22 Kasım 2013 Cuma

Erdoğan/ AKP’nin “Toplum Mühendisliği”

 Ahmet Doğançayır

AKP Türkiye ye bir damga vurmak istiyor, dolayısıyla iktidarı devam ettikçe değerlenecek sağcı, muhafazakâr dindar, mukaddesatçı bir kimliği saygın ve üstün kılmaya çalışıyor.
mühendis
Bunu başarmak için de bir yandan giderek artan oranda ‘’iktidar bağımlısı’’hale gelirken, diğer yandan da laik yaşam tarzlarını ve onun temsilcilerini aşağılıyor.
AKP ideolojik bağları, siyasal sosyalleşmesi ve bilinçli tercihi nedeniyle Kemalizm’i aşmaktan çok, Kemalizm’e karşı çıkmayı ve bu karşı çıkışla her defasında daha çok parçası olduğu Kemalist mirası kabullenmekten çok reddetmeyi politikasının ana unsuru haline getiriyor. Kimi partililer tarafından ‘’Vizyon siyaseti veya yüksek siyaset’’ olarak adlandırılan AKP siyaseti aslında Kemalizm’in neden olduğu yabancılaşmış toplum kesimlerinin kesinlikle yabancı olduğunu teyit etmeyi amaçlamakta, yani Kemalist biçimleri muhafazakâr, mukaddesatçı bir içerikle yeniden üretmektedir. Zaten Muhafazakârlık, Türkiye de “İslamcıların” ve milliyetçilerin en yetkin temsilcisi olma hususunda yarıştıkları alan olan ortak değerler ve kültürler alanı, onların aynı zamanda beslendikleri ortak alanlardır. Muhafazakârlık her iki ideolojinin temsilcisi iddiasını taşımıştır.
AKP hamleleriyle Türkiye’nin sınıfsal yapısındaki değişimlerden kaynaklanan beklentilerin sözcüsü olmak gibi son derece önemli bir avantajı eline geçirmeye çalışıyor. AKP giderek belirginleşen iktisadi ve politik egemenlerin sözcüsü ve öncüsü olarak kalıcılaşmak istiyor. Türkiye’nin Batıcı ve laik kimlikleriyle öne çıkan şu andaki iktisadi egemen sınıfları ve onların devlet ve yerleşik siyaset içindeki müttefiklerinin ağırlık merkezini korusalar bile, bu iktidar alanını şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yoğun biçimde İslamcı milliyetçi muhafazakârlarla paylaşmak zorunda oldukları görülüyor. Yaşanacak gelişmelerin ne şekilde olacağı özellikle kapitalist dünya sistemindeki dalgalanmalarla yakından ilişkili. Yine de Türkiye’de burjuva sınıflarda bir kabuk değişiminin yaşandığı ve bu sürecin daha da derinleşeceğinden bahsedilebilir. Özal’la beraber başlayan Batıcı-laik(kimilerine göre liberal)ve milliyetçi muhafazakâr kanatlar arasında Müslüman kimlik belirgin halde tutularak kurulan denge siyaseti bugün AKP tarafından uygulanıyor, gevşek ve bir o kadar da muğlâk koalisyonları bir araya getirme becerisi bunun nimetlerinden yararlanmasına yol açıyor. Bugün burjuvazi, orta sınıflar ve onlardan geri kalan kesimler arasında ciddi bir destek tabanı yaratan AKP’nin bu hamlelerinin mevcut rejimin ve sistemin temellerini zayıflattığı iddiası gerçek değildir. Sorun rejimin temellerinin zayıflamasından çok, kendilerini bu rejimin koruyucuları olarak vazgeçilmez görenlerin konumlarını yitirme ihtimalleri üzerinden çıkmaktadır.
Kemalizm, iktidarı paylaşmayı önce belli bir toplumsal kimliğin kurulması şartına bağlamıştı. AKP ise demokrasiyi otantik olduğunu iddia ettiği bir başka kimliğin yenilenmesine indirgemekte ve fakat bu kimliğin taşıyıcısı/temsilcisi olarak, iktidar paylaşımını reddetmektedir. AKP’nin izlediği politikaların ana özelliği merkezileşme ve muhafazakârlaşma olması bu yaklaşımın sonucudur. İktidarı tek elde toplayan, yargıyı yürütmenin tahakkümü altına alan ‘’Türk usulü başkanlık sistemi’’birinci yönün örnekleridir. Madde bağımlılığı, suç ve hatta işsizlik meselelerini ahlâki bozukluğa bağlayan demeçler ve giderek artan’’iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama’’eğilimi ise ikincisinin göstergeleridir.
AKP bir merkezde yoğunlaşmış iktidara basit çoğunluklarla erişmeyi ve bu şekilde tüm topluma ayar vermeyi amaçlamaktadır. Sürekli mağduru olduğunu söylediği kutuplaşmayı gezi eylemlerinin öncesinde ve sonrasında ısrarlı ve hevesli bir şekilde sürdürmesi ‘Hâkim Millet’ olarak tanımladığı bu basit çoğunlukla Başkanlık sistemi sayesinde bir merkezde yoğunlaştırılmış iktidara ulaşma stratejisinin yansıması olarak değerlendirilmelidir. AKP’nin yeni gösterim yaratma siyasetinin devleti tarafsız kılma, toplumsal kutuplaşmayı aşma ve özgürleşmeyi gerçekleştirme gibi hedefleri yoktur. AKP o otantik olduğunu iddia ettiği kimliği yüceltmek, yükseltmek Türkiye de sembolik değerler hiyerarşisini yeniden kurmak istemektedir.
‘’Yeni’’ Türkiye’nin ‘’yeni’’ kamusal alanı yine, yeniden devletin alanı olarak kalacaktır. Bu o ‘’pislik’’ denilen CHP zihniyetinin ‘’geçmişte yapılan haksızlıkları gideriyoruz.’’ mazeretiyle yeniden üretilmesi anlamına gelir. AKP bu ‘’otantik’’kimliği iktidarın gücüyle değerli ve saygın kılma projesini savunurken, Kemalizm’e karşı. Ama karşı olduğu ‘’kültürel yabancılaştırma projesi olarak’’ Kemalizm, ‘’siyaset karşıtlığı’’olarak Kemalizm değil. AKP/Erdoğan ‘’Halktan aldığımız vekâlet bize muktedir olmayı emrediyor. Muktedir olmak alınan kararları ve belirlenen vizyonu tavizsiz gerçekleştirmektir.’’biçiminde bir anlayış kuruyor. AKP bu otoriter anlayışını her fırsatta defalarca tekrarlıyor. Üstelik ‘’darbelere karşı olmak yetmez, Milli iradeye de saygılı olmak gerekir.’’ diyerek yapıyor bunu. AKP’nin söyleminde milli irade de kendisi olunca, onun birini bastırıp diğerini yükseltmeyi amaçlayan dışlayıcı politikalarına ve şiddetli söylemine toplumun saygı duymasını istiyor.
İslamcı- milliyetçi muhafazakâr toplum mühendisliği
‘’Yeni bir nesil’’yetiştirmek TC devletinin kuruluşundan beri hâkim zihniyeti yansıtır. Mesele sadece kendine benzer insanlar yetiştirmek değil, kendi ideolojisine bağlı nesiller yetiştirmektir. Sorgulamayan, eleştirmeyen insanlar. AKP de eleştirdiği Kemalist rejim gibi toplum mühendisliği yapmaya girişiyor. Erdoğan ve AKP dini devlet tekelinde ve toplumu din yoluyla denetim altına alarak otoriter ve tek tipçi rejime İslami bir renk verme peşinde. Aldığı destekle AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’üzerine kurulu anlayışın yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. AKP hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaşma her düzeyde kendini hissettiriyor. Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor.
Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor. Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine giren milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir sorun görmüyor. Mevcut cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor. ‘’Topluma hizmet götürme’’görüntüsü altında aslında yeni bir düzen ve görünüş verme hırsının açığa çıkmasıydı. Bu hırs Tayyip Erdoğan’ı kendi çizdiği sınırlar ve biçim aşılmadığı takdirde tahammül eden, ama sınır aşıldığında şiddete başvuran bir otoriteye dönüştürdü.
Aslında Türkiye toplumunda tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan kullandı. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı eylemlerinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor. Tek Adamın daha fazla ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslar arası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor.
27 Mayıs benzetmesine saplanması AKP iktidarının meşruiyet algısını temsil ediyor: Askerî vesayete karşı seçimle gelen iktidarın meşruiyetine indirgenmiş, muhalefeti ve aslında politikayı ortadan kaldırmayı hedefleyen bir otokrasi.  27 Mayıs heyulası, bu tehdit algısını sadece yansıtarak değil, bir meşruiyet kozuna dönüştürerek de ifade ediyor. Aslında Gezi isyanı sürecinde dile getirilen 27 Mayıs tehdidi, ders çıkartılacak bir tecrübe olarak görülüyor. Çünkü 27 Mayıs, sadece Orduyu da içeren veya Ordunun müdahil olduğu muhalefeti ve işin darbeye varması olarak değil, Demokrat Parti iktidarının zaafı olarak da görülüyor. AKP’nin iktidara yerleşme sürecinde kazandığı göreli özgüvene bağlı olarak, daha fazla bu yanından bakılıyor. Menderes’in muhalefeti yeterince ezmemiş, olmasında ki zaafı görüyorlar. “Dik dur eğilme” sloganını çıkartan zihnin gerisinde var olan Menderes’in durumuna düşmemek demek, başka her şeyden önce, muhalefeti ezerken elini ürkek alıştırmamak, “sokağa pabuç bırakmamak” için sokakta kıpırdayan her şeyi gaza, tazyikli suya boğmak demek oluyor. Sevilen, özdeşleştirilen, kötü kaderinden korku duyulan kişi Menderes’tir ama 27 Mayıs değerlendirmesinde, AKP iktidarının zihniyeti aslında DP’nin devlet yüzünü temsil eden, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar da ifadesini buluyor. 27 Mayıs arifesinde protesto gösterileri karşısında ne yapmak gerektiği tartışılırken seçime gitme telkininde bulunulmasına ve Menderes’in de buna yatkın görünmesine Bayar’ın karşı çıktığı söylenir. Protestoları kimsenin gözünün yaşına bakmadan bastırmak, devletin sert yüzünü göstermek gereklidir Cumhurbaşkanı Bayar’a göre. Yani o vakit “Dik dur, eğilme’’durumunda olan, Bayar’dır. AKP iktidarının kışkırttığı polis şiddeti, işte bu Menderes’in kötü kaderini, Bayar zihniyetiyle dağıtma gayretinin ifadesidir. AKP, kendini “yeni” olarak gördüğü ve göstermeyi istediği sıralar, egemen bir hükümet olma gayretinde iken, DP’nin “Yeter, Söz Milletin” sloganının, mazlumluğun ve “demokrasi kahramanları” söylemlerinin ilk halkası saydığı Menderes’in romantizmini yapıyordu. Şimdi, kendini iktidara yerleşmiş görür ve ona sıkı, sıkı sarılırken,  Menderes’i anmaya devam ederken, aklı Celâl Bayar’ın, yani devletin esas sahibinin aklıdır.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelmektedir. Yine, yeniden İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemliğine alabildiğine polis terörüyle saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmasında daha dizginsiz bir yola girilecek, yine kentlere kendi ideolojik damgasını basma yolunda fren mekanizmaları devreden çıkarılacak ve genel olarak da tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir. Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağını, Tek adam rejimini yeniden tesis etmeye çalışan siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.
İslami- milliyetçi sınıfsal kültürel hegemonya
Şimdilerde söz konusu muhafazakârlığın şu önümüzdeki yıllar içinde söz konusu kesimin içinden geçmek zorunda olacağı bir evrim daha doğrusu bir varoluş tarzının seçimi, tercih süreci var. AKP iktidarının bu üçüncü dönemi bu sürecin ilk ve kritik eşiği olacaktır. ‘’Yeni Anayasanın’’ hazırlanması faaliyetini resmen yürürlüğe koymayı ağırdan alan AKP ve liderinin şu son iki yıldır parti ve hükümet olarak salt siyasi sorunlardan daha çok sosyolojik, kültürel alanlarda ki düzenlemelere ağırlık vermesi de bunu zorlamaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu son döneminde bir siyasi liderden çok hayat tarzı, davranış ölçütleri konusunda vaazları ile dikkat çekmesi ve bunları yaparken milliyetçi muhafazakârlığın geleneksel referanslarını vurgulaması, geçmiş tasvirine dayanan bir gelecek ve varoluş perspektifi sunma çabası sırf onun ve partisinin siyasal rejim hesaplarına odaklı sayılamaz. Bu çaba ve hamlelerin asıl amacı ‘’yeni anayasa’’ile kurulacak rejimin omurgasını oluşturacak Sünni-Türk çekirdekli çoğunluğun olabildiği kadar geleneksel muhafazakârlığın kalıpları içinde davranıp düşünecek bir çoğunluk olarak teşekkül etmesini sağlamaktır. Ancak AKP ve lideri, değil Türkiye toplumunun, kendilerine oy verenlerin çoğunluğunun da ‘’henüz’’bu kıvamda olmadığının farkındadır. Her ne kadar AKP’nin parti aygıtını ve seçmen kitlesinin hareket ettirici noktalarında İslami-Sünni muhafazakâr kesimden gelenler ağırlıkta olsalar da, sayıca daha büyük bir kesim, on yıllık AKP iktidarına rağmen hâlâ ortalama faydacı muhafazakârlık o eklektik hayat ve varoluş tarzını sürdürmektedir.
Bugün adına demokratikleşme denilen süreçte de sınırlar girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz. Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bugün’’ Demokrasi paketiyle’’sağlanmak istenende budur.  Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte giden demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar.
Sonuç olarak kısmi bir İslamileşmeye paralel olarak derin bir kapitalistleşme yaşıyoruz. Bu kapitalistleşmenin ana mimarı eski İslamcılar üstelik bu kapitalistleşmeyi başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar halka benimsetmiş durumdalar. Çünkü onun gibi namaz kılıyor, onun geldiği mahallelerden geliyorlar. Dünyanın her yerinde kitlesel direnişle karşılaşan NEO-liberalleşmenin, Türkiye de sınırlı direniş görmesinin sırrı bu. Sermayenin hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemde’’ modern İslam’’ belki de ilk kez kitleselleşme potansiyeline kavuşuyor. Bu yeni din anlayışıyla birlikte kapitalizm’in hukuku da din tarafından onaylanan bir hukuk haline geliyor. Sonuç olarak merkez sağ partilerin ‘’liberal’’kanatlarının, liberal aydınların, sermayenin dışa dönük kesimlerinin yıllardır söylediklerinin İslami söylemlerle gürleştiği duyuluyor.
1990ların siyasi konjonktürü, Türkiye de sermaye sahibi sınıfın 12 Eylül’ün ardından rızaya dayalı hegemonyacı bir iktidar kurmakta başarısız olduğunu ortaya koymuştur. 28 Şubat’ın ardından ortaya çıkan neo-liberal İslamcı iktidar bloğu tamda bu ihtiyaca cevap vererek ‘’muhafazakâr demokratlık’’ekseninde uzlaşma aralığı bulmuştur. Bugün emekçi sınıfların ‘’itaat ve rızası’’bu iktidar bloğunun yarattığı tecrübe ve ilişki biçimlerinde yeniden üretiliyor. Yeni muhafazakâr ideolojisiyle, NEO- liberal programıyla ve emekçi sınıfların aşağılanma/dışlanmaya karşı tepkilerini sözle, simgesel eylemlerle ve liderinin vücut diliyle dile getiren AKP Türk sağının geleneksel parçalı yapısını yeniden ama farklı bir kompozisyonla yeniden kurmuş durumdadır. Siyasal konjonktürün gereklerine uygun olarak bu koalisyonun ayaklarından birine veya diğerine ağırlık vererek iktidarını sürdürüyor.
Esnekliğe bağlı olarak çalışma ilişkilerinin çerçevesinde enformelliğin hâkimiyet’i söz konusu olmakta, emek üzerinde ki kontrol gündelik hayatı da sarıp sarmalayan ‘’İslami milliyetçi muhafazakâr kültürel hegemonya’’ile sağlanmaktadır. Ancak bu hegemonyayı kırabilecek gelişmelerde mevcut olsa da İşçi sınıfı içinde tâbi olmanın mantığı üzerinde kurulan ve dindar muhafazakârlık temelinde şekillenen bir hegemonyacı kültürün varlığı görülüyor. Bu şekilde mevcut ilişkiler meşrulaştırılırken, bunun dışına çıkan girişimler dışlanmıştır.
Üstelik bu meşruiyet sadece çalışma hayatına ilişkin değildir. Bu hegemonyacı kültür aynı zamanda gündelik hayatı kuşatarak iş dışı yaşamın referanslarını da belirlemektedir. Bunun sonucu olarak işçi sınıfı kültürü hâkim sınıfın uyumcu kalıplarına sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum kapitalistlere emeğin kontrolünü sağlamak için kullanışlı olabilecek dini dayanaklar sunmakta, işverenlerin çıkar ve yaptırımları İslami kaidelere uygunluğu sağlanarak meşrulaştırmaktadır. Bu çerçevede bu birikim rejimine uygun olarak yerel düzeyde oluşan cemaat tipi ilişki ağları emekçi sınıflar üzerinde kurulan baskının ve rızanın araçları haline geliyor. Öyle ki hemşeri cemaatleri, etnik cemaatler hatta akraba grupları belirli alanlarda ücretlilik biçimlerinin ya da siyasal kararların yönünü belirleyebilecek durumdadırlar. İş bulma, işçi bulmaya varan işler bu cemaatlerde oluşan etnik elitler hemşerilik bağı vasıtasıyla siyasal temsilin meşruiyetini oluşturmaktadır. Benzer şekilde yerel düzeyde yüz, yüze ilişkilerin gücüyle dini değerlere bağlı cemaatlerde neo-liberal birikim rejimini meşru kılan bu hegemonyanın yenileme unsurlarından biri olarak işlev görmektedir. Bu doğrultuda neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun meşruiyetinin kökeninde olan İslam’ın sağladığı referanslar özel bir önem taşımaktadır.
Kapitalist rekabet ve kâr güdüsünün sürmesi hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını, işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal yardımların azalmasını gerektiriyor. Bu ilişkiler parça, parça değiştirilemez. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme,  kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını ezilen sınıfların alacakları tutum belirleyecektir. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm bürokrasilere karşı ve devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte olduğundan daha fazla hissediliyor. Bunu açığa çıkarmak, uygulamaya geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Hiç yorum yok: