcut statüyü sürdürme çabaları olduğu açık. Esasen devrimci ruhunu yitirdiği günden beri cumhuriyetin muktedirlerinin, kendi iktidarlarını sürdürmekten başka bir kaygısı olmadı. Bununla birlikte yaşadığımız talihsizlik, bunların çözüm olabileceğine dair inancın toplumun (bir kısmı sola da bulaşmış) belli bir kesiminde karşılık bulmasıdır. Oysa yaşanan krizin aşılması, topluma aşılanan paranoyalardan öncelikle kurtulmaktan geçiyor. Bunun tamamlayıcı parçası olarak Cumhuriyet’i demokrasi, laikliği özgürlükler, yasallığı evrensel hukuk ile geliştirmek durumundayız. Ve elbette ki kapitalizmin en baştan beri süren vahşi uygulamasını sosyal haklar temelinde yeniden yapılandırmak ve halkın demokratik mücadeleyle yaşamı kendi lehlerine değiştirebilecekleri özgüveni elde etmesini sağlayarak dincilikten medet ummaz bir aydınlanma alt yapısına kavuşmaları da, mevcut tıkanıklığı aşmanın olmazsa olmaz gereği olmaktadır.
***
Cumhuriyeti Kurtuluş Savaşı kahramanlıkları üzerinden anmak gelinen noktada sorunlarımızı yokuşa sürmekten başka anlam taşımıyor. Nitekim ağırlıkla böyle yapılıyor. Oysa böylesi bir anma, bizi geçmişe öykünmekten kurtaramayacağı gibi, günümüzde yaşadığımız sorunların çözümüne de katkı yapmaz. Esasen böyle bir anma tarzının sahipleri mevcut rejimin egemenleridir. Onlar rejimin değişmesini istemedikleri için, geçmişin, geçmiş koşullardaki çözümleri ardına sığınarak geleceğimizi karartıyorlar. Bu bağlamda Onun başlangıçtaki devrimci çıkışını içeriksizleştirerek mevcut eşitsizlik ve baskı rejiminin kılıfı haline getirmektedirler. Gerçek komünistlerin tasfiyesi sonrasında sahte/resmi Komünist Parti kurdurarak solun bağımsız örgütlenmesini yasaklayanların, 1 Mayıs’ı “Bahar Bayramı”na çevirenlerin, işçi haklarını yasaklayanların, toprak reformunu kulak arkası yapanların, Nazım’ı hapsedenlerin, Sabahattin Ali’yi öldürenlerin, ülkeyi Amerika’ya pazarlayanların, sonrasında Deniz’i asanların, 12 Eylül Darbesi’ni yapanların, bunları hep cumhuriyeti korumak adına yaptıkları bu noktada özellikle anımsansın.
Dolayısıyla kendimize sormaktan kaçınamayacağımız soruların başında orduyla korunma ve kollanma vesayetinden kurtulamadan cumhuriyetimizin çağdaş bir cumhuriyet haline gelemeyeceği, bu vesayet rejimi sürdüğü müddetçe “cumhur”un, yani halkın demokratik olgunlaşmasını sağlayamayacağı gerçeğidir. Üstelik bırakalım cumhurun demokratik olgunlaşmasını, bu yolla, sistematik tenkilin yorduğu solun bir kesimi bile bir demokrasi dinamiği olmaktan çıkıp rejimin kadrosu, “kralcısı” haline gelebilecek denli mutasyona uğramaktadır. Bir dönemin Nazım Hikmet’lerinin, yani fikrileri yüzünden eziyet çekmiş olanlarının Orhan Pamuk karşısında sergilediği tavır bu trajik dönüşümün somut bir göstergesi. Özetle rejimce kullanılan aktör ve argümanlar değişse bile resmi kimlik ve politikalara muhalefeti ‘vatan hainliği’ olarak tanımlayıp tenkil etme anlayışının Nazım Hikmet’lerden bu yana değişmemesi, yani kendi cellatına aşık olma psikozu da, yaşadığımız sorunun yapısal bir özelliğini gösteriyor.
H. Dink’in aldığı cezada da görüldüğü gibi, demokrasinin asgari gereği olarak hepimizin farklılıklarıyla eşit haklı ve eşit imtiyazlı yurttaşlar olmamız gereken bu cumhuriyette, “ya sev ya terket” dayatması yargı düzenimize de hakim olan bir anlayış haline gelebilmekte. Esasen bu anlayışla sevilmesi dayatılan şeyin, hak ve özgürlükleriyle belirginleşen yurttaşların ortak yaşam alanı olan vatan değil, her şeyi tanımlama tekelini elinden bırakmayan egemenlerin iktidar tekeli olduğu da açık.
Cumhuriyetin 82. yılında egemen olan zihniyet, cumhurun/halkın haklarının devleti değil, 12 Eylül Anayasası’nda tam 18 kez yinelendiği gibi, devleti kadir-i mutlak yapan “devletin ülkesi ve milleti” anlayışıdır. Bu bağlamda uygulamada olan hukuk da, halkın hak ve özgürlüklerinin hukuku değil, devletin güvenlik kaygılarıyla belirlenen yasallığıdır bu cumhuriyette. Ülkenin ve milletin teknik hizmetkârı bir devlet aygıtından nitelik ayrımla, devletin bu mutlak egemenliğinin, biz vergi veren yurttaşlara dayattığı statü de, gerçek bir yurttaşlıktan temel ayrımla ağır bir güdülme ve boyun eğme atmosferiyle belirlenen modern bir tebaalık olmaktadır. AB yüzü suyu hürmetine ne denli makyaj yapılırsa yapılsın, son dönemdeki uygulamaların da gösterdiği gibi, yapısal bir değişimi olanaksızlaştıran vesayetten kurtulamadığımız sürece bir şey değişmiyor. Rüştünü ispatlamak için zorunlu yanılgılarına izin verilmeyen, üstelik sistematik bir şekilde sol değerlere karşı, milliyetçi ve dinci koşullandırmalarla şekillendirilmiş bir halkın bu ceberut devlet koşulları altında yaşamaya mahkûm edildiği bir ‘cumhuriyet’ anlayışıyla daha ileri gidilmesi olanağı görünmemektedir.
***
Esasen devletin bekası ekseninde savunulan bir cumhuriyetin, bırakalım demokratik kurumsallaşmasını, tam tersine içini bütünüyle boşaltan yapısal bir dönüşüme, bir tahakküm rejimine dönmesi kaçınılmaz. Topluma kışla düzeni biçen bir iktidar yapısıyla cumhuriyetin demokratik kurumsallaşması, 82 yaşının bilançosunda da görüldüğü gibi mümkün olamıyor.
Bu geçkin yaşında artık daha fazla gecikilmeden görülmelidir ki, Cumhuriyet’in yaşadığı krizin yapısal nedenleri var. Bu yapısal nedenler, burjuva demokratik bir devrimle ve önemli bir ilerleme hamlesiyle kurulmuş olan cumhuriyetin ayaklarına dolanarak, bu dev cüssesi ve önemli gelişme potansiyellerine rağmen, gerçekten “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletine” dönüşmesini engelliyor.
Çokkimlikli bir coğrafyada tektipleştirmeyi esas alan yapısıyla Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın çoğu ülkesinden daha erken kurulmuş olmasına rağmen demokratikleşebilmesinin olanaklarını kendi kendine tıkayan bir donmuşluktan kurtulamıyor. Yine toplumun sol potansiyellerinin, başından beri sistematik bir şekilde budanması, özgür sendikalaşmasını, 1 Mayısını kutlamasını, cumhuriyet devrimine sınıfsal kimlikle rengini katabilmesini ağır yaptırımlarla engelleyen devlet geleneği, halkın gelinen noktadaki anti demokratik yapısından da doğrudan sorumludur.
Bugün sola karşı beslenip büyütülmüş olan İslamcı geleneğin denetimine girmiş olması, Cumhuriyet’in krizini daha da derinleştiriyor. Bugüne kadar sorunlarını öteleyebilmesini veya bastırabilmesini sağlayan uluslararası konjonktürün değişimi de, rejimin yaşadığı sorunlarını daha da ağırlaştırıyor. Ancak bu krizin aşılması, İslamcılığa karşı geleneksel statünün, yani İslamcılığı geliştirmek dahil mevcut durumdan sorumlu olan statünün tahkimi ve desteklenmesi olamaz.
Üstelik sorunlarını bastırarak ‘çözme’, dolayısıyla halkı kendine yabancılaştırma, sinikleştirme, kullaştırma alışkanlığında ısrar eden mevcut egemenleriyle cumhuriyetin, gelinen noktada artık İslamcılığa karşı üstünlük elde etmesinin olanaksızlığı bir yana, iç sömürü ve baskıları daha da arttırmaktan ve sonuçta küreselleşmenin keyfi egemeni ABD’ye daha çok bağlanmaktan başka bir seçenek üretmesi de mümkün değil. Bu yeni dünya koşullarında emperyalist keyfiyeti devre dışı bırakmak dahil, Cumhuriyetin sorunlarının çözümü, onu seçimli bir rejimin adı olmaktan çıkartıp gerçek bir cumhuriyete dönüştürmekten geçmektedir. Bunun içinse, halkın demokratik katılımını kazanmaktan, cumhuriyetin kimsesizlerin, yani halkın kimsesi olduğunu göstermekten başka bir çıkış yok. Dolayısıyla 82. yıldönümünde Cumhuriyetin yaşamsal gereksinim duyduğu hayat suyu, ancak gerçek bir demokrasiyi, özgürlükçü bir laikliği, evrensel hukuku ve tabii bunların da temeli ve güvencesi olarak sosyal devleti, rezervsiz, amasız, fakatsız savunacak bir siyasal iradede bulunabilecektir.

Hiç yorum yok: