Ahmet Doğançayır
AKP
on yılı aşkın bir süredir ülkede hükümet ediyor ve bu sürenin son beş
altı yılında ise devlete damgasını vurmuş, bugün var olan koşulların
birçoğunun oluşturucusu ve başlıca belirleyicisi olan bir siyasi aktör.
Geçmişte mevcut koşullarda AKP’nin ‘’mazlumluğu, mağduriyeti’’ üzerinden
sağladığı avantaj son dönemlerdeki sicili göz önüne getirildiğinde
tepki nedeni oluyor.
2011
seçimlerinden sonra belirgin otoriterleşme eğiliminde olan ve bu
tutumunu pekiştirmeye kararlı bir AKP hükümeti ve onun tek belirleyeni
Recep Tayyip Erdoğan ile karşı karşıyayız.
Muhafazakâr otoriterleşme
eğiliminin devlet kurumlarının işleyişinde, medya da, hayat tarzıyla
bağlantılı idari uygulamalarda nasıl yürüdüğünü ayrıca anlatmaya gerek
yok. Başbakan ise o bildik her an saldırganlaşmaya hazır, kibirli buyurgan dil ve davranışlarıyla bu eğilimin en somut biçimi ve sembolü olarak karşımızda duruyor.Türkiye de bugüne kadar muhafazakâr bir seçmen çoğunluğunu sağlayabilmek için o seçmenlerin eğilim, arzu ve taleplerine seslenmek ve onları bu yönde düşünmeye ve davranmaya yönlendirmek ağır basmıştır. AKP örneğinde ise otoriterleşme eğiliminin öne çıkarılması ve o kitlenin doğal içgüdülerinin temel alınması söz konusu oluyor. Taraftar-seçmen kitlesine yönelik propagandalarda güçlü olma arzusu ve kibri ile bunları kaybetme korkusu ağır basmaya olaylar bu şekilde algılanınca da ‘’tedbirler’’de buna göre alınmaya başlanıyor.
Bir
topluluğa dayanmanın zorunluluğunu duyan otoriterleşme eğilimi o
topluluğu ‘’cemaatleştirmek’’ister. Zaten içgüdülerine, istek, korku ve
kaygılarına seslenilen kendilerini ‘’zayıf, eksik’’sayan insanların
yönelimlerinden biridir ‘’cemaatleşme’’. Doğuştan sahip olunan ortak
özelliklerden sayılan etnik kimlik, din, mezheplerin ortak payda olduğu
millet, ümmet gibi tanımlar bu ‘’cemaatleşmenin’’ en geniş biçimleri
olurlar. Bu
nedenle Erdoğan/AKP de sorunlarla karşılaştığında, ‘Millet’ derken
aslında cemaati kastediyor, Erdoğan’ın da ( belediye başkanı iken ifade
ettiği gibi) bu ‘’cemaatin imamı’’ olduğunu. Otoriterleşme sadece
yönetici kadronun üslup ve tutumlarıyla veya devlet kurumlarını
kullanarak yaptıklarıyla açıklanamaz. Bundan daha önemli yönü topluma
dönük yüzünde kalıcı bir kitlesel destek sağlamak için uyguladığı
propaganda stratejisidir. Şu aralar Türkiye’nin Başbakanı, bu strateji
doğrultusunda kendine bir millet, bir halk seçtiğini söylüyor.
Bu
propaganda yeni değil tabi. Gezi isyanı günlerinde yaptırdığı alternatif
ısmarlama mitinglerde toplananları gösterip, “Taksim Gezi
Parkı’ndakiler millet de, buradakiler ne?” diye soran Erdoğan için asıl
millet, orada toplananlardı. Alaycı bir ifadeyle, bir taraftan
Taksim’dekilerin ve onları destekleyenlerin milletliğini de teslim
ediyordu. Bir biçimde vatandaş kimliğini tanıyarak “Onlar da bizim
vatandaşımız.”diyordu. Ama özellikle bunun “Masumiyet” ve “samimiyet”
koşuluna bağlı şartlı bir tanıma olduğunu belirterek. Devlet
aklındaki “marjinal” kavramını biliyoruz. Marjinal önemsiz olarak kabûl
edilmesine rağmen hâlâ var olduğu için, devletin yok etme arzusunu
tetikler. Devlet şiddetine, ihtiyaç duyduğu tahrik hakkını sağlar.
Başbakan tarafından seçilmemiş olan bu halk, marjinallik tehdidi
altındadır. Ayrıca O saflardakiler şeytanî faiz lobilerinin, düşman dış
güçlerin, terör örgütlerinin istismarına açıktırlar. Milletin büyük
davaları, bu yarım akıllı vatandaşlara emanet edilemez. Erdoğan’a göre
onlar, milletin zımnileri gibidir.
Tayyip
Erdoğan için düşüncesine uygun bir millet var, bir de var olan haliyle
toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu
inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun
geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor.
Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı
olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha
edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor. Milli
irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden
ağırlıklı olarak Müslüman- Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin
iradesi oluyor.
Türkiye
artık hayat tarzları itibariyle yeniden düzenlenebilir meşruluk- gayrı
meşruluk sınırlarının bizzat Başbakanın inançları çerçevesinde
belirlendiği bir ülke. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin hegemonya
stratejisi, tarif ettiği hasımla -bazen basbayağı düşmanla- kutuplaşmayı
tırmandırma üzerine kuruluyor.Bugün
AKP ‘’milletin’’ akıl tutulmasına uğraması için ve bu seçmen kitlesini
harekete geçirmek istediğinde onun cemaat olarak doğal istek ve
korkularını depreştirecek açıklamalara ağırlık veriyor. Bu şekilde doğal
içgüdüleri, cemaatçi yaklaşımları harekete geçirilmiş yığınlar
‘kendilerinden olmayanların’ kimler olduğunu verilecek ‘’işaretler’’e
bakarak göreceklerdir.Tayyip Erdoğan ve partisi ‘’Millet’’olarak tanımladığı yığınları bu rotaya sokmak istiyor. Kendi siyasi geleceğini giderek birbirine tahammülü azalan ve düşmanlaşma eğilimleri güçlenen iki toplumsal öbeği geri dönüşü olmayacak biçimde ‘’bölmek’’siyaseti üzerine inşa ediyor. Eğer bu rotaya sokabilirse kendisi ile birlikte milleti sürükleyebileceği nokta maddi ve insani açıdan sadece ağır bir yıkım değil, utanç verici bir bilanço olacaktır.
Özel
alana karşı açılmış olan yıpratma savaşı da, özel olanın ‘’kamusal
olan’’ içinde çözündürme ya da en azından özel olanın ‘’kamusal’’ olarak
kabul edilebilir biçime sokulmaya direnen bütün parçalarının işgal
edilmesini ve parça, parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini ifade
ediyor. Zaten otoriter diktatörlük eğilimleri özel alanı tümüyle yok
etmeyi, özel alanı, ‘’kamusal’’ devlet alanı içinde geri dönülmez bir
biçimde eritmeyi amaçlar. ‘’Kamusal’’ devlet iktidarı ile özel
bireylerden geriye ne kaldıysa onun arasındaki iletişim kanallarını
kapatır. Diyaloga gerek yoktur, çünkü konuşulacak bir şey yoktur.
Yalnızca ters, ters buyruklarla ‘’günlük emirler’’verilir, gerisi ise
kendini rutine, artık hiç düşünmeksizin gösterilen itaate bırakır.
Bugün
kendini gösterdiği ve yeniden üretildiği biçimiyle belli bir siyasi ve
temsile dayalı demokrasi formunun bile esasen ortadan kaldırılmaya
çalışıldığından bahsedilebilir. Otoriter devletçilik yürütme gücünün
yüksek idareye el koyması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi
denetimiyle belirginleşiyor. Ve özellikle tekelci sermayenin kitlesel
hegemonyası bu şekilde idarenin ve yürütme gücünün kalkanı altında
gerçekleşen bu durum ‘’ekonomik gücün siyasal iktidara destek olmasından
çok, bir denetim görevi’’ yapmasına olanak verecektir. Bu
çerçevede eğer ekonomik iktidar siyasi iktidarı denetliyorsa bu denetim
ekonomik iktidarın ve bu iktidarı doğuran üretim ilişkileri ile
hâkimiyet, bağımlılık içindeki sınıfsal yapının korunması ve yeniden
üretilmesi için siyasal iktidarın her türlü desteği vereceği anlamına
gelir. Bu denetleme, destekleme ilişkisi ekonomik ve siyasal özgürlükler
alanında egemen burjuva sınıflar lehine tek yönlü belirleme ilişkisini
de ortaya çıkarmaktadır.Zaten egemen neo-liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.
Otoriter
devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar
merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü
istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve
aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan
merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’girişimleri aracılığıyla
kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde, kısaca siyasi düzeneklerini
arttıran otoriterlikle özetlenmektedir. Bu otoriterlik yalnızca
bürokratik idareyi ve onunda ötesinde devlet aygıtının tamamını
ilgilendirmemekte, sadece örgütlü fiziki baskının artmasında da
yatmamaktadır. Yeni
iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği
toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi
uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturuluyor. Bunu
sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu
sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli
olarak aşılanmasıyla birlikte gelişen depolitizasyonla Din, aile, ırk
vb. kavramlar öne çıkarılarak insanların parti ve sınıf ilişkilerinin
ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplanmasına
çalışılıyor.
Kritik
eşiğin aşıldığını düşünen AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme
açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini
bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını daha etkin biçimde
doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir.
İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemlerine alabildiğine
polis terörüyle saldırılacak, insanların yaşam tarzlarına müdahale
yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf
dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin
yağmalanmasında daha dizginsiz bir şekilde davranılacak, kentlerde
kendi ideolojik yönelimini hâkim kılma yolunda fren mekanizmaları
boşaltılacak ve tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her
sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Sonuç
olarak atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere
atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması
fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak
gerekir. Bu
açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç
bulan otoriter liderlik ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter
güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam
rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi
başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği
sınanacaktır. Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması
doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti
esas olarak belirleyecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşadığımız
süreçte karşılaşılacak şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi,
özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen
tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ise
‘’doğallaştırılmaya’’çalışılmasıdır.
Tayyip
Erdoğan, gücünün farkındayken bir dirençle karşılaşmasına öfkelendiği
kadar, ‘’milletinin’’ dışında tanımladığı halkın çıkardığı sorunlara da
öfkeleniyor. Onun için, bir yandan yine fantastik düşman kuvvetler tarif
etmeye çalışırken, bir yandan da halkın bu kısmını millet dışında
saymaya, hatta onların millet olma durumunu şüpheli hale getirmeye devam
ediyor. Bu millete karşı, ‘’asıl milletini’’ çıkarma ihtiyacı duyuyor.
Buna yönelik şiddetli ve celâllenmeli davranışların ardında, işine
kimseyi karıştırmak istemeyen iktidar, işine kimseyi karıştırmak
istemeyen Başbakan olduğu kadar, esas olarak işine kimsenin karışmasını
istemeyen bir kapitalist akıl duruyor.
Mevcut
kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir.
Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet
uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan toplum bu temele dayanarak
kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak
otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı
harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi
kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç
yoktur.
Yaşadığımız
‘’Globalleşme’’ diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin
kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini
ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak
insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece
yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin
muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol
açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını
daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları
mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek
gerekiyor. Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal
ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist
toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu
zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli
gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun
insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile
normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır.
Ortaya
çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi,
muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile
sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan
yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu
hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul
ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor.
Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve
kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli
duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini
görmemiz gerekir. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise
‘şekillendirilmiş kamuoyunun’ tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu
yaratanları kırıp geçmektir. Yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek
için öne sürdüğü manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder