22 Kasım 2013 Cuma

Erdoğan/AKP Kendi Milletini, Halkını Seçiyor!

Ahmet Doğançayır

 AKP on yılı aşkın bir süredir ülkede hükümet ediyor ve bu sürenin son beş altı yılında ise devlete damgasını vurmuş, bugün var olan koşulların birçoğunun oluşturucusu ve başlıca belirleyicisi olan bir siyasi aktör. Geçmişte mevcut koşullarda AKP’nin ‘’mazlumluğu, mağduriyeti’’ üzerinden sağladığı avantaj son dönemlerdeki sicili göz önüne getirildiğinde tepki nedeni oluyor.
erdoğan foto
2011 seçimlerinden sonra belirgin otoriterleşme eğiliminde olan ve bu tutumunu pekiştirmeye kararlı bir AKP hükümeti ve onun tek belirleyeni Recep Tayyip Erdoğan ile karşı karşıyayız.
Muhafazakâr otoriterleşme eğiliminin devlet kurumlarının işleyişinde, medya da, hayat tarzıyla bağlantılı idari uygulamalarda nasıl yürüdüğünü ayrıca anlatmaya gerek yok. Başbakan ise o bildik her an saldırganlaşmaya hazır, kibirli buyurgan dil ve davranışlarıyla bu eğilimin en somut biçimi ve sembolü olarak karşımızda duruyor.
Türkiye de bugüne kadar muhafazakâr bir seçmen çoğunluğunu sağlayabilmek için o seçmenlerin eğilim, arzu ve taleplerine seslenmek ve onları bu yönde düşünmeye ve davranmaya yönlendirmek ağır basmıştır. AKP örneğinde ise otoriterleşme eğiliminin öne çıkarılması ve o kitlenin doğal içgüdülerinin temel alınması söz konusu oluyor. Taraftar-seçmen kitlesine yönelik propagandalarda güçlü olma arzusu ve kibri ile bunları kaybetme korkusu ağır basmaya olaylar bu şekilde algılanınca da ‘’tedbirler’’de buna göre alınmaya başlanıyor.
Bir topluluğa dayanmanın zorunluluğunu duyan otoriterleşme eğilimi o topluluğu ‘’cemaatleştirmek’’ister. Zaten içgüdülerine, istek, korku ve kaygılarına seslenilen kendilerini ‘’zayıf, eksik’’sayan insanların yönelimlerinden biridir ‘’cemaatleşme’’. Doğuştan sahip olunan ortak özelliklerden sayılan etnik kimlik, din, mezheplerin ortak payda olduğu millet, ümmet gibi tanımlar bu ‘’cemaatleşmenin’’ en geniş biçimleri olurlar. Bu nedenle Erdoğan/AKP de sorunlarla karşılaştığında, ‘Millet’ derken aslında cemaati kastediyor, Erdoğan’ın da ( belediye başkanı iken ifade ettiği gibi) bu ‘’cemaatin imamı’’ olduğunu. Otoriterleşme sadece yönetici kadronun üslup ve tutumlarıyla veya devlet kurumlarını kullanarak yaptıklarıyla açıklanamaz. Bundan daha önemli yönü topluma dönük yüzünde kalıcı bir kitlesel destek sağlamak için uyguladığı propaganda stratejisidir. Şu aralar Türkiye’nin Başbakanı, bu strateji doğrultusunda kendine bir millet, bir halk seçtiğini söylüyor.
Bu propaganda yeni değil tabi. Gezi isyanı günlerinde yaptırdığı alternatif ısmarlama mitinglerde toplananları gösterip, “Taksim Gezi Parkı’ndakiler millet de, buradakiler ne?” diye soran Erdoğan için asıl millet, orada toplananlardı. Alaycı bir ifadeyle, bir taraftan Taksim’dekilerin ve onları destekleyenlerin milletliğini de teslim ediyordu. Bir biçimde vatandaş kimliğini tanıyarak “Onlar da bizim vatandaşımız.”diyordu. Ama özellikle bunun “Masumiyet” ve “samimiyet” koşuluna bağlı şartlı bir tanıma olduğunu belirterek.  Devlet aklındaki “marjinal” kavramını biliyoruz. Marjinal önemsiz olarak kabûl edilmesine rağmen hâlâ var olduğu için, devletin yok etme arzusunu tetikler. Devlet şiddetine, ihtiyaç duyduğu tahrik hakkını sağlar. Başbakan tarafından seçilmemiş olan bu halk, marjinallik tehdidi altındadır. Ayrıca O saflardakiler şeytanî faiz lobilerinin, düşman dış güçlerin, terör örgütlerinin istismarına açıktırlar. Milletin büyük davaları, bu yarım akıllı vatandaşlara emanet edilemez. Erdoğan’a göre onlar, milletin zımnileri gibidir.
Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor. Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor.
Türkiye artık hayat tarzları itibariyle yeniden düzenlenebilir meşruluk- gayrı meşruluk sınırlarının bizzat Başbakanın inançları çerçevesinde belirlendiği bir ülke. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin hegemonya stratejisi, tarif ettiği hasımla -bazen basbayağı düşmanla- kutuplaşmayı tırmandırma üzerine kuruluyor.Bugün AKP ‘’milletin’’ akıl tutulmasına uğraması için ve bu seçmen kitlesini harekete geçirmek istediğinde onun cemaat olarak doğal istek ve korkularını depreştirecek açıklamalara ağırlık veriyor. Bu şekilde doğal içgüdüleri, cemaatçi yaklaşımları harekete geçirilmiş yığınlar ‘kendilerinden olmayanların’ kimler olduğunu verilecek ‘’işaretler’’e bakarak göreceklerdir.
Tayyip Erdoğan ve partisi ‘’Millet’’olarak tanımladığı yığınları bu rotaya sokmak istiyor. Kendi siyasi geleceğini giderek birbirine tahammülü azalan ve düşmanlaşma eğilimleri güçlenen iki toplumsal öbeği geri dönüşü olmayacak biçimde ‘’bölmek’’siyaseti üzerine inşa ediyor. Eğer bu rotaya sokabilirse kendisi ile birlikte milleti sürükleyebileceği nokta maddi ve insani açıdan sadece ağır bir yıkım değil,  utanç verici bir bilanço olacaktır.
Özel alana karşı açılmış olan yıpratma savaşı da, özel olanın ‘’kamusal olan’’ içinde çözündürme ya da en azından özel olanın ‘’kamusal’’ olarak kabul edilebilir biçime sokulmaya direnen bütün parçalarının işgal edilmesini ve parça, parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini ifade ediyor. Zaten otoriter diktatörlük eğilimleri özel alanı tümüyle yok etmeyi, özel alanı, ‘’kamusal’’ devlet alanı içinde geri dönülmez bir biçimde eritmeyi amaçlar. ‘’Kamusal’’ devlet iktidarı ile özel bireylerden geriye ne kaldıysa onun arasındaki iletişim kanallarını kapatır. Diyaloga gerek yoktur, çünkü konuşulacak bir şey yoktur. Yalnızca ters, ters buyruklarla ‘’günlük emirler’’verilir, gerisi ise kendini rutine, artık hiç düşünmeksizin gösterilen itaate bırakır.
Bugün kendini gösterdiği ve yeniden üretildiği biçimiyle belli bir siyasi ve temsile dayalı demokrasi formunun bile esasen ortadan kaldırılmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Otoriter devletçilik yürütme gücünün yüksek idareye el koyması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi denetimiyle belirginleşiyor. Ve özellikle tekelci sermayenin kitlesel hegemonyası bu şekilde idarenin ve yürütme gücünün kalkanı altında gerçekleşen bu durum ‘’ekonomik gücün siyasal iktidara destek olmasından çok, bir denetim görevi’’ yapmasına olanak verecektir. Bu çerçevede eğer ekonomik iktidar siyasi iktidarı denetliyorsa bu denetim ekonomik iktidarın ve bu iktidarı doğuran üretim ilişkileri ile hâkimiyet, bağımlılık içindeki sınıfsal yapının korunması ve yeniden üretilmesi için siyasal iktidarın her türlü desteği vereceği anlamına gelir. Bu denetleme, destekleme ilişkisi ekonomik ve siyasal özgürlükler alanında egemen burjuva sınıflar lehine tek yönlü belirleme ilişkisini de ortaya çıkarmaktadır.
Zaten egemen neo-liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.
Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde, kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir. Bu otoriterlik yalnızca bürokratik idareyi ve onunda ötesinde devlet aygıtının tamamını ilgilendirmemekte, sadece örgütlü fiziki baskının artmasında da yatmamaktadır. Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturuluyor. Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişen depolitizasyonla Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanların parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplanmasına çalışılıyor.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemlerine alabildiğine polis terörüyle saldırılacak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmalanmasında daha dizginsiz bir şekilde davranılacak, kentlerde kendi ideolojik yönelimini hâkim kılma yolunda fren mekanizmaları boşaltılacak ve tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Sonuç olarak atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği sınanacaktır. Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşadığımız süreçte karşılaşılacak şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ise ‘’doğallaştırılmaya’’çalışılmasıdır.
Tayyip Erdoğan, gücünün farkındayken bir dirençle karşılaşmasına öfkelendiği kadar, ‘’milletinin’’ dışında tanımladığı halkın çıkardığı sorunlara da öfkeleniyor. Onun için, bir yandan yine fantastik düşman kuvvetler tarif etmeye çalışırken, bir yandan da halkın bu kısmını millet dışında saymaya, hatta onların millet olma durumunu şüpheli hale getirmeye devam ediyor. Bu millete karşı, ‘’asıl milletini’’ çıkarma ihtiyacı duyuyor. Buna yönelik şiddetli ve celâllenmeli davranışların ardında, işine kimseyi karıştırmak istemeyen iktidar, işine kimseyi karıştırmak istemeyen Başbakan olduğu kadar, esas olarak işine kimsenin karışmasını istemeyen bir kapitalist akıl duruyor.
Mevcut kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur.
Yaşadığımız ‘’Globalleşme’’ diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor. Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır.
Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise ‘şekillendirilmiş kamuoyunun’ tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.

Hiç yorum yok: