Ahmet Doğançayır
AKP Türkiye ye bir damga vurmak
istiyor, dolayısıyla iktidarı devam ettikçe değerlenecek sağcı,
muhafazakâr dindar, mukaddesatçı bir kimliği saygın ve üstün kılmaya
çalışıyor.
Bunu başarmak için de bir yandan giderek artan oranda ‘’iktidar bağımlısı’’hale gelirken, diğer yandan da laik yaşam tarzlarını ve onun temsilcilerini aşağılıyor.
AKP ideolojik bağları, siyasal sosyalleşmesi ve bilinçli tercihi nedeniyle Kemalizm’i aşmaktan çok, Kemalizm’e karşı çıkmayı ve bu karşı çıkışla her defasında daha çok parçası olduğu Kemalist mirası kabullenmekten çok reddetmeyi politikasının ana unsuru haline getiriyor. Kimi partililer tarafından ‘’Vizyon siyaseti veya yüksek siyaset’’ olarak adlandırılan AKP siyaseti aslında Kemalizm’in neden olduğu yabancılaşmış toplum kesimlerinin kesinlikle yabancı olduğunu teyit etmeyi amaçlamakta, yani Kemalist biçimleri muhafazakâr, mukaddesatçı bir içerikle yeniden üretmektedir. Zaten Muhafazakârlık, Türkiye de “İslamcıların” ve milliyetçilerin en yetkin temsilcisi olma hususunda yarıştıkları alan olan ortak değerler ve kültürler alanı, onların aynı zamanda beslendikleri ortak alanlardır. Muhafazakârlık her iki ideolojinin temsilcisi iddiasını taşımıştır.
AKP hamleleriyle Türkiye’nin
sınıfsal yapısındaki değişimlerden kaynaklanan beklentilerin sözcüsü
olmak gibi son derece önemli bir avantajı eline geçirmeye çalışıyor. AKP
giderek belirginleşen iktisadi ve politik egemenlerin sözcüsü ve öncüsü
olarak kalıcılaşmak istiyor. Türkiye’nin Batıcı ve laik kimlikleriyle
öne çıkan şu andaki iktisadi egemen sınıfları ve onların devlet ve
yerleşik siyaset içindeki müttefiklerinin ağırlık merkezini korusalar
bile, bu iktidar alanını şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yoğun biçimde
İslamcı milliyetçi muhafazakârlarla paylaşmak zorunda oldukları
görülüyor. Yaşanacak gelişmelerin ne şekilde olacağı özellikle
kapitalist dünya sistemindeki dalgalanmalarla yakından ilişkili. Yine de
Türkiye’de burjuva sınıflarda bir kabuk değişiminin yaşandığı ve bu
sürecin daha da derinleşeceğinden bahsedilebilir. Özal’la beraber
başlayan Batıcı-laik(kimilerine göre liberal)ve milliyetçi muhafazakâr
kanatlar arasında Müslüman kimlik belirgin halde tutularak kurulan denge
siyaseti bugün AKP tarafından uygulanıyor, gevşek ve bir o kadar da
muğlâk koalisyonları bir araya getirme becerisi bunun nimetlerinden
yararlanmasına yol açıyor. Bugün burjuvazi, orta sınıflar ve onlardan
geri kalan kesimler arasında ciddi bir destek tabanı yaratan AKP’nin bu
hamlelerinin mevcut rejimin ve sistemin temellerini zayıflattığı iddiası
gerçek değildir. Sorun rejimin temellerinin zayıflamasından çok,
kendilerini bu rejimin koruyucuları olarak vazgeçilmez görenlerin
konumlarını yitirme ihtimalleri üzerinden çıkmaktadır.
Kemalizm, iktidarı paylaşmayı
önce belli bir toplumsal kimliğin kurulması şartına bağlamıştı. AKP ise
demokrasiyi otantik olduğunu iddia ettiği bir başka kimliğin
yenilenmesine indirgemekte ve fakat bu kimliğin taşıyıcısı/temsilcisi
olarak, iktidar paylaşımını reddetmektedir. AKP’nin izlediği
politikaların ana özelliği merkezileşme ve muhafazakârlaşma olması bu
yaklaşımın sonucudur. İktidarı tek elde toplayan, yargıyı yürütmenin
tahakkümü altına alan ‘’Türk usulü başkanlık sistemi’’birinci yönün
örnekleridir. Madde bağımlılığı, suç ve hatta işsizlik meselelerini
ahlâki bozukluğa bağlayan demeçler ve giderek artan’’iyiliği emretme,
kötülüğü yasaklama’’eğilimi ise ikincisinin göstergeleridir.
AKP bir merkezde yoğunlaşmış
iktidara basit çoğunluklarla erişmeyi ve bu şekilde tüm topluma ayar
vermeyi amaçlamaktadır. Sürekli mağduru olduğunu söylediği kutuplaşmayı
gezi eylemlerinin öncesinde ve sonrasında ısrarlı ve hevesli bir şekilde
sürdürmesi ‘Hâkim Millet’ olarak tanımladığı bu basit çoğunlukla
Başkanlık sistemi sayesinde bir merkezde yoğunlaştırılmış iktidara
ulaşma stratejisinin yansıması olarak değerlendirilmelidir. AKP’nin yeni
gösterim yaratma siyasetinin devleti tarafsız kılma, toplumsal
kutuplaşmayı aşma ve özgürleşmeyi gerçekleştirme gibi hedefleri yoktur.
AKP o otantik olduğunu iddia ettiği kimliği yüceltmek, yükseltmek
Türkiye de sembolik değerler hiyerarşisini yeniden kurmak istemektedir.
‘’Yeni’’ Türkiye’nin ‘’yeni’’
kamusal alanı yine, yeniden devletin alanı olarak kalacaktır. Bu o
‘’pislik’’ denilen CHP zihniyetinin ‘’geçmişte yapılan haksızlıkları
gideriyoruz.’’ mazeretiyle yeniden üretilmesi anlamına gelir. AKP bu
‘’otantik’’kimliği iktidarın gücüyle değerli ve saygın kılma projesini
savunurken, Kemalizm’e karşı. Ama karşı olduğu ‘’kültürel
yabancılaştırma projesi olarak’’ Kemalizm, ‘’siyaset karşıtlığı’’olarak
Kemalizm değil. AKP/Erdoğan ‘’Halktan aldığımız vekâlet bize muktedir
olmayı emrediyor. Muktedir olmak alınan kararları ve belirlenen vizyonu
tavizsiz gerçekleştirmektir.’’biçiminde bir anlayış kuruyor. AKP bu
otoriter anlayışını her fırsatta defalarca tekrarlıyor. Üstelik
‘’darbelere karşı olmak yetmez, Milli iradeye de saygılı olmak
gerekir.’’ diyerek yapıyor bunu. AKP’nin söyleminde milli irade de
kendisi olunca, onun birini bastırıp diğerini yükseltmeyi amaçlayan
dışlayıcı politikalarına ve şiddetli söylemine toplumun saygı duymasını
istiyor.
İslamcı- milliyetçi muhafazakâr toplum mühendisliği
‘’Yeni bir nesil’’yetiştirmek TC
devletinin kuruluşundan beri hâkim zihniyeti yansıtır. Mesele sadece
kendine benzer insanlar yetiştirmek değil, kendi ideolojisine bağlı
nesiller yetiştirmektir. Sorgulamayan, eleştirmeyen insanlar. AKP de
eleştirdiği Kemalist rejim gibi toplum mühendisliği yapmaya girişiyor.
Erdoğan ve AKP dini devlet tekelinde ve toplumu din yoluyla denetim
altına alarak otoriter ve tek tipçi rejime İslami bir renk verme
peşinde. Aldığı destekle AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam
alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin
uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden
biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’üzerine kurulu anlayışın
yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. AKP
hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama
teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye
başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat
sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada
etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar
yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya
teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaşma her düzeyde kendini
hissettiriyor. Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının
gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor.
Tayyip Erdoğan için düşüncesine
uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun
milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket
ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu
değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş
bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş
sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir
hâkim millet anlayışı sergiliyor. Milli irade diye tanımladığı şey ise
ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman-
Sünni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla
kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar
olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına
giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine
giren milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak
tanımlamakta bir sorun görmüyor. Mevcut cumhuriyetin yurttaşlarının
sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları
ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla
açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor.
Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi
çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi
hedefliyor. Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin
iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını
kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır
otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle
sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor. ‘’Topluma
hizmet götürme’’görüntüsü altında aslında yeni bir düzen ve görünüş
verme hırsının açığa çıkmasıydı. Bu hırs Tayyip Erdoğan’ı kendi çizdiği
sınırlar ve biçim aşılmadığı takdirde tahammül eden, ama sınır
aşıldığında şiddete başvuran bir otoriteye dönüştürdü.
Aslında Türkiye toplumunda tek
adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil
yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter
yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan kullandı. Bu zihniyetin
temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını
temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete
kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı
eylemlerinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir
otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de
ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin
iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor. Tek Adamın daha
fazla ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını
yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri
artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslar arası
işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden,
afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli
güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku
reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini
olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya
çalışıyor.
27 Mayıs benzetmesine saplanması
AKP iktidarının meşruiyet algısını temsil ediyor: Askerî vesayete karşı
seçimle gelen iktidarın meşruiyetine indirgenmiş, muhalefeti ve aslında
politikayı ortadan kaldırmayı hedefleyen bir otokrasi. 27 Mayıs
heyulası, bu tehdit algısını sadece yansıtarak değil, bir meşruiyet
kozuna dönüştürerek de ifade ediyor. Aslında Gezi isyanı sürecinde dile
getirilen 27 Mayıs tehdidi, ders çıkartılacak bir tecrübe olarak
görülüyor. Çünkü 27 Mayıs, sadece Orduyu da içeren veya Ordunun müdahil
olduğu muhalefeti ve işin darbeye varması olarak değil, Demokrat Parti
iktidarının zaafı olarak da görülüyor. AKP’nin iktidara yerleşme
sürecinde kazandığı göreli özgüvene bağlı olarak, daha fazla bu yanından
bakılıyor. Menderes’in muhalefeti yeterince ezmemiş, olmasında ki zaafı
görüyorlar. “Dik dur eğilme” sloganını çıkartan zihnin gerisinde var
olan Menderes’in durumuna düşmemek demek, başka her şeyden önce,
muhalefeti ezerken elini ürkek alıştırmamak, “sokağa pabuç bırakmamak”
için sokakta kıpırdayan her şeyi gaza, tazyikli suya boğmak demek
oluyor. Sevilen, özdeşleştirilen, kötü kaderinden korku duyulan kişi
Menderes’tir ama 27 Mayıs değerlendirmesinde, AKP iktidarının zihniyeti
aslında DP’nin devlet yüzünü temsil eden, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar da
ifadesini buluyor. 27 Mayıs arifesinde protesto gösterileri karşısında
ne yapmak gerektiği tartışılırken seçime gitme telkininde bulunulmasına
ve Menderes’in de buna yatkın görünmesine Bayar’ın karşı çıktığı
söylenir. Protestoları kimsenin gözünün yaşına bakmadan bastırmak,
devletin sert yüzünü göstermek gereklidir Cumhurbaşkanı Bayar’a göre.
Yani o vakit “Dik dur, eğilme’’durumunda olan, Bayar’dır. AKP
iktidarının kışkırttığı polis şiddeti, işte bu Menderes’in kötü
kaderini, Bayar zihniyetiyle dağıtma gayretinin ifadesidir. AKP, kendini
“yeni” olarak gördüğü ve göstermeyi istediği sıralar, egemen bir
hükümet olma gayretinde iken, DP’nin “Yeter, Söz Milletin” sloganının,
mazlumluğun ve “demokrasi kahramanları” söylemlerinin ilk halkası
saydığı Menderes’in romantizmini yapıyordu. Şimdi, kendini iktidara
yerleşmiş görür ve ona sıkı, sıkı sarılırken, Menderes’i anmaya devam
ederken, aklı Celâl Bayar’ın, yani devletin esas sahibinin aklıdır.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen
AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal
muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de
kendi burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden
siyasi hamleler yapmaya yönelmektedir. Yine, yeniden İşçi hareketine,
sosyalist muhalefete, sokak eylemliğine alabildiğine polis terörüyle
saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr
girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma
yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmasında daha dizginsiz
bir yola girilecek, yine kentlere kendi ideolojik damgasını basma
yolunda fren mekanizmaları devreden çıkarılacak ve genel olarak da tüm
bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran
hoyratça ezilecektir. Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek
üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak
uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette
karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun
Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve
otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son
vermeyi başarıp başaramayacağını, Tek adam rejimini yeniden tesis
etmeye çalışan siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç,
cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.
İslami- milliyetçi sınıfsal kültürel hegemonya
Şimdilerde söz konusu
muhafazakârlığın şu önümüzdeki yıllar içinde söz konusu kesimin içinden
geçmek zorunda olacağı bir evrim daha doğrusu bir varoluş tarzının
seçimi, tercih süreci var. AKP
iktidarının bu üçüncü dönemi bu sürecin ilk ve kritik eşiği olacaktır.
‘’Yeni Anayasanın’’ hazırlanması faaliyetini resmen yürürlüğe koymayı
ağırdan alan AKP ve liderinin şu son iki yıldır parti ve hükümet olarak
salt siyasi sorunlardan daha çok sosyolojik, kültürel alanlarda ki
düzenlemelere ağırlık vermesi de bunu zorlamaktadır. Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu son döneminde bir siyasi liderden çok hayat tarzı,
davranış ölçütleri konusunda vaazları ile dikkat çekmesi ve bunları
yaparken milliyetçi muhafazakârlığın geleneksel referanslarını
vurgulaması, geçmiş tasvirine dayanan bir gelecek ve varoluş perspektifi
sunma çabası sırf onun ve partisinin siyasal rejim hesaplarına odaklı
sayılamaz. Bu çaba ve hamlelerin asıl amacı ‘’yeni anayasa’’ile
kurulacak rejimin omurgasını oluşturacak Sünni-Türk çekirdekli
çoğunluğun olabildiği kadar geleneksel muhafazakârlığın kalıpları içinde
davranıp düşünecek bir çoğunluk olarak teşekkül etmesini sağlamaktır.
Ancak AKP ve lideri, değil Türkiye toplumunun, kendilerine oy verenlerin
çoğunluğunun da ‘’henüz’’bu kıvamda olmadığının farkındadır. Her ne
kadar AKP’nin parti aygıtını ve seçmen kitlesinin hareket ettirici
noktalarında İslami-Sünni muhafazakâr kesimden gelenler ağırlıkta
olsalar da, sayıca daha büyük bir kesim, on yıllık AKP iktidarına rağmen
hâlâ ortalama faydacı muhafazakârlık o eklektik hayat ve varoluş
tarzını sürdürmektedir.
Bugün adına demokratikleşme
denilen süreçte de sınırlar girilen aşamanın izlediği yolla ilgili
değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki
her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip
çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında
‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin
temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya
çıkmaz. Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek
yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin
‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bugün’’ Demokrasi
paketiyle’’sağlanmak istenende budur. Neo-liberalizm ve sermayenin
küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin
güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur.
Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi
kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme
kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte giden demokratikleşme
süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım
demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa
yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar.
Sonuç olarak kısmi bir İslamileşmeye paralel olarak derin bir
kapitalistleşme yaşıyoruz. Bu kapitalistleşmenin ana mimarı eski
İslamcılar üstelik bu kapitalistleşmeyi başka hiç kimsenin yapamayacağı
kadar halka benimsetmiş durumdalar. Çünkü onun gibi namaz kılıyor, onun
geldiği mahallelerden geliyorlar. Dünyanın her yerinde kitlesel
direnişle karşılaşan NEO-liberalleşmenin, Türkiye de sınırlı direniş
görmesinin sırrı bu. Sermayenin hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemde’’
modern İslam’’ belki de ilk kez kitleselleşme potansiyeline kavuşuyor.
Bu yeni din anlayışıyla birlikte kapitalizm’in hukuku da din tarafından
onaylanan bir hukuk haline geliyor. Sonuç olarak merkez sağ partilerin
‘’liberal’’kanatlarının, liberal aydınların, sermayenin dışa dönük
kesimlerinin yıllardır söylediklerinin İslami söylemlerle gürleştiği
duyuluyor.
1990ların siyasi konjonktürü,
Türkiye de sermaye sahibi sınıfın 12 Eylül’ün ardından rızaya dayalı
hegemonyacı bir iktidar kurmakta başarısız olduğunu ortaya koymuştur. 28
Şubat’ın ardından ortaya çıkan neo-liberal İslamcı iktidar bloğu tamda
bu ihtiyaca cevap vererek ‘’muhafazakâr demokratlık’’ekseninde uzlaşma
aralığı bulmuştur. Bugün emekçi sınıfların ‘’itaat ve rızası’’bu iktidar
bloğunun yarattığı tecrübe ve ilişki biçimlerinde yeniden üretiliyor.
Yeni muhafazakâr ideolojisiyle, NEO- liberal programıyla ve emekçi
sınıfların aşağılanma/dışlanmaya karşı tepkilerini sözle, simgesel
eylemlerle ve liderinin vücut diliyle dile getiren AKP Türk sağının
geleneksel parçalı yapısını yeniden ama farklı bir kompozisyonla yeniden
kurmuş durumdadır. Siyasal konjonktürün gereklerine uygun olarak bu
koalisyonun ayaklarından birine veya diğerine ağırlık vererek iktidarını
sürdürüyor.
Esnekliğe bağlı olarak çalışma
ilişkilerinin çerçevesinde enformelliğin hâkimiyet’i söz konusu olmakta,
emek üzerinde ki kontrol gündelik hayatı da sarıp sarmalayan ‘’İslami
milliyetçi muhafazakâr kültürel hegemonya’’ile sağlanmaktadır. Ancak bu
hegemonyayı kırabilecek gelişmelerde mevcut olsa da İşçi sınıfı içinde
tâbi olmanın mantığı üzerinde kurulan ve dindar muhafazakârlık temelinde
şekillenen bir hegemonyacı kültürün varlığı görülüyor. Bu şekilde
mevcut ilişkiler meşrulaştırılırken, bunun dışına çıkan girişimler
dışlanmıştır.
Üstelik bu meşruiyet sadece
çalışma hayatına ilişkin değildir. Bu hegemonyacı kültür aynı zamanda
gündelik hayatı kuşatarak iş dışı yaşamın referanslarını da
belirlemektedir. Bunun sonucu olarak işçi sınıfı kültürü hâkim sınıfın
uyumcu kalıplarına sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum
kapitalistlere emeğin kontrolünü sağlamak için kullanışlı olabilecek
dini dayanaklar sunmakta, işverenlerin çıkar ve yaptırımları İslami
kaidelere uygunluğu sağlanarak meşrulaştırmaktadır. Bu çerçevede bu
birikim rejimine uygun olarak yerel düzeyde oluşan cemaat tipi ilişki
ağları emekçi sınıflar üzerinde kurulan baskının ve rızanın araçları
haline geliyor. Öyle ki hemşeri cemaatleri, etnik cemaatler hatta akraba
grupları belirli alanlarda ücretlilik biçimlerinin ya da siyasal
kararların yönünü belirleyebilecek durumdadırlar. İş bulma, işçi bulmaya
varan işler bu cemaatlerde oluşan etnik elitler hemşerilik bağı
vasıtasıyla siyasal temsilin meşruiyetini oluşturmaktadır. Benzer
şekilde yerel düzeyde yüz, yüze ilişkilerin gücüyle dini değerlere bağlı
cemaatlerde neo-liberal birikim rejimini meşru kılan bu hegemonyanın
yenileme unsurlarından biri olarak işlev görmektedir. Bu doğrultuda
neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun meşruiyetinin kökeninde olan
İslam’ın sağladığı referanslar özel bir önem taşımaktadır.
Kapitalist rekabet ve kâr
güdüsünün sürmesi hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını,
işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal
yardımların azalmasını gerektiriyor. Bu ilişkiler parça, parça
değiştirilemez. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal
servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur. Dua ve tevekkülle
yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası daha da derinleşeceği
görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı zaman
gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle
davranan kapitalist sisteme, kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin
gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını
ezilen sınıfların alacakları tutum belirleyecektir. Çalışan
insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme
yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm
bürokrasilere karşı ve devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte
olduğundan daha fazla hissediliyor. Bunu açığa çıkarmak, uygulamaya
geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve
ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder