3 Mart 2014 Pazartesi

Devleti Yok Etmek İçin Devrimleri Çaldırmamak Gerekir


İbrahim Özkurt
İnsanlık tarihi yanlış okunursa, geleceğin komünal inşası da yanlış araçlarla örülmeye çalışılır ve başarısızlığın bedelini de başta emekçiler olmak üzere tüm insanlık ve gezegenimiz deki tüm canlı yaşam çeker.
zapat
Bu yazımla daha gerçekçi olduğuna kani olduğum bir tarih okunmasını ve buna uygun mücadele araçlarının nasıl örülmesi gerektiğini tartışmak istiyorum.
Marksistler yaklaşık 170 yıl önce; “İnsanlık ilkel komünal, köleci, feodal ve şimdi de kapitalist toplumda yaşıyor ve tüm toplumlar sömürücü sınıfların egemenliği ve iktidarı ile süregeldi. O halde kapitalist sistemin en devrimci sınıfı olan işçi sınıfının da,burjuva devletin yerine proletarya devletini inşa ederek  önce sınıf egemenliğini kurup, süreç içinde devletin sönümlenip, sınıfsız toplumun inşası gerçekleştirilmeli,”diye yola koyulmuştuk.
 Mücadele ve iktidar araçları olarak ta (ekonomik demokratik araç olarak sendikalar, politik mücadele ve iktidar aracı olarak parti) sendika ve parti örgütlenmelerini kurgulamıştık.
Söz konusu Avrupa merkezli tarih okuması ve parti ve sendikalar ile izlenen çizgi ne ölçüde doğru idi? Önce tarih okumasını bir sorgulayalım.
İnsanlık yaklaşık 12000 yıl önce toprağı işlemeyi öğrenmeye başlar. Aynı zaman diliminde At, sığır, koyun-keçi ve köpeği de evcilleştirir. Böylelikle yerleşik yaşama ilk adımını atar. Daha önceleri avcı ve toplayıcı olan insan, özellikle alan kavgası nedeni ile bir birini tutsak alsa da, işine yaramadığı için köleleştirmez, öldürür. Toprağın işlenmesi, insan yaşamında muazzam değişikliklerin yaşanmasının yolunu açar. Yerleşik düzen, zamanla artı ürün edinmeyi sağlar, ticaret doğar, zanaat gelişir. Tutsak ettiği insanı ise, iş gücü gereksinimi için köleleştirmeye başlar. Değiş tokuş şeklinde süren ticaretin genişlemesi ise devreye 5000 yıl önce paranın girmesine neden olur. Yaklaşık 800 yıl önce ise, içinde yaşadığımız kapitalist sistem yavaş yavaş oluşmaya başlar. Bu süre zarfında bir dizi bilimsel ve teknik gelişmeye de imzasını atar insanlık. Yani insanlık köleleştirildiği ve sömürüldüğü için duraksamadan; siyasal, toplumsal devrimler, aklı ile de sosyal, kültürel, bilimsel devrim SÜREÇLERİ yaşar.
12000 yıl önce toprağın işlenmeye başlamasından bu yana yaşanan tüm evreleri (sistemleri) insanlığın bir SÜRECİ olarak okumak gerekiyor. Okurken de sürecin dünyamızın farklı bölgelerinde farklı zamanlarda ( Bereketli topraklardan 1500 yıl sonra Çin’de, 2500 yıl sonra Amerika’da) yaşandığını da bilmek gerekir. Örneğin kölelik: İlk kez Mezopotamya’da toprağın mülk edinilmesi ve ticaretin yaygınlaşma süreciyle başladı ve şekil değiştirerek günümüze kadar devam edip geldi. Toprağı mülk edinerek feodal bir sistem kuran zorbalar, toprağı işlemek ve korumak adına önceleri hiç bir hak verilmeyen kölelerine kısmi özgürlükler tanımak durumunda kaldı. Kapitalist sistem de ise kölelik, ücretli köleliğe dönüştürüldü. Üstelik süreç her yerde aynı şekilde gerçekleşmedi. Her bölgede farklı zamanda ve bölgelerin farklılıkları, isyanlar, göçler ve savaşlar sonucu şekillendi. Kısacası kölelik ve feodalite bir birlerinden ayırt edilebilecek tarzda değildi, iç içeydi ve farklı bölgelerde farklı zamanlarda başladı ve günümüze değin nitelik değiştirerek süregeldi.
Adına burjuva dediğimiz sınıf ise, artı ürünü pazarlayan ilk ticareti yapanların ‘soyundan’ gelenlerdi. Yani, üretmeden ve sadece kâra dayalı bir yaşam sürmesi nedeni ile olmalı, son derece acımasız ve hırsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çok önceleri çıkmıştı burjuvalar. İnsanlığın bilimsel buluşlarını ve her tür teknik gelişmesini de parasal gücü ile sahiplenen ve her tür bilimsel ve teknolojiyi kendi sınıf çıkarı için kullanan bu sınıfın, 1200’lü yıllarda (feodalitenin oldukça güçlü bir döneminde) Avrupa’nın küçük kantonlarında yeni bir düzenin de (kapitalist ) temellerini atmaya başladığını görüyoruz.
Günümüzün tüm dünyasını sarıp sarmalayan temsili demokrasinin ilk modelini bile bu kantonlarda kendi aralarında işletmeyi öğrenir bu sınıf. Atina’nın site devletlerindeki doğrudan demokrasi uygulaması bile, özgür yurttaşlar arasındaki yönetim şeklinden öte bir anlam ifade etmez ve özünde siteyi hangi özgür yurttaşın yöneteceğini karar altına almalarıdır.
Demek istediğim, insanlık tarihinin sosyal, ekonomik, kültürel, toplumsal, bilimsel ve teknik devrimler SÜRECİ oluşudur. En önemlisi de sürecin dünyamızın her tarafında farklı şekilde ve farklı zamanlarda yaşanmış olmasıdır.
Uzatmayayım. Marks şöyle der…
“Devlet sınıf mücadelesi aracıdır. Devletin yok olması için, önce sınıfları yok etmek gerekir. Sınıfları yok etmek için de, sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt yapıyı (iktisadi ilişkileri) değiştirmek gerekir. Bunun da en baş koşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır; kar yerine ihtiyaçlara göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmaktır. “der. Marks’ın bu tespitine katılıyor ve soruyorum.
MARKS’IN TESPİTİNİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN TEK BİR YOL MU VAR DI?
Yaşanan süreç tek bir yol olmadığını gösterdi. Zira yaklaşık 170 yıl önce Marks’ın bu tespitinden yola çıkan Marksistler; Sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve iktisadi ilişkileri değiştirmek için, “önce proletarya’nın mevcut devleti ele geçirerek önce sınıf diktatörlüğünün kurulması gerektiğini” ileri sürmüştü. Yani süreç içinde burjuva sınıfının ortadan kaldırılarak, ihtiyaca göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurulabileceğini teorileştirerek yola koyulmuştu. Ne var ki yaşanan tüm pratikler başarısızlıkla sonuçlandı.
Başarısızlıkların elbette birçok sebebi bulunabilir ama en temel sebep için şöyle özet bir cümle kurabiliriz diye düşünüyorum. –Kapitalist sistem içinde yaşanan tüm toplumsal devrimler, devrimi yapanların ütopyalarındaki iktisadi ilişkileri (üretim, dağılım ve bölüşüm) yaşadıkları kapitalist düzen içinde yaşama deneyimleri olmadığı için devrimler; yeni iktisadi ilişkilerin kurulmasının yolunu açsa da, iktidarı ele geçiren güçler, (toplum mühendisleri) Yeni egemenlik ilişkileri kurmuş, iktidarı ve devleti sönümleyememiş, önce güçlendirmişler giderek bürokratik diktatörlüğe dönüştürmeleri nedeni ile de sistemin çöküşüne neden olmuşlardır.
DEVRİMLER HEP ÇALINMIŞTIR DA DİYEBİLİRİZ
Adına “burjuva demokratik devrimi” denen 1789 Fransız devrimi hırsız bir sınıf olan burjuvalar tarafından çalınmıştır. Zira bu büyük devrimi köylülerden, işçilerden ve zanaatkârlardan oluşan Paris’in deyim yerindeyse BALDIRI ÇIPLAKLARI yapmıştır. Burjuvalar baldırı çıplakların iş, ekmek, hürriyet taleplerini temsili demokrasi ile gerçekleştirmeyi vaat etmiş olmalarına karşın, vaatlerini yerine getirmek şöyle dursun daha da kötü koşullara mahkûm etmiştir emekçileri.
Paris Komünü, Sovyet, Çin vb. devrimler ise toplum mühendisleri tarafından çalınmıştır. Dolayısıyla, devrimi yapanlar geleceğin inşasını, devrim öncesi sistemin içinde iken kendi iktisadi ilişkilerini başlatamadıkları için ellerinden kaçırmış, çaldırmışlardır diyebiliriz.
O halde, Marks’ın önerdiği ihtiyaca göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi geçmişte yaşananlar gibi ( Özellikle burjuvazinin tarihindeki gibi ) kapitalist sistem içinde kurulmaya başlanamaz mı? Bunun gerçekleşmesi için de, yepyeni bir iktisadi ilişkinin temelleri kapitalist sistem içinde atılamaz mı? Ekonomik, politik, sosyal, kültürel, demokratik vs. yaşamın tüm alanlarında kurumsallaşmalar, komün al özgürlükçü bir tarzda kapitalizmin içinde örülmesi mümkün değil mi?
Komünist manifesto’da “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” diye söze başlar Marks ve Engels. Günümüz dünyasında ise hayalet tüm dünyayı sarmış durumda. Bu yüzden ayaklanmalar ve isyanlar beklenmedik yerlerde, beklenmedik zamanlarda vuku buluyor. Ama ne işçi sınıfı ne örgütleri (sendikalar ve partiler) ve ne de topyekûn emekçi kitleler (isyancılar ) sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, özgürlükçü bir dünyanın nasıl kurulması konusunda fikir sahibi değiller. Son yılların tüm isyancıları, yöneticilerden sadece taleplerde bulunuyorlar. Oysa gün talep günü değil. Gün, dünyayı hırsızlardan, asalaklardan, katillerden, sömürürcülerden yani onların devletlerinden kurtarma günüdür. İnsanlığın ve doğal yaşamın kaybedecek bir saniyemiz bile kalmadı.
Yukarıya tarih okuması yanı sıra Marks’ın tespitini de koydum. O halde gerçekçi mücadele araçları nasıl olmalı tartışmasına geçebiliriz.
Doğru araçları;
1.Çok boyutlu,
2.Devletlerden, sermayeden ve toplum mühendislerinden bağımsız düşünmek gerekiyor.
Yukarıda “kapitalizmin feodal sistem içinde kendi üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisini kurmaya başladığını ve süreç içinde iktidarını kurduğunu” söylemiştim. O halde günümüz işçi sınıfı, köylüler, küçük üreticiler (işlerini kaybetmek durumunda kalan tüm küçük üretici ve esnaflar, zanaatkârlar ) ve özellikle işsizler de kendi ekonomik ilişkilerini kurmalılar. Sanırım bunun için KOOPERATİF şeklinde örgütlenmek gerekiyor. Tekrar olsa da ve fikir Metin Yeğen’e ait olsa da vurgulamalıyım. Liberal ekonominin dünyamızı sarması ile özellikle kamu iş yerlerindeki başta hizmet olmak üzere birçok alanda işler taş oranlara devredildi. Bu nedenle işçiler kuralsız, örgütsüz, asgari ücretle çalıştırılmaya mahkûm edildiler. Sendikalaşma çabaları sonuç vermiyor, verme ihtimali de yok. O halde kooperatifçiliği buradan başlatabiliriz. Taş oran işçileri kendi aralarında kooperatifleşerek yaptıkları işler için doğrudan taş oranla rakip olarak ihaleye girip işleri alabilirler. İşverene, taş oranın verdiği fiyatın yarısını bile verse bu kooperatifler, işleri alabilir ve daha çok kazanabilirler. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olurlar. Hem asalak bir sınıfı tasfiye ederler hem de daha çok kazanırlar ve de gelecek güvencesi elde ederler.
Bunun yanı sıra köylerde, kasabalarda, kentlerde hülasa emekçinin yaşadığı her yerde üretim ve tüketim KOOPERATİFLERİ kurulabilir.
Şüphesiz, geçmişte kurulan ve başarısızlıkla noktalanan kooperatifler gibi, önerdiğim kooperatifler; Seçilmiş yönetici bir zümreye bırakılmamalı, kendi içlerinde mutlaka doğrudan demokrasiyi uygulamalılar. Ayrıca etkin denetim mekanizması da oluşturulmalı ki her tür olumsuzluk bertaraf edilebilsin. (Kazova işçileri önceden planlanmış olmasa da sanırım sağlıklı bir başlangıç yaptı)
Bu kooperatiflerin parolası İHTİYAÇ EKONOMİSİ olmalı. İnsanlığın büyük çoğunluğu yoksulluk yaşıyor. Dünya nüfusunun en zengin 85 kişisi 3,5 milyar insanın gelirine karşılık gelen bir serveti kontrol ediyormuş. Yine dünya nüfusunun en zengin % 1’ini dünyadaki servetin %46’sını kontrol ediyormuş.
Burjuvalar, bilimsel ve teknik devrimi de kendileri kullanarak ileri bir üretim, dağılım ve bölüşüm ekonomisi kurmuştu. Bu, belki de insanlığın engel olamayacağı bir süreçti. Kapitalist emperyalist sistem içinde yaşam mücadelesi veren günümüz emekçileri, burjuvaziden daha ileri bilim ve tekniği devreye sokamaz. Sokması da gerekmiyor. ( Dünyayı tümden fethedince neler olacak şimdiden ahkâm kesmenin gereği yok.) Dediğim gibi İHTİYAÇ EKONOMİSİ parolası ile sınırlı alanlarda işlerini kolaylaştırmak adına eminim bir dizi yeni tekniği devreye sokabilir. Kendisini egemenlere satmayacak birçok bilimci buluşunu kooperatifler kanalı ile insanlığın hizmetinde pek ala kullanabilir. Kullanacaktır da. Hele de ekoloji alanındaki bilimcilerin tümden desteğini alabilir bu kooperatifler.
Burjuvalar kar adına ihtiyaç olmayan o kadar çok şey üretiyor ki, bu dünyamızın kaynaklarının da tüketilmesi, gelecek kuşakların yokluk içinde yaşamaları, kirli bir gelecek demektir. İHTİYAÇ EKONOMİSİ ile bunun da önü alınabilir. Yani yoksulun gereksinimi olan yiyecek-içecek, giyecek ve barınak ekonomisini kast ediyorum. Bu “ileri” bir ekonomi mi? değil mi? tartışılabilir ama zorunlu bir ekonomi olur diye düşünüyorum.
Sanırım böylelikle, kapitalist sistem içinden yeni bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi üremeye başlar. Kurulacak kooperatifler mevcut ekonomik sistem ile rekabet edeceğinden ve amacı da sömürü olmadığı için kârdan başka amacı olmayan burjuvaların rekabete karşılık vermeleri mümkün olmayacaktır. Böylelikle sınıf mücadelesinin de en alası yapılmış olacaktır. Ne diyordu Marks. “Devletin yok olması için, önce sınıfları yok etmek gerekir. Sınıfları yok etmek için de, sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt yapıyı (iktisadi ilişkileri) değiştirmek gerekir. Bunun da en baş koşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır…..”
MÜCADELE ARAÇLARI NASIL OLMALI’YA GEÇEBİLİRİZ.
Günümüze değin sendikaları ekonomik, demokratik mücadele aracı, partiyi ise politik mücadele aracı olarak kurgulamıştık. Aslında sendikalar işçilerin dayanışma amaçlı kurdukları örgütlerdi. Sonradan onları dönüştürdü sosyalistler. Her neyse konuyu uzatmak istemiyorum. Kooperatiflerin, burjuvaziyi alt etmeye yeterli olmayacağı bir gerçek ve zaten ekonomi politiğin aracı olarak ve de geleceğin komün al toplumun ekonomik ayağı olarak düşünülmeli.
MÜCADELENİN POLİTİK AYAĞINA GELİNCE:
Son zamanlarda hemen herkes sokakları adres gösteriyor. İşçi sınıfı ve fabrikalardan umut kesildi sanki. Yaklaşık 170 yıldır devleti ele geçirerek sönümleyemedik. Ama sönümlemek adına kurduğumuz parti ve sendikaları sönümleyebilir Ya da meclis lere dönüştürebiliriz. Tabi ki meclisler parti teşkilatları gibi yönetim kurullarınca yönetilmemeli, kendi alanlarında özerk olmalı, kararlarını doğrudan demokrasiyi işleterek almalılar. Meclisler arası sıkı koordinasyonlar kurulmalı. İlçe, İl ve Merkezi meclisler karar organı olmamak kaydıyla meclisler arası koordinasyondan, meclislerin her tür ihtiyaçlarının karşılanmasından, (bilimsel, hukuki, teknik vd.) sorumlu olmalı. Yani klasik partilerin merkez yöneticileri gibi karar organı olmamak kaydıyla… İlaveten bu meclislerden bağımsız Kadın, gençlik, kültür, spor vb. meclisler de örülmeli. Meclisler sadece sokaklarda değil tüm iş yerlerinde, fabrikalarda, ticaret merkezlerinde, sanayi sitelerinde, köylerde, kasabalarda; hülasa emekçinin olduğu her yerde kurulmalı. Bu meclisler yukarıda da değindiğim gibi politik mücadele araçları olmalı. Yeni bir kültürün de bu meclislerde boy atacağına eminim.
Günümüz işçi sınıfının çok küçük bir kesimi sendikalı ve çoğu da devlet güdümlü. Sistem işçi sınıfına adeta, “otur oturduğun yerde, iş bulup çalışıyorsun, onu da kaybedersen aç kalırsın” diye DAHA DA KÖLELEŞTİRİYOR. Yani günümüz işçi sınıfı devlet, patron ve sendikacı kıskacından başını kaldıramayan, ara sıra ücret talebiyle sesini duyurmaya çabalayan bir konuma sürüklenmiş vaziyette.
Buna rağmen işçi sınıfının tüketim kooperatifleri kurmasına, mevcutların üyesi olmasına bir engel yok. Ayrıca mahalle meclislerinde pekâlâ etkin mücadele yürütebilir. Yani sokaklarda….
Kooperatif ve meclis şeklindeki örgütlenmeler karşısında burjuvazi elbette ki boş durmayacak, her tür önlem ve baskı mekanizmalarını devreye sokacaktır. Kooperatiflerce ve meclislerce sıkıştırılan burjuvazinin pazarı kaçınılmaz olarak daralacağından, İşten atmalar ve fabrikaların kapatılması gündeme gelecek. İşte, işçi sınıfı buna da hazırlıklı olmalı. Bunun için şimdiden örgütlenmeli. Yani, gün gelip fabrikayı işgal edeceğini hesap ederek bu günden sendikalarını kooperatifçiliğe dönüştürecek yolları bulmalı.( KOZOVA işçilerinin yaptıklarına benzer…. )
Günümüzde mücadele için sokaklar öneriliyor ve sokak diye kentlerin merkez meydanları adres gösteriliyor. Merkezi meydanlar elbette ki önemli. Bence daha önemli olan, yaşam ve çalışma alanlarının tümünün işgale uğraması. Ki, devlet polis bulamasın. Bu ütopya mı? Mahalle meclislerinin çoğalmasını sağlayalım bakın nasıl gerçeğe dönüşür. Devletlerin toplumun yarısını polis yapacak hali de olmayacağına göre (Zira para bulamaz) İşte size toplumsal devrimin kalıcılaşması, devletin çökertilmesi.
Geçmişin tüm devrimleri devleti ele geçirmek üzere yapılmıştı. Ele geçirilen yerlerde de yeni devleti, devrimi yapanlar adına toplum mühendisleri yönetmişti. Önerdiğim devrim, devleti ele geçirmek değil DEVLETİ YIKMAK, PARÇALAMAK üzere gerçekleştirileceğinden SAVAŞSIZ, SINIRSIZ, SINIFSIZ, ÖZGÜR bir dünya, yine Marks’ın dediği gibi “işçi sınıfının ve tüm emekçilerin eseri “olabilir. Olmalıdır da…..
Meclis ve kooperatif şeklindeki örgütlenmeler geçmişte yaşanan sol içi ayrışmaların da anlamsızlığını açığa çıkaracaktır. Geçmişin ayrışmaları sınıfsal değil küçük burjuva kökenli toplum mühendislerin çizdikleri proje kaynaklıydı. Günümüz işçi sınıfı ve emekçiler bu projelere itibar etmemekte, ama kendi yollarını da bulamamaktalar. Reel sosyalizmin çöküşünden bu yana emekçi sınıflar günlerini kurtarmak, güçlüden yana davranarak kırıntılardan kendilerine düşecek pay peşinde koşmaktalar. İşçi sınıfının devlet odaklı sendikalarda yoğunlaşmakta olduğunu görüyoruz. İktidarı ele geçiren partilerin en çok emekçi sınıflardan oy topladığının başka izahı olabilir mi?
Verilecek mücadele sınıf mücadelesi ise o halde sınıfı, çeşitli ideolojilerin etki alanından kurtarmak için onlara; Etnisite din, mezhep, , ideoloji gibi ayrımların yaşanmayacağı sınıf örgütlenmesini önermek, onlara ön ayak olmak, ihtiyaçları olacak her tür başta hukuki, teknik, bilgileri vermeği taahhüt etmek gerekir. Ki, Rojava’lar ve kantonlar çoğaltılabilsin.
Sömürü mekanizmaları iktidar kavramı ve devlet aygıtının keşfi ile başlamıştı. “Burjuvalar ise 1200’lü yıllarda Avrupa’nın küçük kantonlarında temsili iktidar ve ulus devlet için deney kazanmaya başlamışlardı” demiştik. Günümüzde ise Zapatistalar, Brezilya’da TOPRAKSIZ KÖYLÜLER HAREKETİ, Venezüella’daki komünler ve de dünyanın birçok bölgesindeki irili ufaklı komünler ve ROJAVA’daki kantonlar! Sanırım bunlar geleceğin iktidarsız ve devletsiz komün al toplumunun nasıl örülmesi gerektiğinin ipuçlarını gösteriyor. Yanlışlarda direnmenin burjuvaziye ve karanlık bir geleceğe hizmetten öte bir anlamı olamaz diye düşünüyorum. Özgürlük arıyorsak, devlet ve iktidar kavramlarını tarihin çöplüğüne atmalıyız. Sosyalist devlet ya da sosyalist iktidar gibi kavramları da….
Unuttuğum bir hususu da ekleyerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Önerdiğim meclisler, burjuva devlet aygıtının yerel yönetimlerini (belediyeleri) ele geçirmeyi, yerellerin yetkilerinin artırılması ve merkezi devletin yetkilerinin yerellere devri için çaba harcamalı. Yerelleri, mahalle meclislerinde uygulamaya soktukları doğrudan demokratik yöntemlerle yönetilmesi için çabalamalı. Uzatmayayım, ÖZERKLİK projelerini devreye sokarak merkezi devleti gün be gün parçalamak için seferber olunmalı.
Mevcut sol parti ve sendikalardan ümidimi çoktan kestim. Gezi direnişini mahallerde, parklarda sürdürmeye çalışanların, önerdiğim örgütlenmeleri tartışarak, geleceğin inşasında başlangıç yapacak potansiyeli taşıdıklarını düşünüyorum.

Hiç yorum yok: