12 Ağustos 2013 Pazartesi

Devlet Ergenekon ve AKP


           Ahmet Doğançayır     
Kapitalist sömürünün sürmesinde kullanılan eşitlik ve özgürlük denen burjuva demokrasisinin temel kavramları, içinde çelişkiler barındıran toplumla devlet arasındaki ilişkiyi sağlar.
Ergenekon 3
Siyasal haklar denilen şeyler aslında devlet ve toplum ayrılığını vurgular. Vatandaşın toplum yönetimine bu siyasal alan vasıtasıyla katıldığı söylenir. Hâlbuki siyasal alan ve siyasal demokrasi de temsilidir. Siyasal katılım toplumun üyelerinin kendi adlarına sürdürdükleri bir faaliyet değil, onlar adına siyasal yetkililerin üstlendikleri bir sorumluluktur. Dolayısıyla devlet toplumdan ayrılmış olsa bile bağımsız olmayan bir ilişkiler alanı ve aygıtıdır. Sınıflara bölünmüş bir toplumun devleti de toplum karşısında tarafsız olamaz.
Devlet düzeyinde hegemonya sorununda ideolojik mücadele boyutu olduğu gibi, siyasal ittifaklar ve siyasal önderlik boyutunun da olduğu unutulmamalıdır. Diğer yandan devletin hegemonya mücadelesinin alanı olarak zor kullanımını dışlanmadığını ayrıca belirtmeye gerek bile yoktur. Kitlelerin rızasını ve desteğini sağlamaya çalışma ve zor kullanma toplumsal sınıflar arasındaki siyasal ve ideolojik mücadelenin hiç değişmeyen unsurlarıdır. Değişen, farklı durumlarda hangi unsurun belirleyici olduğudur. Egemen sınıflar hegemonyalarını sağladıkları ölçüde ‘’demokratik kurum ve kuralların’’ işlerlik kazanacağı bir durumda kapitalist devletin ‘’demokratik’’ biçiminden söz edilebilir. Bu hegemonyanın sağlanamadığı koşullar demokratik kurumların ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına yol açan ‘’demokratik olmayan’’ çeşitli devlet biçimleri gündeme gelebilmektedir. Siyasal bunalım durumunda devlet bu bunalıma var olan sosyoekonomik durumun korunması yolunda müdahalede bulunacaktır. Bu ise elbette hâkim sınıfların lehinde, ezilen sınıfların karşısında olacaktır.
Burjuva demokrasilerinde sıkı bir şekilde örgütlenmiş bir parti sistemi ve parlamento oy kullanma hakkını bir meclis sistemine dönüştürmüştür. Bireyler olarak bize sunulan politikalar ve belirli kararlar alanı çerçevesinde birkaç yılda bir oy kullanırız. Bu zorunlu süreç sonunda bir bakanlar kurulu ortaya çıkar ve artık herhangi birimizin işlerimizin yönetimine ufakta olsa bir katkısı olduğunu hissetmesi zor olur. Parti örgütleri yoluyla yaklaşımlar parti içi demokrasi işlemediğinden olağanüstü zordur.
Temsili demokrasinin bildiğimiz biçimiyle parlamenter demokraside dâhil toplumun bütün yönetimi oluşturduğu iddiası açıkça yanlıştır. Karar alma süreçleri daima ülkenin önemli ekonomik kaynaklarının denetiminin ve dolayısıyla karar alma süreçlerinin  ‘’özel’’  ellerde aslında ulusal ve uluslar arası kapitalist şirketlerin ve kurumların elinde bulunduğu koşullarda gerçekleşir.  Burjuva demokrasisinin temsili ve sadece siyasal demokrasi olması ve hâkim sınıfların egemenliğinin en uygun biçimine tekabül onun bir aldatmaca olduğu anlamına gelmez. Marks’ın belirttiği gibi verili koşullarda burjuva demokrasisinin emekçi sınıflar açısından ileri doğru atılmış bir adım olması onun aynı zamanda çelişkili yapısını gösterir. ‘’Genel oy” hakkıyla siyasal ayrıcalıklar kaldırılıp toplumun tüm üyelerine siyasal eşitlik sağlandığında yalnızca burjuvazinin bütün kesimlerine eşitlik sağlanmasıyla birlikte toplumun bütün sınıfları siyasal mücadele alanına katılırlar. Dolayısıyla burjuvazinin egemenliğinin en uygun kılıfı aynı zamanda bu sınıfı siyasi garantilerden yoksun kılar. Başka bir deyişle parlamenter demokrasi burjuvazinin koşulsuz siyasi egemenliği önünde bir engeldir.”genel oy”  hakkı aynı zamanda burjuvazinin siyasal egemenliğinin zaman zaman zorlanmasına yol açar. Dolayısıyla kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişki hem bir uyumu hem de bir çatışmayı bağrında taşır. Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır.
Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir. Burjuva demokrasisinin emekçi sınıflar açısından değerlendirilmesinde Marksizm demokratik özgürlüklerle burjuvazinin temel kurumları arasında bir ayrıma başvurur. Bu ayrım çerçevesinde parlamento; Genel oy, grev örgütlenme, toplu gösteri hakları gibi demokratik özgürlüklerle aynı düzlemde yer almaz. Bu özgürlükler emekçi sınıfların mücadeleleriyle kazanılmış haklardır. Bu durum saldırılar karşısında emekçilerin neden burjuvazinin temel kurumlarını değil mevzilerini ve haklarını korumaları gerektiğini açıklar.
Darbelere karşı Demokratik açılım safsataları
Türkiye de sınıfsal özü bir tarafa bırakılarak devletin ve demokrasinin toplum içindeki çelişkiler konusunda ki yanlı konumu farklı tutumların doğmasına yol açmaktadır. Bu durum bizi bir taraftan özellikle liberal ve sol liberal denilen kesimin açıklamalarıyla karşı karşıya getirmektedir. Bu kesimler askeri darbeleri tek başına asker ve sivil bürokrasiye fatura ederek burjuvazinin ve burjuva partilerin bu müdahalelerdeki rolünü görmezden gelmektedir. Diğer bir kesim ise orduya, onun bir NATO ordusu olduğu gerçeğini görmezden gelerek ilerici, devrimci bir rol biçmekte, bu çerçevede milliyetçi ırkçı eğilimlerle ittifaklarda sorun görmemektedir.
Öncelikle Türkiye de askeri müdahalelerin burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak çıkarlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Darbelerle herhangi bir şeyin tahkimi ve yenilenmesi olmuşsa bu, burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki sorgulanamaz hâkimiyetinin yenilenmesidir. Burjuva partileri de çatışma dönemlerinde askeri yönetimlerle her an ortak bir zemin bulmaya ve uzlaşmaya hazır bir tutum takındılar. Sınıflar belirli anlarda belirli partilerden desteklerini çekebildikleri gibi, partilerde belirli koşullarda kendi yapılarını koruyacak tavırlar geliştirebilirler. Ama her durumda burjuva partileri temsil ettikleri veya temsil etmeye aday oldukları sınıfın çıkarlarının tanımladığı alanın dışına çıkmak istemezler. Manevraları hep bu alanın içinde kalır. İşte bu durum burjuva partilerinin hem neden demokrasi lafazanlığına giriştiklerini açıklar, hem de bu lafazanlığın her an uzlaşmaya hazır doğasını açıklar. Diktatörlüklerden sonra gelen ‘’demokratik aşama’’, büyük kurumsal değişikliklerde ve çeşitli devlet aygıtlarının önder kadrolarında yapılan esaslı değişimlerde vücut bulur. Ancak bütün bunlara rağmen bu görevden almalar ve değişimler gene devletin devamlılığı sınırları içinde kalır. Böylesi koşullarda devlet aygıtlarının arındırma işlemleri devamlı olarak sınıfsal güçler dengesinin zorunlu kıldığı sınırlarla karşılaşacağı açıktır. Sonraki mücadeleleri için burjuvaziye çok faydalı olabilecek geniş bir devlet görevlisi kesimi yerlerini korumaya ve yeniden kurulmakta olan siyasi aygıtla yakın ilişkiye devam eder. Bu durumun daha da açığa çıkmasının bir nedeni de burjuvazinin geleneksel siyasi personelinden bir kısmının diktatörlüklerle işbirliği içinde olmasıdır.
Toplumda bugün yaygın güven oluşturmaya yönelik görüş piyasa ya da parlamenter demokrasinin var olan biçimleri ya da uygulandığı gibi ikisinin bileşiminin geçmişte olduğu gibi gelecekte de sorunları çözeceği şeklindedir. Ancak birçok insan bu sorunların nedeninin zaten kapitalist piyasa ve eski tip demokrasinin bileşimi olduğunun ya da en azından böyle bir formülün bu sorunları önleme ve çözme gücünden yoksun kaldığının farkına varmaktadır. Böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini, mevcut seçim sisteminden korumak ve ezilen sınıfları bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapıyor. Bunun eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle yapılması düşünülüyor.
Türkiye de iktidarın her yaptığını ‘demokratikleşme’ adına alkışlayan, her itirazı da askeri vesayet rejimine destek vermek olarak tanımlayan kesimler, aslında iktidarın işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin muhalefetini ezme çabasına destek oluyorlar. Oysa yaşanan Ergenekon söylemi çerçevesinde,‘’ demokratik açılım’’ görünümü altında yeni bir muhafazakâr otoriter devlet yapılanması oluşturmanın yolunun açılmasıdır. Askeri vesayetten kurtulma yönünde herhangi bir adım atılmadığı gibi devralınan devlet mantığı ve işleyişinin ‘’yeni vasilere’’-AKP seçkinlerine ve onların ‘’tek adamına’’- uyarlanmakla yetinildiği görülüyor. ‘’Liberalleşme ile birlikte giden demokratikleşme süreci’’ içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. AKP temel karakteri itibariyle neo-liberalizmi savunan bir partidir. AB ye eklemlenme ve AKP iktidarı yoluyla yürütülmeye çalışılan sürecin demokratikleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu süreç emekçi kesimler lehine herhangi bir kazanım içermeyen AB-ABD eksenli bir emperyalist sermayeye eklemlenme sürecidir. Yani neo-liberal dalga emekçileri ve ezilenleri daha güçsüz kılmayı hedeflemektedir.
Şu gerçeğin bir kez daha altının çizilmesi gerekiyor: Esas olarak demokratikleşme süreçleri özellikle bu sürece işçi sınıfı öncülük etmiyor ve kendi lehine düzenlemeler için süreçte aktif olarak yer almıyorsa asıl olarak bir burjuva politikası olduğu ve kapitalist hegemonyayı sağlamlaştırmanın bir aracı olarak iş göreceği açıktır.  İşçi sınıfına ve ezilenlere doğrudan ve kısa vadede bir fayda getirmeyen demokratikleşme gerçek bir demokratikleşme olmayacaktır. Bugün de adına ‘’demokratikleşme’’ denilen sürecin sınırları girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar. Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz.
Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bu da bize gerçek bir demokratikleşmenin (demokratikleşme ile sosyalizm arasına duvar çekmeye çalışan aşamalı devrim anlayışının aksine ) ancak aşamaları sürekli olarak sosyalizme doğru gelişen gerçek bir süreç yoluyla elde edilebileceğini gösterir.
‘’Derin devlet’’, devletin kendisidir
‘Askeri vesayete karşı demokrasi mücadelesi’ görünümlü söylem öyle bir hale getirildi ki sanki yakın tarih komplolar tarihi oldu. Türkiye de islamcı, muhafazakâr neo-liberal siyaset kendi hesaplaşmasını ve provokasyon dediği olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni ‘’derin devlete’’ ve onun komplolarına atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde oldu. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları yaşanan o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor.
Bugün Türkiye de başlangıçtan itibaren diğerini yok etmek değil, hegemonyasını kalıcılaştırmak ve diğerine kabul ettirmek mücadelesi veren, aslında uzlaşmaz olmayan ‘İslamcı-milliyetçi muhafazakâr burjuva kampların’ ve partilerin birleşip aynı kulvarda koşmalarından bahsedilebilir. Türkiye burjuvazisi merkezi tahkim manevrasının son rötuşlarını yaparken, aynı zamanda kendini bu konuma taşımış bazı unsurları merkezin dışına atmaya çalışıyor. Muhafazakâr kampın öbür tarafında merkezi tasfiyelerle güçlendirme görevi Ergenekon operasyonu ile yerine getirilmeye başlanmıştır. Yaşanan gelişmeler bu tasfiye halinin olabildiğince az sayıyla sınırlandırılarak kesileceği operasyonun hazırlık safhasında kararlaştırılmış olduğunu gösteriyor. Ergenekon örgütünün şu an tutuklanmış olanlarla sınırlı olmadığı anlaşılıyor. Cuntacılığın karakteri gereği birbiriyle rekabet hatta çatışma durumunda olan ilişkileri birbirine dolanmış ve şimdiye kadar bir kısmı ortaya çıkmış daha birkaç odağın varlığının söz konusu olduğu ortaya çıkmıştır. Yürümekte olan operasyonu başlangıcından itibaren ve takip eden safhalarda yüzlerce kat ilişkinin rejimin odakları tarafından bilgisinin edinildiği ve buradan seçtiklerini susurlukta olduğu gibi daha dikkatli ve sınırları belirlenmiş bir şekilde kamuoyuna sunulduğu söylenebilir.
Bu konuda yapılan uzlaşmanın AKP’yi iktidara geldiği tarihten beri destekleyen ABD ve diğer emperyalist sermaye güçlerinin ‘’isteğiyle’’ orduyu da içerdiği, onun en azından zımni onayı ve belki de desteğiyle girişimlerin düğmesine basıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. AKP’nin neo-liberalizmle uyumlu ‘’muhafazakâr’’yapısı nedeniyle sivil-asker bürokrasiden ‘’derin devlet’’ve çeteler konusunda göreceği direnci sivil-demokratik anayasa kampanyası ile aşmak yerine ‘’kurumlar arası’’pazarlık diplomasisi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi doğaldır. Kurumsal uzlaşma ile bahsedilen kurumun ordu olduğu ve bu kurumu karşıya alarak herhangi bir atağa kalkışılmayacağı ortaya çıkmıştır. Onun ve partisinin Cumhurbaşkanlığı ve seçim zaferlerine rağmen ‘’kurumu’’ karşısına alarak çift yönlü atağa kalkışmasına her şeyden önce ‘milliyetçi- İslamcı muhafazakârlığı’ engeldir.
Türkiye de egemen sınıflar bu uzlaşmayı esas olarak Kürt-Türk çatışmasını ayakta tutmak üzerine kurmuş görünüyorlar. Geleneksel devletçi kesimler bu çatışmayla konumlarını sürdürmeyi hedeflerken, AKP de olgunlaşan yeni burjuvalar aynı çatışmayı hem geleneksel kesimlerle pazarlık ederken, hem de dâhil olmak istedikleri uluslararası Pazar güçleri ile hesap yaparken kullanmayı düşünüyor ve ezilen kesimler karşısında pozisyonlarını en açık şekilde ortaya koyuyorlar. Türk- Kürt çatışması üzerine inşa edilen politikalar sürekli hazır tutulmakta. Yeri ve zamanı geldiğinde bu çatışmanın (Türk milliyetçiliğinin)  egemen kesimler tarafından tahrik edileceği de bir gerçek. Kürt halkının mevcut güçlerini sürdürmeleri ve politik dengeleri sarsma konumlarını devam ettirmeleri güçlü bir olasılık olarak duruyor ve var olan örgütlü gücün korunması AKP’nin bu politikalarını zorluyor.
AKP-Erdoğan hükümeti son derece otoriter olağanüstü yetkilerle donanmış meclisi feshetme yetkilerine sahip başkanlık sistemi istiyor. Kürt hareketine de ‘’Barış istiyorsan başkanlık sistemini kabul edeceksin’’ tehdidini kullanıyor. Kürt sorununun çözümü için hapisteki siyasi tutukluların serbest bırakılması, ana dilde eğitim gibi adımların atılması gerekecektir. AKP Milliyetçi İslamcı muhafazakâr parti olarak yapısı gereği ve milliyetçi Türk oylarını kaybetmemek için bu adımları atmayacaktır. Bu adımların atılacağını varsaysak bile Kürt hareketinin,( başkan kim olursa olsun her durumda son derece merkeziyetçi bugün Başbakan Erdoğan’ın şahsında yoğunlaşan iktidarın kat be kat üstünde bir iktidar yoğunlaşması yaratacağı bilinen) bu sistemin tüm Türkiye ile birlikte Kürt halkının da hayatını zorlaştıracağını ve bunun çok yüklü bir bedeli olacağını hesaplamayacağını düşünmek yanlış olacaktır.
Bir başka çatışmalı durumda Ergenekon davası ile de devam ettirildi. Bu dava bir politik davanın, askeri vesayetin alt edilmesi, davasının göstergesi olarak gösterildi. Yaşanan yakalamalar ve belgelerle işlerin hiç de kolay yürümeyeceği mesajı verilirken, topluma ‘’biz vazgeçmeyeceğiz’’ denilerek demokrasi havariliği yapılıyor. Bir yandan da kurumlar arası mutabakat yaklaşımı ile mevcut durumun onaylanması gibi bir durumun sağlanmasına çalışılıyor. Ergenekon davasının da sonuna gelindi. Büyük ve uzun süren fasıl arkasında dava epeyce tartışma bırakacak biçimde kapanıyor. Altı senedir süren Ergenekon dava süreci ‘’derin devletin’’ yargılanması olarak değerlendirildi. Davaya sadece Danıştay cinayeti bağlandı. Onun da azmettiricisi olanlar beraat etti, bir sanık da çelişkili ifadelere rağmen gizli tanıklıktan faydalanıp tahliye oldu.  Çıkan sonuçları değerlendirecek olursak aslında Erdoğan-AKP hükümeti: ‘Ben bundan sonra hiçbir şey yapmayacağım, kimse faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını beklemesin’ diyor.
28 Şubat yargılamaları ile başlayan süreçle ilgili de benzer bir durum yaşanıyor. Bu süreç için 15 yıl boyunca suç duyurusunda bulunulmadı. Böyle olunca son günlerde başlayan tutuklamalar ve yargılamanın zamanlaması kadar temeli dayanakları ve içeriği de tartışma yaratıyor. 28 Şubat yargılamasında asıl yargılanan ordunun siyasete ve hükümete müdahalesidir. Böyle olunca ön plana çıkan unsurda TSK iç hizmetler kanunu ve MGK kararlarıdır. Tutuklanan ve ifadeleri alınan askerlerin en sık dile getirdikleri savunma yasal olmayan ve yetkilerini aşan herhangi bir faaliyette bulunmadıkları, TSK kanununun 35. Maddesine göre hareket ettikleri yönünde oluyor. Bu savunma aslında şunu söylüyor: Askerin siyasete müdahale ettiği iddia ediliyor ise bu yasal müdahaledir. Yasal bir yetki yasa dışı görülüp mahkûm edilemez. Askerler yasaların kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını, AKP ise askerlerin yasaları yanlış yorumladıklarını ve 28 Şubatta yasaların kendilerine izin verdiği sınırı aşan eylemlerde bulunduklarını savunuyor. Sorun aslında yasanın ne dediği üzerinde yürütülen bir yorum tartışmasına dönüşüyor. Bu öyle bir yorum ki 28 Şubat süreci ‘’askerin devlete müdahalesi’’ olarak değerlendirilirken, 27 Nisan muhtırası için ‘’müdahale değildir’’diyebilmektedir. AKP ordunun siyasete ve hükümete müdahalesine anayasa ve yasal bir krize sebep olmadan imkân veren yasaları sorgulamıyor ama bu yasalara dayanılarak yapılan eylemi ‘’yasa dışı’’ ilan ediyor. AKP yasalara dokunmadığı için ordunun siyasete ve hükümete müdahalesi kişiselleştiriliyor, Refah yol hükümeti ve bir bütün olarak o dönemin parlamenterleri sorumluluktan arındırılıyor.
Kapitalist devlet kendisini sadece hükümet bakanlarına ve görevlilerine dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Zaten Ergenekon ve benzer davaların da yukarıda bahsettiğimiz önceden belirlenmiş çerçevesi gayri nizami harp ve psikolojik harp aygıtının teşhirine ve örgütlenmelerin açığa çıkarılmasına yönelik adımlar atılmasına elvermediği gibi, hükümetin de bu yönde bir gayret göstermediği ortada. Dolayısıyla militarist zihniyetin kurumlarının tasfiyesi ve ideolojik ve politik mekanizmalarının sökülmesi söz konusu değildir. Cinayetleri, katliamları teğet geçerek birçok ‘’derin devlet’’ mensubunu Ergenekon’un dışında tutup siyasi bir zafer kazanma havasına girmek, ‘’derin devletin’’ sadece safra atmasını, zindeleşmesini, yeni ortama uyum sağlayıp hayatına devam etmesini sağlar. Siyasi cinayetlerin, katliamların sorumlularının derin devletle hesaplaşma davası olduğu iddia edilen bir yargılamada yer almaması da ona bu imkânı verir.
Bugün için Toplumsal, siyasal alanda tüm çeşitleriyle hegemonyasını kurmuş olmanın güveniyle kol gezen muhafazakârlık temel uzlaşma noktalarını koruyarak oyununu oynayabilir. Tüm alanı kaplayıp diğer her akım ve eğilimi bu alanın sınırlarına geriletmeyi kesin zaferinin ön koşulu ve gereği sayabilir. Seçim zaferleriyle AKP biraz daha iktidar oldu. Ancak bu vesayetçilik sorununun tamamen bitirildiği anlamına gelmez. Genelkurmay’ın gerekli uyarıları eskisi kadar yapmaması siyasal alanı terk ettiği veya vazgeçtiğinden değil, faaliyet şartlarının değiştirilmesindendir. Dolayısıyla yaşanan gelişmeleri sivil iktidarın ‘’askeri vesayeti’’ortadan kaldırması olarak değil, görev devri olarak görmek gerekir.
Muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba bütün olup bitenlere rağmen ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönü yoktur. Onun parlamenter hegemonya biçimleriyle, baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek veya orduyu göreve çağırarak değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda ezilen sınıfların kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluştuğunu bilmek gerek.  Ancak emekçi sınıfların gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermesini ve içindeki darbeci, otoriter eğilimlerin geri plana atılmasını ve toplumun gerçek ‘’bütünleşmesini’’sağlayabilir. Toplumun kendini yeni bir sınıfsal güç etrafında yeniden kurabilmesinin yolu işçi sınıfının kendini “halk” ya da “ulus” içinde eritmeyip tam tersine proleter devrim programını geliştirmesi ile mümkün olur. Emekçi sınıfların gücü ise burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer.

Hiç yorum yok: