22 Kasım 2013 Cuma

Bir Çatı Partisi Deneyi: ÖDP


Rıza Aydın
ÖDP öncesinde de, ÖDP’de de çeşitli seçim deneyleri yaşamıştım; Yüzde 10 ( %10) barajı olduğu sürece, oy istemenin, bizi sevenlere “bizim gül hatırız için, bu defada oyunuzu bize verin, oyunuz boşa gidecekse de gitsin” demenin dayanılmaz sıkıntısını çekiyordum.
babil
Bir çare olarak aklıma, bağımsız adaylarla seçimlere girerek bizi kahreden, bu kahrolası seçim barajlarını yıkma, bunu savuşturma yollarını aramak geldi. Bağımsız adaylarla seçimlere girip, farklı dinamikleri harekete geçirerek bu barajları yıkacağımıza inandım bir kere.
Sonra, bunun üzerine uzun uzun düşündüm, hayaller kurdum. Bu düşüncelerimi seçim öncesi yapılacak ÖDP kongresine getirmek için, önce İstanbul’daki arkadaşlarımla konuşup, paylaşayım diye yakinen takip ettiğim, kendime düşünsel olarak ta yakın bulduğum derginin yapacağı bir toplantıya katılmak için Şarkışla’dan kalkıp ta İstanbullara gittim. Yolda giderken bir yandan da, oradaki arkadaşların konuları nasıl etüt ettiklerini içten içe merak ediyordum. Toplantının gündeminde seçimler –sanırım- yoktu. Gündem oluşturulurken, seçimlere bağımsız adaylarla girme önerimi söyleyip, bunu da konuşalım dedim. Aman Allah’ım, böylesi basit bir öneriyi ağzıma aldığım için nerdeyse pişman oldum; ağır aydın havalarında konuşulan bunca önemli konu içinde buda nereden çıktı der gibi, konu –resmi- gündeme bile alınmadan geçiştirildi. Neredeyse böyle bir konuyu ağzıma alır gibi olduğum için utanmam gerektiğini söyleyeceklerdi. Gerekçede bağımsız adaylar koyup birilerinin karizmasını parlatırsak, bir daha onları kontrol altında tutamayız, onun yada onların karizması bir daha disiplin altına alınmaz, başımıza bela olurlar vari aklımın almadığı sözlerdi. Şaşırıp kalmış, her anlamda sukut-ı hayale uğramıştım1..
Sonra –fırsat buldukça- düşündüm, biz devrimci kavgamızı sürdürürken her birimizin müthiş karizması vardı, halada var. Biz büyük bir aşkla bağlı olduğumuz bu yolda inançlarımız sayesinde içimizden geldiği için öz bir disiplinle bir birimize, kendi değerlerimize bağlı kalıyorduk, bu kavgada da, işkencede de böyleydi; yoksa manyotalar bağlanıp, yumuşak yumuşak coplar değdirilince bir yerlerimize hangi disiplin tutabilirdi bizi, nasıl direnirdik o işkencelere. Bizi hiç bir güç, hiç bir otorite burada tutmuyordu ki, tutamazdı da. Biz içimizden geldiği için, kendi kendimize böyleydik. Biliyorduk ki disiplin dıştan gelen bir tazzikle yapılırsa bir dayatma olur, bu özden gelen bir bağlılığın sonucu olmalı, kendi özgür irademizin seçimiyle uyuşmalıdır, yoksa bir dayatma, bir boyunduruk olur. Değerlerimize büyük bir aşkla bağlılık, paha biçilemeyecek, hiçbir şeyle alınıp satılamayacak olan bir değerimizdi bizim. Bu disiplinde ne, kontrolde tutulma ne “bilmediğim”, anlayamadığım, kavramlardı, doğal olarak anlayamadım da. Galiba bunu anlayamadığım için de, orda konuşulan hiçbir şeyi de anlayamıyordum sanki, sanki orda başka bir dilden başka bir şeyler konuşuluyordu da ben duymuyordum, yada duyuyordum da anlayamıyordum; sonra o hayal kırıklığı ile gerisin geri dönüp o bildiğim havaların çalıp bildiğimiz şekilde oynadığımız yerlere geldim.
Kar yağıp ta yollarımı tuttuğundan kongreye gelememiştim. Kongrede bağımsız adaylarla seçimlere girme taktikleri üzerine konuşulmamış; konuşulmadığı içinde her hangi bir kararda alınmamış. Sonra, eksik olmasınlar, iki profesörün seçimlere sosyalistlerin bağımsız adaylarla girip sonuç alacağını anlatan yazıları yayınlanınca, bu herkes tarafından tartışılmaya başlandı2; bunun üzerine ÖDPliler de bu konuyu konuşup şurada burada gayri resmi olarak tartışma durumunda kaldılar; ama “yumurta kapıya dayanana” kadar bunu resmi olarak parti gündemine alıp, konferanslar düzenleyip yada parti meçlisine taşıyarak tartışmadılar. Bu yüzdende sürecin sonundan, gelişmelerin peşinden sürünmek durumunda kaldık. Gerçekler bazen kendini gösterip kabul ettirmede böylesi inatçılıklar yapacağını gösterircesine, bu defa elini çabuk tutup kendini dayattı; bu yüzden konu bizi bu kadar çabuk etkiledi, şimdi tartışır durumdayız.
Bu taktiğin uygulanmasında nüans denilecek farklı düşüncelerim, çekincelerim vardı doğrusu. Şöyle ki, ben bunun bir örgütsüzlüğe meydan vermemesi için, bu seçimlerde bazı partilerin başarıyla uyguladığı gibi; partinin değişik inisiyatiflerle görüşüp farklı mekanizmaların dinamiğini bu sürece dahil edecek şekilde görüşmeler yaparak adaylarını belirlemesini, o adayları bağımsız olarak göstermesini düşünüyordum. Bu örgütsüzlüğe, böylesi bir durumlar olunca tanınmış bazı simaların çıkıp, öncülük ederek sorunu çözeceği, örgütlenmeyi gereksiz gösterecek, bir yanılsamaya dönüşerek kendiliğindenciliğe, örgütsüzlüğe meydan vermemeliydi. Ama ne olursa olsun seçimlere, % 10 barajından dolayı bağımsız adaylarla girmek doğru bir taktikti. Bu doğruluğunu da, imkanlı olduğunu da gösterdi.
Şimdi, söylenilen iddialara göre, Ufuk –Uras- bu taktiğin hayata geçmesi için, kendini ortaya koyarak, parti bunu ( bağımsız adaylığımı) kabul etmezse, partiden istifa ederim diye parti kurullarında zorlayıcı olmuş. Bu olmuş mu, olmamış mı bilmiyorum ama ben bunu olmuşsa da normal kabul ediyorum. Lenin 1917 Nisanında – Alman Genelkurmayının organize ettiği diplomatik mühürlü, o meşhur trenle- Rusya’ya geldiğinde kendilerine “Eski Bolşevikler” diyen yoldaşlarıyla hayati önemde farklı bir yol, farklı taktikler öneriyordu. Lenin önerilerinin Merkez Komitede kabul edilmesi için, partiden istifa mektubunu cebine koyar, arkadaşlarına önerisi kabul edilmezse, partiden ayrılıp başka bir parti kurarak yoluna devam edeceğini söyleyerek arkadaşlarını zorlar; sonunda da önerisini kabul ettirir. Bu meşru bir yoldur. İnanan bir lider yada devrimci görüşlerini meşru yollardan savunarak yoldaşlarına kabul ettirmeye çalışır. Burada gayri ahlaki bir şey yoktur; tabi bence. Ufuk kimseye silah çekmemiş, kimseye rüşvet teklif etmemiş, kendini dayatan doğru bir taktiği kabul ettirmeye uğraşmış; sonunda da kabul ettirip başarılı olmuş o kadar; Ufuk sınıf işbirliği yapmamış, partiyi lav etmemiş, partideki bir gurubu tasfiye etmemiş yada etmeye kalkışmamış, kendisine karşı olup da kendini eleştirenlerin sesini kısmaya çalışmamış, böylesi eğilimleri olsa yada bunlara yeltenseydi, parti organlarının hiçbir yerinde ciddiye bile alınmazdı; ayrıca şu hiç unutulmasın ki, bu partide karizmanın da bir haddi hududu vardır, tıpkı bu partinin de, bu partililerinde devrici sınıf refleksleri olduğu gibi.
Çözmem gereken ailevi bir sorun çıktığı için, seçimlerde oy verme gününden bir hafta kadar önce Ankara’ya gitmek durumunda kaldım; sağ olsun arkadaşlarımda anlayış gösterdi(ler), onlarında oluruyla seçim bölgemi terk edip –Ankara’ya- Ablam gile geldim. Ablam beni görür görmez daha ayağımın tozunu çırpmadan, “hiç kusura bakma …, sana bir şey söyleyeceğim, bu defa bizi hiç boşu boşuna zorlama, oyumuzu ÖDP ye verip boşa atmayacağız; Aha bağımsız adaylar var, adamların kazanma şansıda var, gel bu defada sen bizi dinle, oyumuzu buraya verelim” dedi; sanki yeğenlerim içimden geçeni okur gibi, “dayı süreç doğruysa, sizin partiniz bunu görememişse, yanlış yapmaya diretiyorsa, önümüzü açacak bu süreci niye desteklemeyelim, böyle şey olur mu?” diye savunmaya başladılar. “Kendi parti çalışmanızı yapın, propagandanızı yapın ama, oyunuzu da getirip bağımsız adaylara verin, şunları seçtirelim, oylarımız bu defa işe yarasın” dediler3; ne diyebilirdim ki. Bu türden eleştirilerle, uyarılarla birçok dost çevresinde karşılaştık, zorlandık. Doğrusu da buydu ama, bunu ÖDP kongresinde konuşmamıştık, böyle bir karar yoktu, bu yüzden de bunu kabul etmeyenler vardı. Şimdi ÖDP Kongresinde bunları tartışacağız. Şimdi ÖDP’de ki – hiç yanlış yapmayan- bazı arkadaşlarımız, biz seçimlere bağımsız adaylarla girme seçeneğini önceden görüp, düşünemediğimiz için, gelişmelerin peşinden sürüklendik, insiyatif gösteremedik, sürecin dışında kaldığımızdan yanlışlar yaptık, yanlışlar yapıldı diyecekleri yerde, bizden izin alınmadan, gelip bize danışılmadan, nasıl böyle bir taktik uygulanırda seçimlerde baraj yıkılır dercesine kazan kaldırıyorlar. Bunun için geçmişteki günah defterlerini araştırıp karıştırıyorlar, geçmiş dosyaları yeniden kurcalamaya çalışıyorlar4 vs. vs, nasıl olsa –Kireman Katipleri boş duracak değil ya – herkesin bir günahı vardır zahir. Şimdi işte böylesi sıkıntılı bir sürecin içinden geçiyoruz, bunun mutsuzluğu var üzerim(iz)de. Burada acaba diye zaman, zaman, içimden geçirdiğim, bir kuşkumu da paylaşmak istiyorum; eğer Ufuk Uras, aniden kongreye gelip “arkadaşlar ben genel başkanlığa adayım, kendimi sizin vefalı kollarınıza atıyorum” demeden evvel, daha önceden “arka koltuk şoförleri lütfen öne geçsinler” diye uyardığı, ama o öne geçmeden arka koltuk şoförlüğünü yeğliyen ÖDP’nin kanat önderlerini ziyaret etseydi, onların kanaatlerine başvurup hayırlı “dualarını” alarak genel başkanlığa aday olsaydı; yine acaba diyorum, bu adaylık teklifi gelince de, bunu parti kurullara getirmeden önce bu kanaat önderlerini ziyaret edip, hayır “dualarını” alarak yola başlasaydı belki bugün bu sıkıntılar yaşanmıyor olabilirdi?; diplomasi de bu olsa gerek, bazen işe yarayabiliyor galiba.
Şimdi bütün bunları tartışalım tartışmasına ama, bunu bir ayrılık çıkarma bahanesi yapmayalım, istiyor gönlüm. Bizler adam harcama lüksüne sahip değiliz, biz dostlarımızı, yoldaşlarımızı doğru bildiğimiz bir yola çağırma ( onları irşad etme) durumunda olmalıyız. Her şeyden önce, bunca kavgaları geride bırakmış, kavga arkadaşı, parti yoldaşıyız. Aramızdaki sorunları çözüşümüzde bu mücadeleyi edişimizde bize has, bize göre olmalı. Şimdi bu konuları tartışırken üçüncü sınıf sokak kabadayıları gibi davranır, birbirimize kızıp, bağırırsak olmaz. Herkes bu kavgada tekrar yüz yüze bakacağını unutmamalıdır; ÖDP kongresinden sonra ne sınıf mücadelesi bitecek nede biz.
Bir partide yada bir gurupta, bir ayrılığın çıkmasının ahlaki, mantıki kuralları yada zorunluluğu bence şunlardır: Eğer bir partide azınlığın görüşlerini yayıp çoğunluk olması fiziki olarak engelleniyor, bunun yolları, kanalları tıkanıyorsa, yada o parti sınıfına ihanet edip, sınıf düşmanlarıyla uzlaşarak, sınıf düşmanlarıyla işbirliğine girişmişse, -örneğin 1915 de “Zimmerwald Solu” ile “Spartaküslerin” ayrılığı böyledir- o partiden ayrılıp başka bir oluşuma başlanılır, yoksa ayrılığın gerekliliğini kimse kimseye izah edemez, bu bir çürümenin, geriye gidişin başlangıcı olur.
Şimdi Ufuk Uras’ın Millet Vekili seçilmesi vesilesiyle, şimdiye kadar hiç konuşmadığımız, Türkiye sosyalistlerinin de hiçbir zaman gündemine gelmeyen, başka bir konumuzu da konuşmanın vakti zamanıdır; oda sınıf uzlaşmasının, sınıf işbirliğinin başka bir versiyonu olan Millerandizm sorunu, buna bu topraklarda “Hızır Paşacılık” desek de olur.
Ulusal burjuva parlamentolarına seçilen işçi milletvekilleri, yada diğer adlarıyla söylersek sosyalist millet vekilleri, parlamentoda (mecliste) ezilen sınıfların, ezilen gurupların temsileri olarak hükümet bütçesini, sınıf perspektifiyle eleştirerek, ona güvensizlik oyu verip muhalefetin en solunda yer alırdı; yanı hükümete muhalefet ederdi. Her muhalefet hareketinin, hem tarihte, hem de kendi tarihin de karşılaşacağı en büyük tehlike, onun güçlendiği yada tarihin kritik bir anında, onun egemenlerle uzlaşarak iktidara gelmesi, egemenlerin yükünü omuzlayarak onların egemenliğine hizmet etmesi yani hükümette görev almasıdır. Bu ilk defa sosyalistlerin önüne, yani gündemine Fransız sosyalist Millet Vekili olan Millerand’ın (1899’da) burjuva hükümetine girmesiyle gelir. Fransız partisi, bunu görüşüp Millerand partiden atar, bu kararını görüşen “Dünya Sosyalist Partisi” konumundaki 2. Enternasyonal de bu kararı onaylar, karar -böylece- yürürlüğe girer5.
Daha sonra -1914 de- bu eğilim (ulusal parlamentolardaki sosyalist milletvekillerinin yada partilerin burjuva hükümetlerini desteklemeleri), Alman Parlamentosundaki Sosyal Demokrat Partinin Savaş Bütçesine güven oyu vermesiyle, yani sosyal yurtseverliğin (vatan savunmasının) tarih sahnesine çıkmasıyla baş gösterir6. Sosyal Demokrasi denilen eğilimin Marksizm’le ayrıldığı kopuş anıda burasıdır. Daha sonra buna gerekçeler üretilirken Burjuva devletinin eski karakterini yitirdiği, devletin artık bütün halkın devleti oldu, bu yüzdende devleti “eseri antika müzesine” kaldırıp atmak yerine bunu ele geçirip7 reformlar aracılığıyla sosyalizmin kurulacağı savları savunulmaya başlanır; yani başka bir anlatımla söylersek, asıl kopuşa yol açan gelişme burjuva devletinin karakterinin değiştiği, burjuva hükümetlerinde artık görev alınacağı, görev alınması gerektiği tezi ile bunun fiiliyata geçirilip burjuva hükümetlerine katılmak yada dışardan desteklemekle başlanır. Bunun üzerine gerek ulusal ölçekte, gerekse de uluslar arası ölçekte, Sosyal Demokrat Partilerde kopuşlar başlar; bu partiler bölünerek Komünist Partiler kurulmaya başlanır; işte yukarda adı gecen Zimmerwalt Solu, uluslar arası alanda 2.Enternasyonalden 1915’teki kopuşun, Spartaküsler de, Alman Sosyal Demokrat Partisindeki bölünen gurubun simgesel adlarıdır. Bu tarihi gerçeklerin ışığında, Ufuk, -yada meclise seçilecek her hangi bir arkadaşımız- şunu gayet iyi bilmelidir ki, eğer bir gün “bozuk düzenin düzgün çarkı olmak için” burjuva hükümetinde görev alırlar, bütçeye güven oyu verirlerse, işte o zaman bizde, kendilerini lanetleyip, hem gönül defterimizden, hem de partimizden sileriz.
Aslında, bunun bu topraklardaki adı Hızır Paşacılıktır; Hızır paşacılık diye de adlandırılmalıdır. Pir Sultanın has müritlerinden olan Hızır, Pirinden devlet katında görev almak için destur (izin) isteyip, “bu yolla tarikata hizmet etmek” istediğini bildirdiğinde Pirin tavrı kısa ve net olur, Pir Sultan Hızır’a “ Hızır Hızır” der “bozuk düzende düzgün çark olmaz, orda görev alınca korkarım gelip beni bile asarsın”. Sahiden de öyle olur. Uluslar arası komünist hareketin o zamanki önderleri, bu tarihi deneyi bilmediklerinden dolayı buna, Hızır Paşa tavrı diyecekleri yere Millerandizm ( millerandcılık) demişlerdir, halbuki bunun, bilinen tarihteki ilk görünüp uygulandığı, ilk adıyla anılıp “Hızır Paşacılık” diye adlandırılması gerekirdi. Bu tarihi adaleti sağlayıp, kavramı yerli yerine oturtmakta bizlere kaldı, yada nasip oldu desek abartmış olmayız.
Aslında burada bugün, bunun başka biçimler altında gerçekleşme eğiliminin baş gösterdiği tehlikelerden de söz etmemiz gerekir. Ezilen sınıf hareketleri, tarihlerinin belirli bir anında, değişik tariki koşulların bir sonucu olarak, eskiden beri kendilerini ezen egemen sınıfların devletiyle barışıp iktidara ortak olmaya başlaya bilirler. Bu, o zamana kadar temsil ettikleri ezilen sınıflar için büyük bir tehlikedir, hatta bir felakettir. O zamana kadar ezilenlerin temsilcisi, ezilenlerin koruyucu, ezilenlerin sözcüsü olan yapı yada örgüt, egemenlerle birleşip onların devletini güçlendirmeye, onlar adına, onların ağzıyla konuşmaya başlar. Bu korkunç bir şeydir, korkunç bir diktatörlüğe yol açar. Bu bilinen tarihte ilk defa ezilenlerin, kölelerin bir örgütü olan -yer altındaki- Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğuyla uzlaşıp, Roma imparatorluğunun resmi dini olmasıyla tarih sahnesine çıkıp, Orta Çağ karanlığının doğup yaşanmasına yol açar8. Marksizm’in öncüleri böylesi bir tehlikenin hangi koşullarda Komünistlerin başına gelebileceğini tartışmışlardır. Geçmek de olduğumuz tarihi süreçte, bu eğilimin, bu topraklarda, iki şekilde yeşerebilme, yada başımıza gelme tehlikesi vardır. Bunlardan birincisi, sürecinin başında olduğumuz, filizlenircesine kendini gösteren eğilim; iktidarı kuşatmakta olan İslami hareketin geleneksel devlet kurumlarıyla ufak tefek pürüzlerden oluşan sorunlarını giderip, egemen devletin toplumsal desteği olarak toplumun üzerine bir karabasan gibi bastırarak Türkiye ye kendi Orta Çağını yaşatma tehlikesidir. Faşizmin iktidara yerleşirken yaşadığı “Uzun Bıçaklar Gecesi” benzeri sahneleri andırır görüntüler zaman zaman yaşansa yada yaşanacak olsa da bu eğilim yeni anayasa tartışmasından çıkışta başlamış olabilir. Örneğin bundan sora Pakistan’da olduğu gibi, okullardaki türbanlı gurubun baskısından, bütün kız öğrenciler türban takmaya, ramazanda dincileşen atmosferin içinde etkisi daha çok hissedilecek olan dinci gurupların toplumsal baskısıyla herkes oruç tutuyormuş gibi görünmeye başlayabilir. Yasalar değişmez, hukuk aynı kalır ama, toplumun ruhu, onu uygulayanların iç yapısı yavaş yavaş değişip dönüşe bilinir. Bu, Anadolu toplumunun yakınındaki en büyük tehlikedir.
Bunun ikincisi versiyonu ise, yine yukarda ki eğilime bağlı olarak, bir çıkış yolu bulamayıp sıkıştırılan PKK ile öncülük ettiği Kürt hareketinin, yörüngesini değiştirip tüm ezilenlerle birleşmek yerine ABD nin çıkarları etrafında egemen güçlerle birleşerek kendi dışındaki muhalefeti bastıracağı bir eğilimdir. Irak Kürdistanında eski gerilla hareketlerin ABD ile uzlaşarak gerçekleştirdiği şey, başka biçimler altında, başka başka coğrafyalarda da yaşam bulma ihtimali hiçte gözden ırak bir ihtimal değildir9. Denize düşen yılana sarılır.
Toplumun, ülkenin geçmek de olduğu bu tarihsel süreçte, partimizin konuşması gereken bunca sorun varken, bunları bırakıp bu sorunlarla oyalanması devrimcilerin kendi iç sıkıntılarından kaynaklanmaktadır. Bu, bu partiye yazıktır ama, buda partimizin bir gerçekliğidir. “İnsanlar önlerine gelen sorunları çözerler”, bizde bu sorunlarımızı çözmeye çalışacağız
Partimiz Geleceği Birlikte kuralım hareketiyle BSP nin birleşmesiyle oluştu. Geleceği Birlikte kuralım hareketi, içinden çıkıp geldiği Çayanizimle ideolojik iç hesaplaşmasını yapmadığından yada yapmadığından ÖDP de, her 30 Mart anmasında “Yolumuz Çayanların ışıklı yoludur” yada her toplantıda, her kongrede “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganları atılır. Mahir Çayan’ın PASS (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) diye adlandırdığı ışıklı yoluna, bunu savunup hayata geçirmeye çalışanlara hiçbir diyeceğim yok. Saygı duyarım. Ancak bilinmesini isterim ki bu yolun parkuru ÖDP den geçmez. Ben, bir zamanlar, militanca savunduğum bu çizgiyle iç hesaplaşmamı yapıp, bunun dünde bugünde yanlış bir yol olduğuna inandım. Bunu açık seçik her dostuma, eski, yeni her yoldaşıma söyledim, yazdım. Teoriye çelme takılmaz, bunu savunuyorum diye kendi kendilerini yada tam olarak bunu kavramayan gençleri oyalayanlar bir gün, er yada geç, mutlaka gerçeklerle yüz yüze geleceklerdir. Bunların belirli bir saygı çerçevesinde, tartışılması partimiz içinde, Türkiye Devrimci Hareketi içinde yararlı olur. Ben bu konuda inatçıyım. Böylesi seviyeli bir tartışmanın sonuçu, Çayanist çizgideki devrimci arkadaşlarımızla ayrışacaksak gam yemem. Böylesi bir ayrışmanın seviyeli, yararlı bir şey olduğuna da inanabilirim. Ama yeter ki sorunları kendi adıyla çağırıp, olduğu gibi konuşup tartışabilelim. Bir ayrılık olacaksa da, kimin ne dediği, kimin niye kimlerden ayrıldığı, açık seçik bilinmelidir; temennim bu.
Partimizin yürüyüşü sırasında tartışarak yoluna devam edeceği bir sorunumuzda AB konusudur. AB projesi, Avrupa burjuvazisinin sınıf çıkarları güdülemesiyle oluşturmakta olduğu bir birlikteliktir. Burjuvazinin sınıf güdüleriyle oluşturmakta olduğu bu birliktelik, başka bir yandan da, başta Avrupa işçi sınıfının asırlardır süren kazanımları üzerinde oluşan Avrupa demokratik hayatının da değerler birlikteliğini, Avrupa demokrasisinin değerler bütününü oluşturuyor; sadece emperyalist kuruluşlar olan İMF’den, NATO’dan farkı bu. Söylemeye gerek var mı bilmem ama, Avrupa Birliği içinde de sınıflar mücadelesi devam ediyor, devam edecek; Bizler her anlamda, her yerde, her zaman Avrupa’daki sınıf kardeşlerimizle birleşerek bu mücadelenin emekçi damarını güçlendirmeye çalışacağız. Bu kaynaşma için, gerek Avrupa burjuvazisinin gerekse de Türkiye burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu ekonomik talepler genelde hallolmuş, çözülmüş durumda. Avrupa demokrasisinin gerek demokratik gerekse de sosyal kazanımlarının buraya uygulanılmasında ise, buradaki geleneksel yapının, güçlü ulusal hassasiyetlerin bir direnişi oluyor. Gerek uygulanan gerekse de uygulanacak olan sosyal reformların emekçi sınıflara, ezilen halklara, sosyalistlere bir zararı olacağı yok. Ancak buna ülkedeki geleneksel yapılardan kaynaklanan güçlü ulusal rüzgarın bir reaksiyonu var. Ülkedeki bu güçlü ulusal rüzgardan solun bir kısmı da -İşçi Partisinden TKP ye kadar – etkilenmiş durumda. Bu ÖDP’yide doğal olarak etkiliyor. HAVET’ cilik diye bilinen eğilimin bence izahi bu. Bu eğilimle tartışarak yolumuza devam edeceğiz.
ÖDP, bir ayrılık olmadan bu süreci aşabilir mi? bence aşabiliriz. Hatta seçim sürecinde Bağımsız Sosyalist adaylara destek olan çevreleri, gurup yada kişileri de bu sürece dahil ederek, onlarla da birleşip daha da güçleşerek buradan çıkabilir(iz). Dileğimde bu. Sürece aklı selimle yaklaşılırsa buda mümkün. Ama ilde bir ayrılık olacaksa, birileri birilerinin burnunu sürtmek istiyorsa, buyursun onlar iktidarı ele geçirsin; örneğin, Ufuk aday olmasın, Genel Başkanlığı onlara bıraksın. Sorunu bu defada böyle çözelim. Yok kardeşim, biz sizden ille de ayrılmak istiyoruz diyorlarsa, biz buna alışığız, aşk karşılıklı olunca tatlı oluyor, yoksa bir aşığımızın dediği gibi “tek baştan ağlamak ömredir zarar, iki başı sadık yar olmayınca” olmuyor işte; sadece niye ayrıldığımızı, bu ayrılığın gerekçelerini bilmek istiyorum o kadar. Ama bazen görüldüğü gibi, “kardeşim keyif benim keyfim değil mi ayrılıyorum işte, yakamı bırak” derlerse, ne yapalım –üzülsekte- Allah işlerini güçlerini rast getirsin demeye yavaş yavaş alışırız bizde. Düşünüyorum da hiçbir şeyin eski tadı kalmadı gitti; eskiden bir siyasi harekete girmekte, o siyasi hareketten, o siyasi hareketteki yoldaşlardan ayrılmakta zor işti, hayatımızın raylarını değiştirirdi bu, bir dünyadan başka bir dünyaya geçmiş gibi olurduk, anamıza, babamıza, bacımıza, eşimize, dostumuza bunun hesabını vermek zorunda kalırdık; eski aşklar gibiydi bu, eskiden abayı yakıp, kara sevdalara tutulur, delicesine aşık olunurdu, ayrılması da zor olurdu bunun, hasreti de, ya şimdilerde bir “ilişki yaşanıp” kolaycacıktan “sonlandırılıyor”. Anlayacağınız hiçbir yerde “özlemin eski dadı yok” artık.
Burada bir şey daha söyleyerek sözü bağlamak istiyorum. Geçen senelerden birinde, TMMOB bağlı bir oda kendi üyeleri üzerinde bir araştırma yaptırıp, üyelerinin meslek alanı dışındaki tavırlarını araştırmış. Görmüşler ki, üyeleri, mesleklerinin dışında ki davranışları açısından, hiçbir eğitim görmemiş halktan farksızlar. Bir şey olunca magandalar gibi kavga ediyor, sokağa tükürüyor, komşusuna sövüyor, maçta kavga çıkarıyor vs. vs. vs. yani yaptıkları iş için aldıkları eğitim hayat biçimlerinde, yaşam tarzlarında her hangi bir değişiklik yapmıyor, yada yapmamış. Bir çok meslek dalı yada gurubu için bu böyle; ama iş devrimciliğe, sosyalistliğe gelince bu böyle olmuyor, böyle de olmamalı. Devrimci, sosyalist olan bir kişi, kişilik olarak bir dönüşüm geçirir, sosyalistlik bir bütünsel değişimi gerektirir, onun için sosyalistlik bir yaşam biçimidir, bir yaşam biçimi olmalıdır, bunu bu zamana kadar böyle anlattık, böyle anlaşılmasına çalıştık, en azından ben böyle anladım. Şimdi sosyalistler böylesi bir ayrılıkta, üçüncü sınıf sokak kabadayılarının tavrıyla10 birbirlerine küfreder, birbirleriyle kavgaya tutuşurlarsa işte orada “dur bakalım” deyip ne oluyoruz yahu diye durup düşünmemiz gerekir. Aramızda tartışırız, ayrılıklarda olur olmaz değil ama beni asıl üzen işte bu ihtimali yaşama korkusu. Ben asıl buna yanıyorum. İhtimalini görüp kırıldığımda bu. Umarım korktuğum(uz) başımıza gelmez. .
1 Nereye baktığın kadar nerden baktığında önemlidir derler, şimdi burada da burjuvazinin önümüze koyduğu barajları yıkıp, engelleri aşıp aşmadığımıza bakarsak göreceklerimizle, bazı kişilerin karizmalarının parlatılıp sınıf atlamalarına yol açıp açmadığımıza bakarsak göreceklerimizde, anlatacaklarımızda -doğal olarak- bir birlerinden farklı olacaktır.
2 Herkesi malumu olan bu gelişmeyi göz den kaçmasın diye vurgulamakta fayda var. Bu geişmelerin sonunda İstanbulda “Bağımsız Sosyalist Adaylar Platformu” diye bir platform kuruldu. Bunlar hangi adaylarla seçim kampanyasının daha iyi sürdürüleceğini düşünüp Ufuk URAS’a da teklif götürdüler. Ufuk teklifi kabul edipte bu seçim kampanyasına başlayınca, doğal olarak her çevreye görüştü, herkesin desteğini, oyunu alma çalıştı..
3 Bir bilgi aktaralım: Mersin’de ÖDP 1.284 oy aldı; bağımsız adayda 309 oyla seçimi kaybetti, Adana’daki durumda buna yakın.
4 Örneğin Sema Pişkin Süt’ün Partisiyle yıllar önce yapılan seçim ittifakı gibi.
5 Nostalji sevenler için buraya bir not koyalım. Demokratik devrimde burjuvazinin yerine proletarya öncülük etmeye kalkışırsa, devrim sonrasında burjuvaziyle birlikte iktidara da gelebilir buda Milerandizmdir diye kendini eleştirenlere Lenin İki Taktikte “demokratik devrim döneminde, cumhuriyet için savaşım sırasında,… geçici devrimci hükümete katılmanın” millerandcılık olmadığını söyler (bak.İki Taktik, sayfa 23) , ancak 1917 nisanında Rusya geldiğinde görür ki, teorilerinin griliğine hayatın sonsuz yeşili uymuyor, “Pedrograd’da, fiilen iktidar işçilerle askerlerin eline” geçmiş, bu defa eski düşüncesini değiştirirken, kendilerine “Eski Bolşevikler” diyen dostlarına-yoldaşlarına Dr. Faust’un bir sözüyle seslenir “teori gridir ama dostum hayat ağacı sonsuza kadar yeşil” bakının Nisan Tezler sayfa 25-26.
6 Meraklısına not: Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” kitabı bu konuyu inceler.
7 Reformculukla devrimcilik arasındaki asıl farkta buradadır, Eğer kurulu devlet mekanizmasını dağıtıp, onu “eser-i antika” müzesine atmak yerine, onu bir biçimde – parlamentoda oy çoğunluğuyla, darbeyle yada gerilla savaşıyla vb- ele geçirerek hazır devlet mekanizmasıyla sosyalizmi yukardan aşağıya uygulamaya çalışmanın hepsi özünde aynı şeydir, bunun adı da reformculuktur; yani reformculukla devrimcilik (Marksizm) arasındaki ince çizgi sanıldığı gibi silah külah işlerinde yatmaz. Söz buraya gelmişken, “Paris Komünü tipinde bir devlet olan Sovyet” ile Sovyetlerin burjuva devlet mekanizmasına dönüştüğü gibi neden terside mümkün olmasın sorusu, sorulması gereken essahlı bir sorudur, bunun üzerine düşünüp konuşmayı değer.
8 Eğemenlerin, ezilenlerin üst tabakasıyla birleşip, farklı bir güçte iktidar oluşturmasının farklı bir versiyonu, İslamı hareketin tarihinde Medinede güçlenen İslamı hareketin Mekkeyi kuşattığında eski düşmanları olan Mekke’nın ileri gelenleriyle – Ebu Süfyanla uzlaşmalarıyla gerçekleşir. Mekke kapılarına dayanan İslami gurup Mekkeye saldırmaz, Mekke ileri gelenleriyle varılan anlaşma sonucu Mekke teslim edilir.Hz. Hamzanın ciğerlerini yiyen Muaviyenin anasının ( Hindd’in) canı bağışlanır, Ebu Sufyan İslamın ileri gelen gurubu içine girer Muaviye Hz. Muhammedin katipliğine atanır. Fransız İhtilalının diliyle söylersek bu İslam Termidorunun başlangıcıdır, bu girilen yol Kerbeladan geçip Emevi İmparatorluğunun kurulmasıyla sonuçlanır. “Tarihe Doğru Bakmak” başlıklı yazım bu anlamda okuna bilir.
9 Ünlü bir halk türkümüzün “Fadimeyle bir gececik yatmayla adı çıkar amma kendi dul olmaz” dediği gibi, bunu soldan savunan bazı arkadaşlarımız, Lenin’in 1917’de, Alman Genelkurmayının Parvus aracılığıyla ilettiği bir öneriyi kabul edip, Alman Genelkurmayının organize ettiği bir tren yolculuğuyla Rusya’ya geldiğinde Lenin’e Alman işbirlikçisi denildiği gibi suçlandıklarını; bunun bir devrimcinin kendini kovalayan karşıdevrimci biriyle kuyuya düştüğünde, çaresiz kalıp, düştükleri kuyudan birlikte kurtulmaları için, karşı devrimciyle sırt sırta verip o kuyudan birlikte kurtulmaları için işbirliği yapabileceği gibi bir zorunluluktan doğan, geçici bir işbirliği olduğunu savunuyorlar. Tarihin bir hüküm verip kalem oynatması için daha zaman erken ama, bu bana öyle –zorunluluktan doğan- geçici bir ilişki gibi gelmiyor; bu hikayesi anlatılan namusuna düşkünlüğüyle ünlü, meşhur Hacca kadınının eşkıyadan kurtulmak için çaresiz kalıp peyiğini keserek vücudunu vücuduna değdirmeden eşkıyayla yatması gibi bir şeye de hiç mi hiç benzemiyor, bunlarınki geriden görüldüğü kadarıyla, basbayağı şehvetli bir ilişkiyi andırıyor, ama neyin ne olduğunu yaşayanlar görecekler.
10 Ben devrimci olup bilinçli gözlerle topluma bakmaya başladığımda (1970 yıllar) Adana’da yüreğine, bileğine sıkı külhan beyi, kabadayılar yaşardı, hatta Adana onlarla anılırdı, Hakkaten de Adana birazda onların yurduydu sanki. Belki de bu yüzden “ülkemin en büyük mahpushanelerinde Çukurovalılar mahkumdur, öyle derin öyle içten of çekip türkü söylemek Çukurova yiğidine mahsustur” diye inanılır, öyle resmedilirdi. Bunların bir çoğunu tanıyıp, namına yakılan hikayeleri dinleyerek büyüdük biz, damda birlikte kaldıklarımız oldu; Asfalt Rızayı, Süleyman Sırrı’yı, İnce Cumalıyı, Gala Gapısından Pat Nuriyi, Düdük İsmaili, Gandilli İzzati, süslü Salihi daha bir çoklarının namlarını duyduk, hikayelerini dinledik, yanından yöresinden geçip görüp tanıdıklarımız oldu. Bunlar sahiden “delikanlılığın rejonuna ters gelecek şeyler yapmadıkları gibi yaptırmazlardı da”; “mahallede nazarı dikkatlerini celb eden, namüsait bir durum hissederlerse onu yanlarını çağırır “sotali bir yerde” “lisan-ı münasiple onu ikaz” ederlerdi, “haniya icabında günah bizden geçsin” diye. Bunların “hükmü selahiyetlerinin geçtiği, nam-ı mıntıkalarıyla anılan, daireyi mekan dahilinde”, hiçbir beyaz işi yapılamazdı, bunlar ne kendileri beyaz kadın işine, esrar eroin vari “ahlaka mugayir” işlere bulaşırlardı nede bunların yapılmasına müsaade ederlerdi. Onlara bakarsan “Mahallenin namusunun teyminatı, güçsüzlerin koruyucusu onlardı”, kaçanı arkasından kovalamaz, arkasından atıp tutmaz, ağır gallevi bir ede ile konuşur, ağırdan oturup ağırdan kalkar, birbirine saygıda kusur etmez, kimseye sövüp saymazlardı, “kimseye hele hele de yabancı, gariban birine musallat olduklarını tarih yazmazdı”. Kim bilir belki bu yüzden namları yürürdü, belki bu yüzden halk onları sevdi, severdi. Ayrıca hoş sohbet adamlardı vesselam. Sonra benim ikinci sınıf kabadayı bozuntusu dediğim, arkasını devlete dayayıp, devletin gizli pis işlerinde kullanılan, aşiret gücünü vs arkasına alarak, her türlü beyaz işi yaparak para kazanıp zengin olan, gerektiği zaman “namusumuzla şu ülkelerde esrar eroin sattık” diye övünebilen, hiçbir ahlaki kuralı, kalitesi olmayan mafya türü çıktı. Birde son zamanlarda bunlara özenerek mahallelerde mafyacılığa, “delikanlılığa heves eden” guruplar var. Bunlara da üçüncü sınıf mahalle kabadayısı deniyormuş, bende böyle diyorum…bunlar bir şey olunca büyük bir şamatayla, sövüp saymaya başlıyorlar. Sinsice arkadan vurup kaçıyorlar, göz diktiklerine. Göğüs göğse vuruşup, yumruk oynattıklarını tarih yazmamış bunların. Nasip olmamıştır bunlara mertçe süren bir kavgada tanışıp ta dost olabilmek bir yiğitle.

Hiç yorum yok: