3 Mart 2014 Pazartesi

“Kullanışlı Aptallar” Soruyor: Cemaati mi Desteklesek AKP’yi mi Desteklesek!


Ahmet Doğançayır
12 Eylül 2010 referandumundan bu yana Erdoğan liderliğindeki AKP inişli, çıkışlı,  çelişkili ve zikzaklı politikalarıyla sürekli çift söylemli ve çift kutuplu yeni bir siyasal çizgi geliştirdi. Birbirine zıt söylemler arasında hızlı geçişler yapabiliyor. Politik dilini çok çabuk değiştirebiliyor. İçerikler, biçimler anlam ve söylem strateji ve taktik birbirinden uzaklaşıyor ve eklemsizleşiyor.
kullanışlı
Bazen zıt kutuplara savrulan bu politikalar esnaf faydacılığının bir değer yaratabileceği duruma dönüşüyor. Taktiksel görüşmeler ile stratejik düşmanlıklar arasında mekik dokuyor. Söylem düzeyinde kalan ‘’radikalizmi’’,  konjonktüre uygun pazarlıkçılıkla iç içe yürüyor. AKP’nin ‘’Hakikat rejimi’’ tonlarca biber gazı ile af söylemini, kürtaj yasağı ile idam cezasına övgüyü, KCK tutuklamaları ile Oslo-İmralı görüşmelerini bünyesinde bir arada barındırabiliyor çelişki ve tutarsızlıklardan beslenen bir pragmatizm siyaseti benimsiyor.
Türkiye siyaseti Parlamentoda partiler arası müzakere ve pazarlıklar sonucu gerçekleşen ve sembolik yetkilerle donanmış bir Cumhurbaşkanlığı seçiminden, yetkilendirilmiş ve ‘’Türk usulü Başkanlık sistemi’’ doğrultusunda daha da yetkilendirmeyi bekleyen bir sürece doğru gidiyor. Türkiye tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması çoğunlukçu siyaseti önemli kılıyor. AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumundan beri uyguladığı sert kutuplaştırma siyaseti bu noktada önem kazanıyor. Muhafazakâr, milliyetçi ve merkez sağ seçmen blokunun tabanını cezbedebilecek bir kutuplaşma siyaseti Cumhurbaşkanı seçilebilmenin en önemli kriterlerinden biri haline geliyor. ‘’Çoğunluk yönetimine’’ endeksli bu siyaset hem ideolojik kutuplaşma hem de pragmatik yönetim için imkân sunuyor.      
17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla iyice açığa çıkan AKP- cemaat savaşı üzerine yazılmadık yazı kalmadı. Analizler yapılıyor ama bu analizlerin ömrü yirmi dört saati bile olmuyor. Ortada olup bitenle ilgili olarak da değişik senaryolar dile getiriliyor. ‘’ AKP bu savaşı kazanacak,  AKP-Cemaat bir anlaşmaya varacak, savaş uzarsa sonunda Asker devreye girecek, Cemaat kazanacak. AKP savaşı kazanırsa gücünü iyice pekiştirerek yasama, yürütme, yargı güçlerini tamamen kontrolüne almış biçimde seçimlere girecek bu seçimlerden oy kaybına uğrasa bile galip çıkacak otoriterleşme eğilimi hızlanacak.’’ Vb. Bütün bu tartışmalar yürürken, analizler yapılırken Ergenekon ve Balyoz davaları üzerinden Tayyip Erdoğan günahı hemen her konuda Cemaatin üzerine atıp ‘’yeni ittifaklara’’ yelken açıyor. HSYK başkanlığını yapan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ olalı beri HSYK iktidarın disiplin kurulu gibi işlemişti. Bu yetmemiş olacak ki HSYK’nın yapısı değiştirilmek ve tek Adamın Tek Partisine bağlanmak isteniyor. Bütün bunlardan daha önemlisi ve çarpıcısı TSK’nın Başbakana bağlanması anlamına gelecek olan yeni yasa tasarısının mecliste kabul edilmiş olması. ‘Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları MİT personelinde olduğu gibi Başbakanın izniyle soruşturulacak. Hükümet Ordu Komutanlarının görev sürelerini yaş haddine kadar birer yıl uzatabilecek’. Bu şekliyle yasalaşırsa Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının kaderi Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasında olacak daha doğru bir ifadeyle onun Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları dönemine geçilmiş olacak. Ordunun üst kademesi üzerinden ‘’Başbakanın Paşaları’’ haline dönüştürülecek bir yapıya kavuşturulması Askeri vesayetin sivillere tabiiyetinin sağlanması olarak yansıtılıyor. Şike davasından, Ergenekon ve Balyoz davasında ‘’yeniden yargılanmadan’’Roboski katliamının üstünün örtülmesine, sorumluların teslim edilmemesine kadar uzanan alanda Tayyip Erdoğan’a sığınmak ehven-i şer haline getiriliyor ve öyle sunuluyor.  Cemaat-AKP çatışması olarak gündeme gelen konuda da benzer biçimde yaşanıyor. Yaşanan çatışmanın gerçek yüzünün açığa çıkmaması için yeni bir kavram sürülüyor. şimdi adı ‘paralel devlet’! Son on bir yılda yaşanan ne kadar olumsuzluk var ise, paralel bir devletin, ‘Gülen cemaatinin’ işiymiş. Sanki şimdiye kadar Türkiye’de Demokratik bir hukuk devleti vardı ve AK partisi iktidarı onu inşa etmek için büyük bir gayret içindeydi de, birileri içlerine sızıp bunu sabote etti. Devlet kurumları ilkeler üzerine çalışıyordu da, birileri sızıp, onların yerine ‘imamların’ talimatlarını uyguladı. Bu kurumların içine ‘’sızıp’’ ‘’darbe’’ tezgâhlayanlar AKP iktidarı döneminde göreve getirilmediler. Sanki birileri olup biten bu işlere ilkesel olarak karşı da, onlara rağmen diğerleri sızma harekâtı ile gizli iş çeviriyor.
Ortada paralel devlet falan yok, çözülen bir ittifak var. Bozulan ittifakın içindeki çatışma geldi, bir yandan bir tarafın diğerinin yumuşak karnını deşmesi, diğerinin ise karşı tarafı ‘kötülüklerin anası’ ilan etmesine vardı. Her burjuva siyasal sistemde, devlet/iktidar bir dizi güç ilişkisi ve pazarlığı üzerine oturur. AK partisi iktidarı, bu yapıyı  (değiştiremedi değil) değiştirmedi. Zamanında birileri tarafından Özal dönemi de böyle yüceltilmişti. Siyasal özgürlükler aleyhine kampanyalar yapan, memleketi kanun hükmünde kararname ve fonlarla yönetmeye girişen ANAP ve Özal demokrasi kahramanı sayılmıştı. Mazeret hazırdı; vesayetçi yapı direniyordu, çare bulunmuştu, vesayetçi Anayasa, onun kurumları, onun hukukunu kaldırmak yerine, arkasından dolanmak!
Burası hukuksuzluğun, usulsüzlüğün demokratlık adına kutsandığı bir ülke. Böyle bir ortamda, devlet kimin eline geçerse, kendi bildiğini okuyor, gücü kuvveti yerindeyse, destekçi, teorisyen bulmakta hiç zorlanmıyor. Dahası, aynı adamlar bir oraya bir buraya yaslanabiliyor. Özal, askeri vesayet ile iktidara geldiği yetmiyormuş gibi, iktidarını daim kılmak için siyasi yasakları savunmakla kalmadı, kampanyasında darbeciler ‘anarşiyi engelledi, aman sakın o günlere dönmeyelim’ diye kampanya yaptı. Yine de, demokrasi kahramanlığına toz konmadı. AK partisi iktidarı ise, eski ekibi tasfiye etti, ama yapıyı tasfiye etmek işine gelmedi. Onun için, Ergenekon Fırat’ın doğrusuna gitmedi, onun için Hırant’ı katleden devletin ‘derin’ katillerinden hesap sorulmadı. Diğer yandan, askeri vesayetin destekçileri, askeri vesayetin tasfiye etmeye yeminli olduğu siyasal gelenek iktidar olunca, onun sözcüleri olmakta tereddüt etmedi. 
Mevcut iktidar geçmişte cevapsız kalmış tüm soruları bizim adımıza cevaplıyor; ‘ne yaptıysa cemaat yaptı’ diyor, inanmamızı bekliyor. Mademki, Kürt meselesi demokratikleşmenin en temel konusu; bu kez veya bir kez daha, onu rehine alıyor; ‘Kürt meselesini çözecektim, küresel güçler ve onların yerli işbirlikçisi cemaat beni hedef aldı, desteklemeye devam edin, yoksa o çözüm de tehlikeye girer’ diyor. Nasılsa, Oslo sürecinden bu yana çözüm sürecine terslenen cemaatin bu konudaki sicili belli. Özlemleri bir kez daha rehin almak için bulunmuş çok güzel bir mazeret. Ama bu kez, içinde bolca küresel komplo bulunan ve gittikçe daha fazla eski Statükonun kafasına uygun bir senaryo üzerinden demokrasi adına iktidara sahip çıkmamız bekleniyor.
Kürt siyasi hareketi bile bizi, bu mücadelede onları desteklemeye çağırıyor. Gerçi, ‘çare otoriterleşme değil, daha fazla demokratikleşmedir gelin birlikte iktidarı buna zorlayalım’ diyorlar. Saflar değişirken kafalar en çok da Kürt siyasetinin söylemleriyle karışıyor. Toplumsal hareketliliğin arkasında “Ermeni lobisi” aramaktan tutun, Başbakan’ın krizden kurtulmak için kullandığı, “yabancı güçler” reçetesini destekleyecek nitelikteki ifadeleri açıkça ve arkasında durarak kullanmaya kadar, akıllarda soru işaretleri doğuran beyanatlar arka arkaya geliyor. “Tam olarak ne demek istediler acaba?” diye düşünmeye neden oluyor. Söylenenlerin bazılarını kabul etmek istemiyoruz. Barış sürecinin, bu siyasi tavırdaki en önemli neden olduğunu anlamak zor değil. Kalıcı bir barış için siyasi istikrarın önemli bir neden olduğu da doğru. Fakat mevcut siyasi iktidarın “istikrar’’ durumu artık epeyce tartışılır bir hal aldı. İlkesel bir biçimde özgürlükleri ve hakları savunmakla, mevcut iktidarın muktedir kalmasını savunmak arasında da gözden kaçması mümkün olmayan bir uçurum var.
 
Kürt meselesi konusunda Türk milliyetçiliği ve Hegemonyası meclisteki mevcut burjuva partilerin siyasetlerini bütün renkleriyle kuşatmış durumda. Bugün tartışılan bir konu olduğu için Cemaat ve AK Partinin Kürt meselesi konusunda tutumlarında bir fark olmadığının görülmesi gerekir. KCK operasyonları da dâhil Kürt meselesini çözüme kapatan tüm adımlar tek başına cemaate mal edilemez. Atılan her adımın arkasında her iki gücün ortak sorumluluğu var. 
Bir yönüyle bakıldığında Tayyip Erdoğan’ın yöntemi mevcut burjuva demokrasisini askıya alan olağanüstü hal rejimi uygulamalarını yürürlüğe sokuyor. Başka hamlelerin de devreye girebileceğini ve bunları ortadan kaldırmak için ağır mücadeleler yapmak zorunda kalacağını hissediyor ve bunu göze almış görünüyor. Diğer yandan Gülen cemaatinin amacına ulaşması onu iktidarı deviren veya birilerini iktidar yapan bir güç olması konumunu pekiştirecektir. Bu durumda gelişmeler yaşanmadan önce ‘şeriat tehlikesinden’, laikliğin elden gittiğinden bahseden CHP dâhil birçok partide cemaatin desteğini arama gayretlerinin, biat etme gösterilerinin ortaya çıkması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Bu da farklı aktörlerle yürürlükteki ‘’demokrasi ve hukuk devletinin ‘’ortadan kaldırıldığı bir durum olacaktır. Bugün kanlı bıçaklı olanlar geçmişte pekte temiz olmayan işleri birlikte yaptılar. Kendilerinin ‘’Kullanılmış aptallar’’ olduğunu ifade edenler aslında ne yaptıklarını pekâlâ biliyorlardı. Birçok şaibeli davada atılan adımlar Başbakan’ın bilgisi dâhilinde gerçekleşti. Eski hukuksuzluk zincirinde değişen bir şey yok. 17 Aralıktan beri gündemde olan yolsuzluk meselesi üstü örtülüp siyasal bir temizlik malzemesi haline geliyor.
17 Aralık’ta yolsuzluk operasyonu olarak başlayan sürecin artık bir siyasi krize ve anayasa krizine dönüştüğü konusunda galiba kimsenin kuşkusu yok. Yolsuzluk gerçeği üzerine inşa edilmiş operasyon her iki tarafın görünür olan ve olmayan çoklu aktörlerinin hamleleri ile sistem krizine dönüştü. Belki de sistem kırılmanın eşiğine doğru yaklaşıyor. Ne hükümet ne de muhalefet ve iki tarafın da medyadaki silahşorları “yolsuzluk da var operasyon da” diyemediler. Güncelin çeşitli analizlerini her gün yüzlerce kez okuyoruz, dinliyoruz. O nedenle güncelin birazcık dışına çıkıp sonucu görmeye çalışmakta yarar var. Artık kimin kime saldırdığının önemi yok. Bugün bir devlet ve anayasa krizini konuşuyoruz. 
Devlet aklında zımni mutabakat ve yeni bir akıl üzerinden barış
zamanı!
Son haftalardan çıkartılacak temel hareket örgüleri ve sonuçları var. Sanki yeni bir devlet aklında zımni mutabakat oluşuyor. Devlet ve hükümet ve hatta henüz kendileri farkında olmasa da muhalefet arasında yeni bir akıl üzerinden barış zamanı. Geçmişle yüzleşme, hesaplaşma değil, “biliyor olmak yeterli” denilerek yeni sayfa açılacak. Defterimizde darbelerin, darbe girişimlerinin, faili meçhullerin olduğu eski sayfaları düzeltmeden ya da yırtmadan var olmasını kabullenecek, Türk usulü yüzleşmeyi yapmış olacağız. Sarsıntı, bir yanıyla devletin otoriter, milliyetçi ve mukaddesatçı olduğu kadar da militarist öğelerini yeniden bir araya getirmişe benziyor. İşkenceden sorumlu bir eski emniyet patronu, polis zulmünün müsebbibi sayılan bir Başbakan’a sahip çıkıyor. Ölüm kuyularının, faili meçhullerin şanlı paşalarının dostları, en yüksek bürokratik makamlara atanıyor. Güçlü devlet ve merkeziyetçilik sürdürülecek. Zaten Anayasa Uzlaşma Komisyonu da dağılmışken yeni anayasa dediğimiz devletin ve yönetimin yeniden yapılanması da gelecek parlamentoya kalmış olacak. Avrupa Birliği veya Şanghay Beşlisi, girmek ister gibi yapıp girmemeye, evrensel insan haklarını kabul eder gibi yapıp etmemeye, özgürlükleri artırıyormuş gibi yapıp güvenliği çoğaltmaya, asıl önemlisi vatandaşa güveniyor gibi yapıp güvenmemeye devam ederek Türk usulü ‘’demokratikleşme’’ sürecek.
Bu arada her birisi farklı tonlarda, dozlarda ve seviyelerde de olsa üç partide de kadrolar ve programlar bazında düzeltme hamleleri gelecek. Aslında tüm bu hikâye ülkenin ve hepimizin kaderini belirleyecek kararları verecek, yeni anayasayı yapacak olan iktidarıyla, muhalefetiyle siyasi aktörleri tasarımlama ve biçimleme çabalarının hikâyesi. Muktedirler yönetimlerini kendi oluşturdukları seçim sisteminden korumak veya seçimin etki alanından uzaklaştırmak üzere bazen fanteziler, bazen de ciddi planlar yapıyorlar. Yeni otoriter rejim biçimlerinin zorla da olsa uygulanması gerektiğine ilişkin düşünceler var. Bunlar eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerisiyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis, asker ve de ‘’tarafsız görünümlü’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin ittifakının denetlenmesi biçiminde anayasaya aykırı biçimde. Gelişmekte olan genel krizin ölçeği burjuva siyasal sistemde daha otoriter yönde bir değişimi gündeme getiriyor.
Zaten egemen Neo-liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan Neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi, ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır. Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’ girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir. 
Bu yaşananların toplum üzerindeki etkisi yalnızca oy oranlarının nasıl etkileneceği üzerinden konuşuluyor. Hâlbuki asıl etki toplumsal zihin haritasında oluşuyor. Toplum kırk-elli yıldır aynı biçimde ve çözülmeden sürdürülen Kürt meselesinden anayasa meselesine, laiklik tartışmalarından Avrupa Birliği süreci tartışmalarına aynı süreçleri, aynı sözleri, aynı tartışmaları dinliyor. Artık kayıtsızlıktan değil yorgunluktan dolayı yalnızca seyrediyor. Oldukça düşük olan hukukun üstünlüğüne olan inanç giderek daha da zayıflıyor. Bir ara yükselmiş gibi görünen siyasete güven, sorunları siyaset eliyle çözebileceğimize olan inanç zayıflıyor. Artık gittikçe çoğalan sayıda insan var olan sorunların nedeninin bu piyasa ile eski tip demokrasi olduğunu ve böylesi formüllerin bu sorunları önleme çözme gücünden yoksun kaldığını düşünüyor. Ama aynı zamanda tüm bu karmaşada oy oranları nasıl dağılırsa dağılsın, yeni devlet aklı da bu zeminde vücut ve meşruiyet buluyor. Otoriter alternatifler var olan bu zemini kullanmak istiyor. Çözülemeyen ekonomik bunalım ve politikacılara duyulan küçümsemenin bileşimi de bu zemini oluşturuyor. 
Burjuva Demokrasisi insanlığın kaderi değil!
O nedenle yapılacak şey, yaşananların yapısal nedenleri olduğunu kabul etmektir öncelikle. Daha fazla şeffaflık, hesap verebilirlik, denetlenebilirlik, katılımcılık, denge ve denetleme mekanizmaları olmadan yolsuzlukların da operasyonların da önüne geçmek mümkün olamayacaktır çünkü. Bu hayalî bir şey değil. Kısa vadede yapılması gereken bugünkü savaşın aktörlerine karşı net, tavizsiz bir tutum benimsemek, tarafsız kalmak değil karşısında olmak her ne pahasına olursa olsun sandıktan çıkmayı değil başka mücadele yolları geliştirmeyi hedefleyen bir strateji benimsemek gerekiyor.
Kastedilen tamamen yeni karar alma biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. İnsanların bu yeni kurumları ve süreçleri işletebilmek için yeterince ilgili ve hatta yeterince akıllı olmadığı söylenebilir. Kanıt olarak da şimdiki seçimleri ve demokratik biçimleri saran alaycı ve uyuşuk hava gösterilebilir. Bunu birçoğumuz reddedemeyiz. Ama bu uyuşukluğun ne kadarının karar alma süreçlerine sadece görünüşte katılıyor olmanın sonucu olup olmadığını da kimse bilemez. Bilinen ve yürürlükte olan birçok süreç aslında fiili kararları engeller ya da perde arkasında tutulan mercilerin müdahaleleri sonucu kaybolup gider.
Bu o kadar yaygın bir durumdur ve o kadar sistemli görünür ki herkesi umutsuzluğa sevk eder. Bununla birlikte değişikliği zorunlu kılan eski ilke ve pratiklerin kusurlarını kanıt olarak göstererek yeni ilke ve pratikleri reddetmek yanlıştır. Çünkü hiç kimse bu yeni ilke ve pratiklerin ne ölçüye kadar işleyeceğini sınamadan bilemez. Oysa bunlar hiçbir şekilde sınanmış değildir. Bu ilke ve pratiklerin sınanmamasının en önemli nedeni halen var olan temsil kurumlarının bu tür önerilere gösterdikleri savunmacı tepkilerdir.
‘’Parlamenter demokrasinin’’ bürokratik ve otoriter çözümlere yönelmeye karşı çıkarılması anlaşılabilir ve istenen bir tepkidir. Ama ‘’parlamenter demokrasiyi’’ başka demokratik eğilim ve önerilere karşıt anlamda kullanmak doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bu yeni demokratik önerilere ve kampanyalara yol açan şey, Parlamenter demokrasinin kurumlarının içinde ve bu kurumların yanı sıra var olan ve gittikçe artan bürokratik ve otoriter pratiklerdir. Her ne kadar ‘’Milli iradenin’’ seçim sandığında temsil edildiği söylense de, aslında ‘seçimle gelen bir diktatörlüktür’ uygulanan. Hükümetlerin seçmenlerin yarısının ya da yarısından çoğunun olumlu oylarını almadığı biliniyor. Bir hükümetin oyların yarısını alması bile olağanüstü bir durumdur. Çoğunluğun ya da en büyük partinin lideri hükümeti kurmakla ‘’görevlendirilir’’. Bu noktadan sonra Başbakanın güçleri aslında bütün devletin güçleridir. Diğer bakanlar meclis tarafından değil, başbakan tarafından seçilir. Bu topluluğun Parlamentoya ve dolayısıyla seçmenlere karşı ‘‘sorumlu’’ olduğu savunulur. ‘’Sorumlu olmak’’ sözünün gerçek anlamı sistemli olarak ileri tarihlidir. Arada ki bütün aşamalar fiili olarak ‘’kabine’’ tarafından denetlenir.  
Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Proleter demokrasi çözümü, ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalizmde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır.  Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir. 
Devrimci sosyalistleri tehlikeli ütopyacılar olarak tanımlayanlar saf parlamenter anlamda anlaşılan siyasi demokrasinin zorunlu bir önlemi olarak ‘’karşılıklı bir hoşgörü’’ ile birlikte uzlaşmacı politikanın savunusuna dayananlardır. Temel adaletsizliği kabul eden bir mutabakatın ‘’demokratik kurumların istikrarı’’ için kaçınılmaz olduğu varsayan uzlaşmacı politikaya göre herkes parlamento-seçim oyununun kurallarını kabul ederse toplumsal nitelikli kanunlar sonunda kapitalizmin temel kötülüklerini ve bürokratik devleti azar, azar yontacaktır.  Bu görüşün gözden kaçırdığı şey, artan ölçüde bağımsız ve denetlenmez bir yürütme gücü tarafından desteklenen temel kapitalist üretim ilişkileri ve siyasi, toplumsal sınıf iktidarının yapısal karakteridir. İşte bu yüzden yönetici sınıflar ve devlet yöneltilen sistematik suçlamalara ve hemen ulaşılabilir sanılan reformlara direnç gösterip şiddetli misillemelere girişiyor.  Şu gerçeğin bir kez daha altını çizelim Demokratikleşme süreçleri özellikle bu sürece işçi sınıfı öncülük etmiyor ve kendi lehine düzenlemeler için süreçte aktif olarak yer almıyorsa asıl olarak bir burjuva politikası olduğu ve kapitalist hegemonyayı sağlamlaştırmanın bir aracı olarak iş görecektir. İşçi sınıfına ve ezilenlere doğrudan ve kısa vadede bir fayda getirmeyen demokratikleşmenin gerçek bir demokratikleşme olmayacağı doğrudur. Bugün de adına demokratikleşme denilen sürecin sınırları girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz. Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bu da bize gerçek bir demokratikleşmenin (demokratikleşme ile sosyalizm arasına duvar çekmeye çalışan aşamalı devrim anlayışının aksine ) ancak aşamaları sürekli olarak sosyalizme doğru gelişen gerçek bir süreç yoluyla elde edilebileceğini gösterir. 
 
İktidarın demokrasi deyince sandıktan başka bir şey anlamadığı da ortaya çıktı. Öte yandan insan hakları, seçim sistemi, özgürlükler gibi demokrasi adına ilkesel ve kurumsal gelişme ve güvence isteyenler, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz edenler haklılar da, hiç değinmedikleri konular var. Kapitalizmle demokrasi arasındaki ilişki hemen hiç konu edilmiyor. Bu nedenle, insan hakları, farklılıklara saygı, seçim barajlarının indirilmesi, , yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi, katılımcı demokrasi uygulamaları gibi ilke ve kurumlar önemli olsa da, eşitlik fikrine dayalı demokrasinin “eşitlik üretememesi” gibi bir yönü olduğunu da hesaba katmak gerekiyor. Ya da eşitlik dendiğinde inanç, ırk, kimlik gibi kültürel ögelere yer verilirken, Sosyo-ekonomik eşitsizlikler gündem dışı kalmakta. Hatta uluslararası kuruluşların, finansal piyasaların kamusal alanı sınırladığından söz edilirken bile, sanki Neo-liberal politikalar emperyalizmin politikası değilmiş gibi, sorun sisteme değil Neo-liberal politikalara bağlanmakta.
Sermayenin uluslararası düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar.  Kapitalist rekabet ve kâr güdüsü hâlâ dönemsel olarak fabrikaların kapanmasını, işçilerin kapı önüne koyulmalarını, ücretlerin kısılmasını, sosyal yardımların azalmasını gerektiriyor. Kapitalizme karşıyız çünkü yarattığı bu toplumsal kötülüklere karşıyız. Bu ilişkilerde parça,  parça değiştirilemez. Büyük parasal serveti ortadan kaldırmadan büyük parasal servetin iktidarını azaltmanın yolu yoktur. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma ve kendi geleceğini belirleme yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok Bu yetenek mevcut. Tüm bürokrasilere karşı ve demokratik olarak tanımlanan devlete karşı güvensizlik bugün geçmişte olduğundan daha fazla hissediliyor. Uygulamaya geçmek, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Hiç yorum yok: