9 Ağustos 2013 Cuma

Türkiye’de Yenilikçiliğin Dinamosu Muhafazakar Dindarlar mıdır?


Mahmut Balpetek 
1946 yılında kurulan Demokrat Parti ile birlikte Türkiye tek partili rejimden, çok partili sisteme geçiş yaptı. DP’nin kuruluş ile birlikte 1923’te kurulan Cumhuriyet Halk partisinin tek parti iktidarı da sonlanmış oldu. Çok partili döneme geçişte rol üstlenmesi nedeni ile DP’ ye dönemin sosyalistleri toplumcu aydınlardan da destek gelmişti. Bu durum aynı zaman da Türkiye’nin yenilenmeci dinamiği, hangi siyası akım ve damardır sorusunu da, düşün dünyasının gündemine sokmuştur. Sol fikir dünyası tarih tekerrürden ibaretmişcesine DP, ANAP, AKP iktidarlarında derin bir ayrışma yaşadı. DP döneminde kendilerine toplumcu aydınlar diye tanımlayan sosyalistler önce DP’yi destekler kısa bir süre sonra DP’nin siyasal icraatları nedeni ile bu desteği geri çekerler. 24 Şubat kararlarını hayata geçirmek üzere gerçekleşen, 12 Eylül darbesinin ardından, kararları hayata geçirmek ve Ulusal sermayeyi Küresel sermayeyle entegre etmek üzere iktidara olan ANAP’ı kimi sol çevrelerce yenilikçi diye sempatiyle karşılandı. Ardından ümmetçi, muhafazakar AKP iktidarı solun bir kesimi açısından yeniliğin ve demokratikleşmenin, motor gücü, dinamosu olarak lanse edildi. Aslında bütün bu yaklaşımların kaynaklık eden, sınıfsal bağlamından koparılmış devlet, CHP ve Kemalizm  analizinden başkası değildir. Sermayenin ihtiyaçları ve çıkarları dikkate alınmadan  yapılan analizler, işi muhafazakar ümmetçi siyasi damarı demokrat ve yenilikçi görmeye kadar vardırdı.  Cumhuriyet tarihine bakıldığında CHP ile DP ve DP’nin siyası devamcısı olduğunu idea eden ANAP ve AKP Jön Türk, İttihat ve Terakki geleneğinden gelmektedirler. Bütün nüans farklıkları ile birlikte aynı ana akımın versiyonlarıdırlar.
Demokrat parti’nin kökeni, 1902 yılında yapılan Jön Türkler kongresine kadar uzanır. Bu kongrede merkezi otoritenin güçlü olmasını savunanlar ile liberal bir yönetim biçimini savunanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Gerçi tarih bize, bu ayrışmanın suni olduğunu gösterdi. Başta DP iktidarı olmak üzere siyasi devamcıları merkezi iktidarı güçlendiren otoriter yapılar inşa etiler. Bütün demokratik kurumları baskı altında tuttular. Muhalifleri dinamikleri sindirme politikalarını devreye soktular. Birinci grup Ahmet Rıza liderliğinde İttihat ve Terakki adını aldı. İkinci gurup Prens Sabahattin çevresinde toplandı ve Osmanlı Ahrar Fırkası’nı oluşturdu. İttihat ve Terakki anlayışı 1. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM’de birinci grup Halk Fırkası, sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi’ni oluşturdu. İkinci grup Hürriyet ve İtilaf ile Cumhuriyetin ilanı sonrası Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası adı ile partileşti. Devamında bu iki grup Cumhuriyet Halk Partisi çatısı altında birlikte tek partili sistemi inşa etiler.
II. dünya savaşı özelikle ekonomiyi kötü yönde etkilemişti. Büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı ve bu bir kent burjuvazisi oluşturdu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendi kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı. İktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden ilki, ırkçı bir zihniyetle örtük varlık vergisi oldu.  Ödenemeyecek miktarda para talep edildi. Parayı ödemeyenlerin mallarına el konuldu ve ödenememiş kısmı için de Erzurum’un Aşkale ilçesine sürgün gönderilerek orada taş kırma gibi işlerde amele olarak çalıştırıldılar. Örtük bir ırkçı zihniyetten kastım bu sürgüne gönderilenlerin ezici çoğunluğunu azınlık halkların mensubu olmasındandır. Keyfi uygulamalara sebep olan bu varlık vergisi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. İkinci bir uygulama ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu idi. Bu kanun ile büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek küçük çiftçiye destek sağlamayı hedefleniyordu. Bu uygulama ile birlikte büyük toprak sahipleri de iktidar saflarını terk ederek muhalefet safların da yerini aldılar. Buna ek olarak II. Dünya savaşı Dünyada  görece demokrasinin zaferi ile sonuçlanırken, Türkiye de otoriterleşme yaşanıyordu. Savaşın sonlarına doğru ülkede özelikle basın ve aydın çevrelerde, demokrasi arzusu artık yüksek sesle dillendirilir olmuştur. Böylesi bir siyasal ve ekonomik tablo çok partili sistemi egemenler açısından kaçınılmaz kılmıştır. Dolayısı ile çok partili sisteme geçiş yaşanmıştır.
Demokrat Parti İktidarı
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye’de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923’ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi, iktidarı halk oyu ile Demokrat Parti’ye devredecekti. Seçim sonuçlarına göre DP %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı. CHP %39.4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı. Millet Partisi 1, bağımsızlar 9 milletvekiline sahip oldular. Atatürk’ten sonra 11,5 yıldır Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan İsmet İnönü artık ana muhalefet lideriydi. 22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı. Refik Koraltan başkanlığa seçildi. Ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı, İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi. Hükümeti kurmakla DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes görevlendirildi. Aynı gün Menderes kendisinin ilk Hükümetini kurdu.
Kore’ye asker gönderilmesi ve böylece NATO’ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları sanal biçimde Türkiye’nin lehine çeviriyordu. Buna karşın Türkiye hızlı bir biçimde emperyalizme bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde bağımlı hale geliyordu.Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde sanal  bir şekilde  iktisadi ferahlama yaratı. Tarımda makineleşme sağlandı. Karayolları politikasına hız verildi, köyler kasabalara kasabalar da kentlere hızlı bir biçimde bağlanma hedeflendi.
Kore Savaşı’na bir tugay gönderilmesi kararı sonrası 1952’de Türkiye NATO’ya girdi. Türkiye emperyalist savaş örgütünün bir parçası haline getirildi. Bu politikalara karşı çıkan eleştiren yazar ve aydınlar hapse mahkum edilmiştir. Muhalif gazeteler kapatıldı, muhalefet parti mensuplarına karşı fiziki saldırılar devreye sokuldu. Yeter söz milletindir şiarıyla yola çıkan, DP tek parti döneminin otoriter yapısını kullanarak yoluna devam etti.
İkinci iktidar döneminde (1954-57), iktidar ile muhalefet arası gerginleşti. Birinci iktidar döneminde suni biçimde düzelmiş gibi görünen ekonomide olumsuz gelişmeler görüldü. Çare  olarak  devreye sokulan enflasyonist  ekonomi politikalar, küçük esnafın iflasına yol açarak, yoksullaşmayı artırıcı işlev gördü. Dış borç açığı katlanarak çoğaldı. Türkiye dış borcunu ödeyemez hale geldi. İktidarın baskıları gün be gün  artış göstermekteydi. Bu durum egemen blokta çatlamaya yol açtı. Derinleşen anlaşmazlıklar sonunda Demokrat  Partinin bölündü ve 20 Aralık 1955′te Hürriyet Partisi kuruldu.
Şimdilerde kimi sol çevrelerin, Menderes’i demokrasi havarisi, Yassıada’nın da, demokrasi müzesi olması istemelerini kelimenin en hafif anlamıyla  akıl tutulması olarak görmek gerekir. Bir diktatörden demokrat yaratma çabaları beyhude bir çaba olarak kalmaya mahkumdur. Bu anlayış Kemalizm ve CHP karşısında, adeta kendini diğer burjuva ideolojilerine yedeklemeyi demokrasinin kazanımları için kaçınılmaz görmektedir. Sınıf bağlamından koparılmış bilimsel sistematikten uzak bu yaklaşım  her ne kadar demokratikleşmeye katkı koymak niyeti ile yapılıyor olsa da, özünde otoriterleşmeyi pekiştirmekte işlev görmektedir.
AKP İktidarı Vesayetçi Sistemin Sonu mu?
AKP iktidarı geleneksel askeri ve sivil bürokrasinin gücünü kırdığı gerçeği yadsınamaz. Ancak bunu,  kimi sol çevrelerin beklenti içine girdikleri vesayet rejimi sonlandırmak için değil, kendi vesayetinin inşası için yaptı. Başka türlüsü mümkün değildi, zira kapitalist devlet vesayetten arınmaz. Basit Marksist ifade ile devlet bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı ve tahakküm aracı olduğundan, bu işlevinden azade olamaz.
Yine AKP dönemin de söze konu sol kesim, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki tek ve yegane engel Kemalist ideolojidir saptamasında bulundu. İçinden geçtiğimiz zaman diliminde, sınıf hareketinin dibe vurduğu gerçeğinden hareketle bu gün için değişimin ve demokratikleşmenin motoru olarak muhafazakar dindar akımı gördü.
Kemalist anlayışın demokratikleşmenin önünde engel olduğu doğru ancak, yegane engel olduğu belirlemesi bir hayli tartışmalıdır. Bu tartışmalı konuyu gündeme getiren kesimleri kestirmeden Ergenekoncu olarak nitelemek bir hayli revaçtaydı.
Bugün geldiğimiz noktada sadece Kemalist ideoloji değil onu din kisvesiyle yeniden inşa eden AKP’nin de demokratikleşmenin önünde sadece engel değil barikat kurduğunu görmek mümkün.
Kendi iktidarını konsolide edip hemen ardından yeni Osmancılık adı altında, alt emperyalist amaçlarla bütün orta doğunun demokratikleşmesine karşı barikat kurma gayretleri de işin ekstrası. Kendini BOP’un başkanı olarak niteleyen başbakan ve onun partisini yenilikçi görmek siyasal miyopluğun ötesinde körlüktür.
Demokratikleşmeyi egemen güçlerin fraksiyonlarından  birinden beklemek sadece siyasal körlük değil aynı zamanda tarih bilmezliktir. Demokratikleşme emekçi halkların örgütlü birleşik mücadelesiyle mümkündür.
Örneğin Sosyalist sistem yıkılmadan önce sınıf hareketlerinin mücadelesi ve sosyalizmi maddi bir tehlike olarak gören sermayenin olası devrim durumunu engellemek için görece demokratik bir ortama razı olmuşken. Sosyalist sistemin yıkılışının ardından bu hakları budayıp geri almıştır. Mücadele edilmeden örgütlü güç olmadan, sermayenin yeşil yada mavi renklerinin arkasına saf tutarak demokratikleşme beklemek garı olmayan bir şehirde tren beklemeye benzer.

Hiç yorum yok: