2 Ağustos 2013 Cuma

Gezi Direnişi ve Kamusal Alan

Ahmet Doğançayır

  Gezi olaylarının bir etkisi de, kamusal alan kavramı üzerine yeniden düşünmemize yol açması oldu. Kamusal alan kavramı Gezi’ye kadar farklı anlamlar ifade ediyordu. Gezi parkı eylemleri, kamusal alanların savunulması olarak ve hem de bizzat kamu tarafından ortaya çıktı.
1 mayıs 2013
İlk kez farklı görüş ve inançlara sahip bireylerden oluşan bir topluluk, bir kentsel alanı sahiplenip, denetimini üstlendiği için karşısında devleti ve güçlerini buldu, böylece devletin kamudan ne anladığı açıkça ortaya çıktı. Devlet, kamuyu sözünü geçirebildiği, verdiği kadarıyla yetinen bir topluluk olarak kabul ettiği için kamusal alanı da, böyle bir topluluk adına tasarlayıp denetleyebileceği bir alan olarak görüyordu, bu Gezi olaylarına karşı aldığı tavırdan da anlaşıldı. Gezi parkı bir kamusal alan değildi, öyle olmasına izin verilmeyecekti. İster ‘’üç beş ağaç için’’ olsun, isterse hükümetin çeşitli uygulamalarını protesto etmek için olsun, Gezi eyleminin kamusal alan yaratmak ve savunmak gibi önemli bir işlevi oldu ve bu tek başına bile önemli bir toplumsal dönüşümün ifadesi oldu. Bu sadece bir ağaç meselesi değil, kendini toplumun bir kesiminin başbakanı, diğer kesimleri düşman olarak tanımlayan otoriter bir yönetime başkaldırıydı. Yaşam tarzlarına müdahaleye itiraz, İnsanların aşağılanmaya, onurlarının çiğnenmesine karşı çıkışlarıydı.  Bu, aynı zamanda on bir yıllık iktidarı boyunca hem içte hem de dışta AKP’nin uygulamış olduğu politikaların, toplum mühendisliğinin, aşağılayıcı ve saldırgan üslubunun yarattığı bir sonuçtu. Korku eşiğinin aşılması bu ülkede artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını gösteriyor.
Neo- Liberalizm’in Kamu yalanı
Kamusal kavramı eskiden doğaları gereği ‘’kolektif’’olan şeyler, kimsenin, bırakın kendine ait olduğunu, kendi özel meselesi olduğunu bile iddia edemeyeceği, herkesin bir söz hakkına sahip olduğunu iddia edebileceği şeyler ve olaylar için kullanılırdı. Artık kamusalın tanımı da tersine çevrilmiş durumda. Bu aslında kamusal olanın yok edilişini, özel olan tarafından işgal edilişini ve parça, parça sömürgeleştirilmesini ifade ediyor. Liberalizm bugün basit bir ‘’alternatif yok’’amentüsüne indirgenmiştir. Bu siyaset, uyumculuğu alkışlamakta, bunun reklamını yapmaktadır. Bu siyaset sanatı yurttaşların özgürlüklerinin sınırlarını yıkmakla ilgilidir. Toplumda sanki ihtiyaçlar üzerinde devletin ya da devletin diktatörlük kurmasından başka seçenek yokmuş gibi, sanki yurttaşlık tüketicilikten başka bir biçim alamazmış gibi bir düşünceye indirgenir.
Bugün toplumda, olduğuna inanılan kamu sayesinde var olan siyasal iktidarın ‘’meşruiyet’’ taşıdığına inanılmaktadır. Halk katlarında basit ve sade yurttaşlar arasında olduğu kadar, devlet hayatında da bu inanç mevcut iktidarın dengeye kavuşmasını sağlayan bir mekanizma olarak kabul ediliyor. Bütün liberal teori taraftarları ve kuramcıları da toplumdaki iktidar sistemini anlatıp yorumlarken bu ‘’kamu’’ denen topluluğun siyasal rolünü dayanak alıyorlar. Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösterilerek haklılaştırılıyor, tüm resmi açıklamalar, konuşmalar kamu adına yapılıyor. Kamu hayatı liberal ekonominin Pazar anlayışına paralel olarak yansıtılıyor. Birinde rekabet içinde kapitalistler, diğerinde ise düşünce ve kanaatleriyle ilgili olarak tartışabilen bireylere dayalı bir kamusal tartışma ortamı ve kamuoyu. Nasıl serbest ekonomide Pazar fiyatları eşit güçle karşılıklı pazarlık olanağına sahip insanlarca belirleniyorsa, kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olarak tanımlanıyor.
Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Çünkü günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamuoyu tarafından alınmıyor. Yapılan, topluma gerçekte olan bir şeyin anlatılması ve aktarılmasından çok bir ideal’in görüntü halinde yansıtılmasından ibarettir. Kitleler ile kitleler adına kararlar alan egemen sınıfların arasında büyük bir boşluk vardır. Çok önemli sonuçlara yol açacak kararlarda bile kamuoyu her şey olup bittikten sonra haberdar olmaktadır. Kamuoyu sadece bir kitle haberleşmesi tüketicisi olarak değerlendirildiğinden bu araçlar kendisine ne veriyorsa sadece onları öğrenebilme durumundadır.
Bireysel özgürlük ancak kolektif çalışmanın ürünü olabilir. Ancak bugün bireysel özgürlüğü garantiye alacak araçların özelleştirilmesine doğru ilerliyoruz. Bu şekilde uygulanan tedavinin de kitlesel yoksulluk, toplumsal gereksizlik duygusu ve korku üretmesi kaçınılmaz oluyor. Bugün kamusal alan idarecilerinin önerdikleri tek topluluk; korku, şüphe ve nefretle kurulacak bir topluluktur. Bir zamanlar topluluk inşa etmenin ana malzemeleri olan dostluk ve dayanışma bu amaca hizmet edemeyecek kadar dayanıksızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Dayanışma bütün toplumlarda bir kesinlik, bu yüzden de bir güven öz güven ve cesaret sığınağı olarak hizmet vermiştir. İşte neo-liberal teori ve pratiğin asıl kurbanı bu dayanışma olmuştur.
Şeffaflık piyasa işlemcilerinin hiçbir şeyin dışında tutulmadığı bir dünya anlamına geliyor. Esneklik ise hisse sahiplerinin gelecekte elde edecekleri kârlarla ilgili kaygıları dışında hiçbir şeyin piyasa aktörlerinin özgürlüğünü sınırlandıramayacak olması anlamına geliyor. Esnekliğin en derin etkisi ondan etkilenenleri istikrarsız kılmak ve bu şekilde tutmaktır. Uluslar arası mücadele dünyasında şirketlerin verdiği görevlerin itaatkâr bir biçimde yerine getirilmesinin kökenleri bu boğucu ve felç edici belirsizlikten kaynaklanan korku stres ve endişedir. Son silah olarak da hiyerarşinin her düzeyinde karşılaşılabilen işten çıkarılabilme, geçim imkânını kaybetme, sosyal haklarını toplum içindeki yerini, insanlık onurunu kaybetmesi gibi sürekli bir tehdit söz konusudur. Bugün sürekli genişleyen bireysel özgürlük alanında ortadan kalkan şey güvenliktir. Geçim güvensizliği onu daha fazla güvensiz bir hale getirerek yaşam politikasının yüreğine sert bir darbe indiriyor. Günümüzde yapısal değişiklik politikaları işten atılmayı kolaylaştırmanın, emekli aylıkları ve diğer devlet yardımları için yapılan kamu harcamalarının azaltılmasının ve işverenlerin ödediği yüksek vergilerin ve sosyal sorumlulukların düşürülmesinin kod adıdır.
Kamu toplumu mu? Kitle toplumu mu? 
Kamu olgusuna hangi açıdan bakarsak bakalım bugünkü durumun kamu toplumundan çok kitle toplumuna benzediği görülmektedir. Toplumda geniş alana dağılmış küçük iktidar çevreleri yerine merkezileşmiş iktidara geçilmiş, güçlü iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamıştır. Kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince uygulanmaya başlanmıştır. Siyasetçiler ülke çapındaki kitle iletişim araçlarından yararlanarak milyonlarca insana birden seslenme olanağı bulmuşlardır. Bugün tüm sanayi işletmeleri, bütün meslek toplulukları kamuyu kendi istedikleri yönde güdümlemek için kanaat biçimlendirme ve oluşturma sanayinden yararlanmakta ve kamu bu sanayinin en büyük müşterisi olmuş bulunuyor.
Günümüzün etkin iktidar kuruluşları dev şirketler, erişilmesi güç devlet kurumu ve ordudur. Bir yandan bunların, bir yandan ailenin ve küçük yakın toplulukların baskısı altındaki birey kendini güvenceye alabilecek ve güçlü hissetmesini sağlayacak araçlardan yoksun bulunmaktadır. Birey için gerçekten canlı gerçekten anlamlı bir siyasi hayatın yerini ‘’tepeden’’ yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir. İktidar sahibi denen bir azınlık (yetkisini halktan almış yetkili yöneticiler görünümü kazanmak için) halktan yararlanmakta, kitle toplumunda halk ancak bu belirli halk oylaması benzeri işler sırasında ‘’iktidarın sahibi’’ olarak ortaya çıkartılmaktadır. Oysa bugünün toplumunda siyasal düzenin gitgide daha geniş bir alanı kapsamasına, gitgide daha çok merkezileştirilmesine ve modern toplumda siyasal kurumlardan çok idari kurumların önem kazanmasına yol açan belirli kuvvetlerin etkisiyle kamuların da önemi azalmaya başlamıştır.
Hayatın ritmine kapılmış modern kitle toplumunun insanları eylem alanında değil, söz ve konuşma alanında bile kendileri için çizilmiş dar hayat çizgisinin dışına çıkamamakta yaşadıkları toplumun yapısını ve kendilerine ‘’kamu’’ olarak verilen işlerin ne olduğunu kavrayamamaktadır. Çağdaş insan bugün toplumda kendi dar sosyal çevresi içinde yaşamakta ne bireysel olarak entellektüel yollarla ne de kamu olarak eylem yoluyla bu çerçeveyi aşabilmektedir. İş bölümüne dayalı ekonomik üretim hiyerarşilerinde de sıradan emekçiler için dar bir sosyal çerçevenin dışına çıkabilme olanağı yoktur. Sadece üretimden ve üretim araçlarından değil fakat üretim yapısından ve üretim sürecinden de soyutlanmış ve yabancılaşmış bulunmaktadır. Kapitalist toplumda yabancılaşmanın gerçek temeli kapitalist üretim tarzının çelişkili ilişkilerinde ve bundan çıkan sınıf karşıtlıklarında bulunur. Mülksüzlerden alınan her şey mülksüzleştirenlerin kazancı olur. Kapitalist ekonomide emekçinin kulluğu kapitalist efendinin özgürlüğünün temelidir. Azınlığın zenginliğini yapan çoğunluğun yoksulluğudur. Politika da halkın öz yönetiminin bulunmayışı devletin despotluğunda kendini gösterir.
Zamana hükmedecek kadar yükselen insan yaşadığı zamanın kölesi olur mu? 
Eğer bugün insanlar paranın ya da devletin baskısına maruz kalıyorlarsa bunun nedeni mülkiyet biçimi ne olursa olsun üretim sistemlerinin bugünkü gelişme aşamasında insanın bütün fiziksel ve kültürel gereksinmelerini karşılayacak durumda olmamasıdır. Bu toplumsal baskı biçimlerini yıkmak için toplumsal üretim güçlerini yükseltmek gereklidir. Bunun için de bu güçleri bağlayan gerici toplumsal etkenlerin yok edilmesi gerekir. İnsanlar gerçekten insani koşullar altında yaşamaya başlayıncaya kadar insani ölçülere göre davranamayacaktır. Ancak varoluşlarının maddi koşulları kökünden dönüşünce bütün vakitleri özgürce seçilmiş uğraşlara ayrılabilince insanlar ayrılıkçılık ve çatışma yaratan çelişkili ilişkileri kaldırabileceklerdir. İnsanların maruz kaldığı yabancılaşmayı üreten ve sürdüren denetlenemeyen doğal ve toplumsal güçlerin bilinçsiz işleyişidir.
Zorunlu emeği insanlığın özü ve kaderi olarak görenler sosyalistler değil kapitalistlerdir. Kapitalizm de ücretli işçiye bir insan olarak değil artık değerin üretilmesinde bir araç gibi davranılır. Oysa insanın özgürlüğü zorunlu emekten özgür olmaktır. Yaşama araçlarının üretimine zaman ve enerji harcanması insani hayat sürülmesini önleyen bir mirastır. Herkes için özgür vakit, geçekten insani bir varoluşun özelliğidir. Kapitalist ilişkiler yıkıldıktan sonra emek zorunluluğu bir süre için zorunlu olarak devam eder. İnsanlar kolektif bir ekonomi için çalışıyor olsalar da emek zamanının tahakkümünden kaçınabilecek yeterli üretim yapamıyorlardır. Ancak üretim güçleri ne kadar büyürse emekçiler de emeğe köleliklerinden kurtuluşa o kadar yaklaşırlar. Her çeşit zenginliğin özgürce kullanıldığı zorunlu emeğin yerini özgür zaman aldığında insanlığın gerçekten insani bir temel üzerinde gelişmesi başlayacaktır.
Kapitalist toplumun hâkim sınıf ve tabakaları boş vakitlerinin tadını çıkarma ayrıcalığını daima elinde tutmuş, insanı fiziki olarak tüketen iş yükünden ve mekanik çalışmadan kurtulmuş olduğu için ekonomi ve toplumun yönetimine kendini verebilmiş ve bilgilerini devamlı arttırabilmiştir. Boş vakitlerin artması toplumun gittikçe artan kısmı tarafından bu aynı fonksiyonların ele alınmasını ve yerine getirilmesini sağlayacaktır. Emekten kurtuluşla emeğin kurtuluşu aynı şeydir. Ücretli emeğin burjuva düzeninde bizi aptallaştırması ve tek yönlü yapmasının alternatifi emeğin hayali olarak ve idealist biçimde yok edilmesi değil fakat toplumsal olarak ortaya konulmuş kendini üretmeyi ve gerçekleştirmeyi sağlayacak biçimlerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi mücadelesidir. İş saatlerinin radikal bir biçimde kısaltılması tüm projelerin başarısı için zorunludur. Üreticiler kendi özel işlerini düzenlemek için zamana sahip olmadığında toplumda idare etme ve idare edilme ayrımı sürecektir. İş saatlerinin kısaltılması iş verimliliğinin ve yavaşlamış ekonomik büyümenin hızlı artışı çerçevesinde tam istihdamı oluşturmak ve muhafaza etmek için gereklidir. Ücretliler giderek meşhur ‘’çalışma ahlakını ‘’reddediyorlar. Daha az çalışma daha yüksek yaşama standardı asıl önemli olan budur. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Kapitalizmin uyum sağlama yetersizliği giderek artmaktadır. Üretici kapitalist güçler yıkıcı güçlere dönüşüyor. Savaş ile yok olma tehlikesi, insan yaşamını tehdit eden boyutlarda doğal çevrenin yıkımı, kitleleri tehdit eden açlık tehlikesi ve emperyalist metropollerde yoksulluğun tekrar ortaya çıkması ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması veya yok edilmesi. Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kendi kontrolüne alma, silah stoklarını yok etme, ekolojik dengeyi tekrar sağlama ve dünyanın yoksul kitlelerine ve diğer yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok. Bu yetenek mevcut, bunun açığa çıkması uygulamaya geçmeyi, eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.
Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Hiçbir güç milyonlarca emekçiyi kendi kararlarına saygı gösterilmesini istemekten alıkoyamaz. Onlar kendi fabrikalarına sahip olmalı ve kolektif bir şekilde işletmelidir. Hiçbir ekonomik kanun onların kendileri için mal ve hizmet üretmeleri için gerekli emek zamanı paylaşmalarını, haftada 48 saat çalıştıkları halde yaşam standartları daha çok düşen kadın, erkek emekçilerin bu durumlarına son vermelerini engelleyemez.
Üretici güçler dünya çapında meta üretmenin ve sefalete son vermenin ön koşullarını yaratacak kadar güçlenmişlerdir. Yapılacak şey bu kaynakların yeniden planlı dağılımını, atıl kapasite ile kullanılmasının ve kaynak israfının azaltılmasının sağlanmasıdır.  Fakirliğin kaçınılmaz olduğuna yiyecek, giyecek, barınma, kültür, eğlence, toplu taşımacılık için yeterli mal ve hizmet olmadığına inanmak yanlıştır. Mevcut kaynaklarla bu dünyada yaşayan herkesi nüfus artışını kontrol ederek ve ekolojik dengeyi bozmadan beslemek mümkündür. Kaynakların ve ürünlerin dünya çapında yeniden dağıtımı şu anda ziyan edilen kaynaklar kullanılarak yapılabilir. Şu anda tahribat evresinde bulunan teknolojik devrimin temel boyutları radikal dönüşümleri yapabilecek olanakları vermektedir. Sorun politik ve sosyaldir. Teknolojinin yarattığı bu olanakların hâkim sınıfların elinde yeni felaketlere yol açmaması üretici ve tüketicilerin kolektif örgütlenmelerinin demokratik kontrolüne açık tutulması ile mümkündür.
İnsanların Kulluktan Kurtulmaları İçin, Her Şeyden Önce Yaşadıkları Toplumun Onları Soktuğu Halden Kurtulmaları Gerekir.
Güç ve denetimin ülke genelinde egemen siyasi ve askeri yapının elinde toplanması çözülmeyi sağlayacak ‘’çekirdekleri’’ daha fazla yansıtan âdemi merkeziyetçi öz örgütlenme biçimlerine geçişi zorunlu kılmaktadır. Sistemin teknik ve ekonomik bütünleşmesi o kadar yoğundur ki bir tek önemli noktasındaki bozulma, kolayca bütün yapının ciddi bir biçimde işlevini yitirmesine neden olabilir. Bu yalnızca üretim ve dağıtımın değil, aynı zamanda eğitim, iletişim ve ulaşımda ki bölgesel merkezler için de geçerlidir. Bu koşullarda sistemin iç çözülme sürecini hızlandıracak yapılar aynı anda birkaç yerde oluşarak veya diğer yerlere yayılarak büyük ölçüde âdemi merkezi, dağınık ve ‘’kendiliğinden’’ bir karakter kazanabilir. Ancak bu tür sistemi işlevsizleştirme ve bozma noktaları, ancak devrimci siyasi bir yön ve örgütlenme şeklini alırsa toplumsal devrimin çekirdeği haline gelebilirler. Bu aşamada yerel örgütlenmelerin temel özerkliği hedef işçi kesiminin desteğini teminat altına almak ve üretim dağıtım, ulaşım ve eğitimi yeniden düzenleyecek yeni kadroları yetiştirmek için belirleyici önemde olacaktır.
Kapitalist pazarda ticarete karışmama ilkesi egemendir. Birey olarak kapitalist ile toplum arasında tutulan hesaplar, kapitalistlerin sırrı olarak kalır. Bunlar toplumu ilgilendiren şeyler değildir. Ticari ‘’sırlar’’ ilkesi için, serbest rekabet neden olarak gösteriliyor. Oysa gerçekte kapitalist tekellerin birbirlerinden gizledikleri bir şey yoktur. Çağımızın ticari sırları, toplumun çıkarlarına karşı tekellerin ısrarla sürdürdükleri planın bir parçasıdır. ‘’Ticari sırların’’ kaldırılmasına yönelik mücadele sanayinin, üretimin gerçek denetimine yönelik öz örgütlenmelerin ilk adımı olmalıdır. İşçi denetiminin öncelikli görevi, tek, tek girişimlerden başlayarak toplumun alacak ve vereceklerini açıklamak, birey olarak kapitalistlerin ve bir bütün olarak sömürücülerin ulusal gelirden aldıkları gerçek payı ortaya çıkarmak, bankaların ve tekellerin perde arkasında yürüttükleri anlaşma ve dolandırıcılıkları sergilemek ve nihayet toplumun tüm bireylerine insan emeğinin bilinçsizce harcanmasının kapitalist anarşi ve onun çıplak kâr amacının bir sonucu olduğunu açıklamaktır. Sömürenler değil, sömürülenler açısından en basit ekonomik bir plan bile işçi denetimi dışında, yani kapitalist ekonominin her açık ve gizli mekanizmasına işçiler nüfus etmeksizin gerçekleştirilemez. Ayrı işletmeleri temsil eden komiteleri kongrelerde bir araya gelerek, tekellere, sanayi kollarına, ekonomik bölgelere ve nihayet ulusal ekonominin tümüne karşılık düşen komiteler seçmelidirler. Bu şekilde işçi denetimi planlı ekonomi için okul olacaktır. Denetim deneylerine dayanan proletarya, sanayinin yönetimine o an gelip çattığında kendini hazırlamış olacaktır.
Böylesi bir gelişme yerel halk kurullarında ki kendi kendini belirleme ve öz yönetime hazırlık örgütleri olarak konseylerin önemini yeniden gündeme getirir. Konseylerin ortaya çıkış nedenleri mevcut partilerin tarihsel olarak ömürlerini doldurmuş olmalarında değil, yeni uygun inisiyatif, örgütlenme ve liderlik kaynakları bulma zorunluluğunda da bulunabilir. Bu otoriter bürokratik partilerin alternatifi anarşi değil, yalnızca mücadelenin kendisinde ortaya çıkabilecek, mücadeleyi yürütenlerin tanıdığı bir disiplin ve otorite olmalıdır. Konseyler proleterlerin ve halkın görüş ve iradesinin dolaysız ifadesi, kendiliğinden ilerici ve bir toplumsal değişim gücü değildir. Tersi de olabilir. Konseyler ancak kapitalist düzenin insanların emeği ve boş zamanı üzerindeki tahakkümünün kırılmasını hedefleyen insanları temsil ettikleri ölçüde devrim organları olacaklardır.
Günümüzün egemen güçleri özünde mekânlara bağımlı olmadıkları halde siyasi eylem yerleri yerel kalmıştır. Dolayısıyla eylem egemenliğinin sınırlarının çizildiği ve siyasal girişimin temel esaslarına karar verildiği çerçevelere ulaşmayı başaramaz. Hayat koşullarının artan ‘’esnekliği’’ üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz ederek hüküm süren güç uluslararası hale geldikçe ortada olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili devrimci bir siyasal eylemin önkoşulu, siyaseti günümüz güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslar arası bir düzeye çıkarmaktır. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği çağımızda, sınıf mücadelesinin nihai zaferi ancak dünya ölçeğinde olanaklıdır. Ama bu hedefe varmak için uygun bir sınıf bilinci düzeyi ve devrimci önderlik zorunludur. Sınıfın güçlü doğrudan eylem biçiminde ortaya çıkan atılımları, aynı zamanda devrimcilerin zamanında etkili ve yeterince geniş ölçekte müdahaleleri koşuluyla devrimci önderlik meselesini çözebilecek koşulları yaratarak devrimi olanaklı kılmaktadır. Bu çaba eşzamanlı olarak devrimci ulusal partilerin ve bir enternasyonalin inşasını hedef almalıdır.
Uluslar arası kapitalist sistemin eğilimlerinin sonucu olduğu açık olan kamusal meseleler de bu ekonomik güçlerin ulaştığı kurumsallaşma ve uluslar arası eylem düzeyine ulaşma ile çözülebilir. Bu tür bir uluslar arası örgütlülük egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak sosyalist cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur. Uluslar arası kapitalizmin denetimsiz, bölücü ve kutuplaştırıcı güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir. İnsanın kurtuluşunun maddi araçları siyasi ve ekonomik gücü proleterlerin elinde toplayacak dünya sosyalist devrimiyle yaratılabilir ancak. Uluslar arası düzeyde sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini yeniden kazanmasını sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar arttıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz.

Hiç yorum yok: