22 Kasım 2013 Cuma

Foti Benlisoy Cumhuriyet’in Kimin Kazanımı Olup Olmadığından Önce Cumhuriyet’in Kazanım Olup Olmadığını Düşünmelidir.

Rıza Aydın

Rivayet edilir ki, Köroğlu bir köyden geçerken, gözleri görmeyen yaşlı bir kadının Köroğlu’na küfrettiğini görmüş. Eğilip kadına “anacığım Köroğlu sana ne yaptı da ona böyle küfrediyorsun” demiş. Kadın, yavrum Köroğlu bana bir şey yapmadı ama herkes söylüyor ben de söylüyorum demiş. Bunun gibi, Cumhuriyetle Laikliğe saldıran dinci eğilim artıkça bu akıntıya kapılan “solcu” çoğaldı.
ilk_meclis
Geçtiğimiz günlerde, ‘yalansız’ sitesinde Ferhan Umruk, Foti Benlisoy’un böyle bir yazısını yayımladı. Yazara göre, hem Cumhuriyet hem de Cumhuriyetin reformları tabandaki halkın böyle bir isteği olmadığı halde, yukardan, Çankaya Köşkünde Atatürk’ün sofrasında kararlaştırıp uygulandığı için, bunun aşağıdaki halka bir yararı olmamış.
Orada buna verdiğim cevabı, bir yazı haline getirip paylaşmayı düşündüm.
Foti, yanlışa düşmüş.

Sınıflar mücadelesi özünde enternasyonaldir yani evrensel ölçekte oluşur ama bir coğrafyada geliştiği için o ülke sanılırları içinde cereyan ediyor sanılır. Bir ülkede cereyan eden ezilenler ile egemenlerin mücadelesinin sonuçları tüm dünyadaki güç dengelerini etkiler. Eğer bu mücadelede ezilenler bir başarı kazanmışlarsa, bu bütün dünyadaki ezilenlerin mücadele ruhunu artırır, yok eğer tersi olmuşsa bu defa da bütün dünyadaki ezilenler bunun faturasını öderler. İşçi sınıfının enternasyonal olarak örgütlenme gereği bundan dolayıdır; bundan dolayı işçi sınıfının kurtuluşu ne yereldir nede Ulusaldır evrensel ölçektedir derler.
Örneğin Ekim devrimi, bütün dünyada emekçilerin mücadelesinin gelişmesine yol açmıştır. Jon Reyd’in “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı eseri, bunu anlatan güzel bir yapıttır.
Ekim Devrimi Anadolu’da yaşayan halkı da çok etkilemiştir. Ekim Devriminin verdiği ışıkla Anadolu’nun her yerinden pıtrak biter gibi sosyalist hareketler çıkmış, örneğin İstanbul Üniversitesinde okuyan gençler arasında yapılan bir ankette Nobel ödülünün Lenin’e verilmesi en çok oyu almıştır. İzmir işgal edilince, işgalcilere karşı ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin (Osman Devrez) bir sosyalisttir. İşte yükselmekte olan bu komünizm eğilimini kontrol altına almak için, Cumhuriyetin kurucu iradesi demeyi yeğlediğim İttihatçı kadrolar, 18 Ekim 1922’de resmi Komünist Fıkrası adıyla bir parti kurmuşlardır.
Bana göre bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti, Ekim Devriminin bir hediyesidir, bütün bu gelişmeler, Ekim devriminin kazanımları sonucu oluşabilmiştir. Eğer Ekim devrimi olup, dünya dengeleri değiştirmeseydi, Mustafa Kemalle özdeşleşen gelişmelerin hiçbirisi olamazdı. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti ile Laikliği savunmak aynı zamanda Ekim devriminin kazanımlarını savunmak anlamına da gelir.

O dönemde, halifeliğin kaldırılmasını başta SSCB önderliği ile İngiltere istiyordu; halifeliğin kaldırılabilmesi için de Anadolu’da Cumhuriyetin kurulması gerekiyordu, işte 29 Ekim bunun bir sonucudur. Bu iki devlet, bütün Müslümanları (İslam’ı) temsilen bir halifenin olmasını istemiyorlardı. Bu yüzden saltanatla hilafetin (yani padişahlıkla halifeliğin) kaldırılıp, yerine Cumhuriyetin kurulmasında dünyadaki bu güçlerin etkisi belirleyicidir. Ayrıca nedeni ne olursa olsun Cumhuriyetin kurulup temel hukukunu laiklik üzerine kurması iyi bir gelişmedir bunu savunmak gerekir.

Aşağıdaki halk tabakası da, halifelikle padişahlığı bünyesinde birleştirip, Zillullâhi Fi’l Âlem (Allahın yeryüzündeki gölgesi) sayılan padişahın kulu olmaktansa, genç Cumhuriyetin vatandaşı olmayı kendi yararına saymışlardır; Foti gibi yazanlar için, kulluktan çıkıp vatandaşlığa geçmenin önemi olmayabilir ama o günlerde bunu önemseyen önemli bir kitle mevcuttu. Bunun için aşağıda yazacaklarım yeterli olacaktır sanırım.

Mustafa Kemal , 1919 yılının Aralık ayında, Alevilerin desteğini almak için Hacıbektaş ilcesine gelip, Çelebi Cemalettin Efendi’den desteğini istediğinde, Çelebi Cemalettin Efendi, Mustafa Kemal Paşaya “başarılı olmaları halinde, Cumhuriyeti kurup kurmayacaklarını” sorar. O ortamda Mustafa Kemal paşa, bu soruyu ustalıkla geçiştirip cevapsız bırakır. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa ile Çelebi Cemalettin Efendi, bir odaya çekilip baş başa görüşürler. Bunlar Mazhar Müfit Kansu’nun “Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk’le beraber” adıyla yayımladığı anılarından oluşan kitapta vardır.

Çelebi Cemalettin Efendi ilginç bir kişiliktir. O, sadece bir din adamı değil, 1915-16 yıllarında muhiplerinden oluşan bir savaş birliği kurarak (Bektaşi Mücahit alayı), Kars’ı, Erzurum’u işgal eden Rusya’ya karşı savaş vermiş bir adamdır. Bu yüzden Mustafa Kemal , Çelebi Cemalettin Efendi ile görüşmek için ta Hacıbektaş’a gelir.

Çelebi Cemalettin Efendi, -bu günkü takvime göre, Ocak 1922’de- öleceğini anladığı zaman, kardeşi Velayettin Çelebi’ye, o gün, Atatürk’le baş başa görüşmelerinde, Atatürk’ün bir sır olarak saklamasını istediği, o sırrı söyler. Celebi Cemalettin Efendi, Atatürk’le o görüşmelerinde, başarılı olmaları halinde cumhuriyeti kurup kurmayacağını tekrar sorduğunu, onunda bir sır olarak saklaması koşuluyla, başarılı olması halinde cumhuriyeti kuracağına söz verip, bu konuda kavli karar ettiklerini, ölmesi halinde bunu gelecek kuşaklara açıklamasını vasiyet eder. Bunlar o dönemde cumhuriyetin kurulmasını isteyen örgütlü bir toplum kesiminin olduğunu gösterir. Örgütlü toplum derken kastettiğim şudur: o dönemlerde Alevi köylerinde cemleri yöneten dedeler, Hacıbektaş’a gelip muhiplerin (sevenlerin) durumu hakkında Çelebilere bilgi verirlerdi.

Ayrıca dünyayı sarsan Ekim devrimi, Anadolu’yu da etkilemiş, bunun sayesinde sosyalist bir uyanış başlamıştır. Emperyalist işgalcilere karşı mücadele etmekte olan güçlerin temsilcilerinden oluşan Birinci Mecliste, cumhuriyetle laikliği isteyen önemli bir kesim vardır. Örneğin, Birinci Mecliste, Mustafa Kemal Paşadan sonra en çok oyu alarak meclis başkan yardımcılığına seçilen Çelebi Cemalettin Efendi cumhuriyet yanlısıdır.

Birinci Mecliste hükümet kurulurken, bu günkü başbakanlık modeline göre değil, SSCB hükümeti modeline göre, yani meclis hükümeti olarak kurulur; bütün bakanlar meclis tarafından atanırlar, bakanlar meclise karşı sorumludurlar. Bu sayede bir komünist olan Nazım Bey, o mecliste İç İşleri bakanlığı görevine getirilir. Bunlar tabanın zorlamasıyla olur. Ayrıca bu meclis Mustafa Kemale Paşaya üç aydan üç aya geçerli olacak sürelerle başkomutanlık görevi vermektedir. Yazarken ya da konuşurken bunları unutmamak gerekir.
O dönemde Anayasa ile kanunlar oluşturulurken, bunlara temel olarak kutsal kitap (Kur’an) değil de Avrupa’daki medeni hukukun alınması anlamında laikliğin bir kural haline gelmesi önemlidir. Zaten Laiklikte bu anlama gelir, yani yasalar oluşturulurken kaynağını kutsal kitaptan değil, insanlığın oluşturduğu tecrübelerden alırlar; mesela Türkiye’de hukuk sistemi oluşturulurken, Avrupa ülkelerinin hukuk sistemlerinden yararlanılır. Oluşturulan bu yasalar geride olsa, kaynağını Avrupa’nın geri ülkelerinden almıştır. Türkiye’de bu anlamda yani Anayasa ile yasalar oluşturulurken ruhunu kutsal kitapların metinlerinden değil de Avrupa’nın bazı anayasalarından almış olması babında laiklik vardır. Bu anlamda, Türkiye Cumhuriyetinde demokrasinin, insan haklarının geliştirilmesi gerekmektedir. Hukuk özü itibariyle gücünü kutsal metinlere (Kur’an’a) dayandırmadığı için laiktir ama hem demokratik hem de özgürlükçü değildir, sorun da burada düğümlenmektedir. Bunları birbirleri ile karıştırmamak gerekir. Aslında bu anlamda “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı doğru bir slogandır, bu konuda bazı kesimlerin zihinlerinin bulandırılmış olması bir zaaftır.
Unutmayalım ki, birinci meclisi oluşturan insanlar, toplumda mücadele eden sahici toplumsal güçlerin sözcüleri idiler. Bunlar gerektiği zaman Mustafa Kemal Paşaya karşı çıkıp ona üç aylık sürelerle başkomutanlık yetkisi vermekteydiler. Bu yüzden Mustafa Kemal paşa, Fransa Cumhur Başkanı Louis Napolyon’un, bir darbe yaparak meclisi dağıttığı gibi “şık” bir darbe yaparak bu meclisi dağıtıp, bu insanlardan kurtulmuştur.
O dönem, Erkan-ı Harbiye’nin gizli istihbarat (yani bugünkü MİT’in) başkanı olan Hüsametin Öztürk’ün, “İki Devrin Perde Arkası” adıyla yayımladığı anıları ilginçtir. Meclisi feshedince, Mustafa Paşa hazretlerinin kendisini Çankaya köşküne çağırtıp, meclisi feshettik, yakında seçimlere gideceğiz, Alevilerin desteğini arkasına alan, Şeyh Çelebi Cemalettin Efendi bize karşı ağıza alınmayacak laflar ediyormuş, sen de Bektaşi’sin, seni göreyim buna karşı çalışmalar yap dediğini yazar.
Sonuç olarak şunu bilmeliyiz ki cumhuriyet olmadan laiklik olamaz, laiklik olmadan da ne demokrasiden ne de insan haklarından bahsedilemez. Ayrıca bunlar bu topraklarda tesadüfen oluşmuş şeyler değildir, bunları savunmadan ne demokrat olunur, ne solcu olunur ne de sosyalist olunur.  

Hiç yorum yok: