22 Ağustos 2013 Perşembe

Laiklik Serüveninin Gelişimi-YOL İLE YÖNTEMİN ÖNEMİ


Rıza Aydın
Bizim matematik öğretmenlerimiz, bir problemi çözerken, izlediğimiz yol doğru ise, bu yolda problemin çözümünü yürütürken yaptığımız işlemlerde hata yaparsak – örneğin 2×2=4 yerine 5 yazmışsak – sonuç yanlış çıksa da notumuzu kırmazdı, ya da çok az not kırardı. İzlenilen yol doğru ise, o yoldaki işlem hatası, yolun içinde yürünerek yapılan bir sağlama ile düzelir derdi. Bu harika bir yöntemdi.
laiklik foto
Bugün bunu anımsamamın nedeni şu:. Zaman zaman gerekliliğini hissedip, eski yazılarımı yeniden yayınlıyorum. Bunu yaparken gayet iyi biliyorum ki, o gün tartışılan somut durum, bunu tartıştığım kişiler farklı idiler, bugün durum birçok açıdan o günden farklı. Ama ben istiyorum ki, bu konulara bakış yöntemimiz bilinsin, yazdıklarımı okuyanlar, birde bu düşünce yöntemiyle sorunu düşünsünler. Düşüncelerime katılsınlar ya da katılmasalar, düşüncemi bu düşünüş yöntemimi bilsinler, bir de öyle düşünsünler. Bunu başka bir bağlamda “Tarz Üzerine” adlı yazımda da anlatmıştım.

Örneğin altta, bir yazımdan aldığım bir bölüm var, burada sosyal sorunların incelenmesinde izlenecek yol yöntem konusunda bir tarz anlatılıyor. Bu yöntemin nasıl önerildiğini, başka bir yazarın da bu yönteme göre bir konuyu nasıl işlediğini göstermeye çalışıyorum.
Burada yüzeysel bir bakışta birbirine zıt gibi gelecek bir şey var: bu iki kişi aslında birbirlerine çok zıt yerlerde duruyorlar ama konuları inceleme yöntemleri aynı.
Bu ilginç zamanların, ilginç insanlarını ülkemizde tanıtmaya gerek yok aslında, ikisi de, hiç bir yurttaşa tanıtmaya ihtiyaç duymayacağım kadar tanınması gereken ünlü şanlı bildik şahsiyetler. Ama yine de ne olur ne olmaz diye ben, ikisinden de kısaca söz edeyim istiyorum; İhtiyaç zuhur etmiyorsa da maksat muhabbet olsun.
Vilademir İliç Ulyanov Lenin, RSDİP’nin, Bolşevik kanadının önderi, 1917 Ekim’inde, Rusya’da Komünistlerin iktidara gelmesine öncülük eden en meşhur şahsiyetlerden biri yani bildiğimiz Lenin. Sanırım bu kadar sözle onu herkes tanır, daha fazla söze gerek yok. Diğer kahramanımız da en az onun kadar meşhur, en azından Türkiye’de onun kadar tanınıyor olması gereken bir şahsiyet. Ama gördüğüm acı gerçek şu ki, bugün onu tanıyan çok az insan var. O meşhur “Üç tarz-ı siyaset’in” yazarı, başından beri, bu topraklardaki devletin kollayıp koruyarak geliştirdiği “Türk Milliyetçi” hareketin temel taşlarını ören, bunun temeline ilk harcı koyanlardan biri, Türk Tarih Kurumunun ikinci başkanlığını da yapmış, bu alanın öncüsü bir zat; tarihteki bu yeri biraz da kalemindeki gücünden alan Yusuf Akçura. Bu iki kişi, yolları Rusya’daki, 1905 devrim deneyinde çakıştığından bu yana, birbirlerini tanıyorlar. Yusuf Akçura 1905 Devrimi olduğunda Rusya’daki Kadet partisinin yöneticilerinden; Rusya’daki Türk azınlığın öncüsü, sözcüsü bir adam. Sanırım buradan gelen tanışıklıklarından dolayı, istedikleri zaman birbirleriyle görüşebiliyorlar; Yusuf Akçura ile ilgili kitaplar okuyunca bu kanıya vardım. Ama böyle bir yöntem birliktelikleri olduğundan haberleri var mı onu bilmiyorum.
Bakınız, Lenin’in sosyal olguları incelemek için önerdiği bir yöntemle, Yusuf Akçura’nın, sosyal bir olguyu incelemesi nasıl çakışıyor. Solun birlik arayışları konusunu konuşurken, ÖDP sürecinin öğrettiklerini incelerken yazdığım bir yazımdan alıyorum bu pasajı:
Kulağımıza küpe olsun, sosyal bir olgunun incelenmesinde izlenecek yol olarak, devlet konusunu anlattığı bir konuşmasında Lenin şöyle diyor: “Toplum bilimindeki bir sorunda en güvenilir şey ve bu soruna gerçekten de doğru bir biçimde yaklaşmak alışkanlığı elde etmek için ve insanın bir yığın ayrıntılar içerisinde ya da birbiriyle çatışan çok değişik düşünce içerisinde kaybolmasını önlemek için en çok gerekli olan şey – eğer bu soruna bilimsel bir biçimde yaklaşmak istiyorsak en önemli şey, her sorunu bu verilen olayın tarihi içinde nasıl ortaya çıktığı ve gelişimindeki belli başlı aşamaların neler olduğu açısından incelemek, bugün ulaştığı durumu incelemektir, temelinde yatan tarihsel bağlarını unutmamaktır1.
Bu nasihate uyup, olguların incelenmesi sırasında bu yönteme bağlı kalınınca, bu yöntem incelenen süreç içerisindeki, bazı ayrıntıların birbirlerine karıştırılmasını engelliyor. Örneğin; Faşizm konusunu incelerken, faşist hareketin oluşum sürecinden, iktidara yürüyüp iktidarı aldıktan sonraki sürecindeki bazı olguları birbirlerine karıştırmamak için bu yönteme uyulmasının2; örneğin, bazı derneklerin, kurumların, dinsel hareketlerin incelenmesinde de yine bu yönteme bağlı kalınmasının çok yararlı olacağına inanıyorum. Bu yöntemi, bu nasihatten haberdar olarak ya da olmayarak birçok kişi uygulamıştır; Engels’de devleti anlattığı kitabında3 bu yöntemi izler. Belki ilginç gelecek ama buna güzel bir örnek olduğu için Yusuf AKÇURA’nın İttihat ve Terakki Partisinin öyküsünü nasıl anlattığını burada anmak istiyorum.
Yusuf AKÇURA, “ittihad ve Terakki’nin toplumsal tabanı” adlı yazısında, bu partinin hükümete muhalif proleter memurun, maddi durumundan memnun olmayan askeri kesimin temsilcisi olarak kurulduğunu, “gayrı Müslim ve gayrı Türk bazı milli demokrat fıkraların da”   -Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp-  başlangıçta bunu destekleyip müttefik olduklarını yazdıktan sonra yazının sonlarında, süreç içerisinde bu partinin nasıl değiştiğini anlatarak sözü şöyle bağlıyor: ” İttihad ve Terakki, artık gayrı memnun memurun fırkası değildi, bilakis kendi yetiştirdiği, tefeyyüz ettirdiği (geliştirdiği, yükselttiği_RA), sermayedarlaştırdığı büyük memurların fırkası idi. … Harbin sonlarına doğru, İttihad ve Terakki fırkasına Türk burjuvasının mümessilidir demek hatalı olmaz.”4  Yani demek istediğim şu ki, bu partinin kısa ömründeki gelişim süreçlerindeki farklılıklara bakınız ne kadar ilginç; nerden nereye geliyor.
Bu yüzden, yaşam içinde filizlenen sosyal olgular, sosyal bireyler, bir nedenden dolayı tarih sahnesine çıkınca, kendi mantığı içinde gelişip, kendi mantıki sonuçlarına ulaşıyorlar. Buna güzel bir örnek olarak göstereceğim akıllardan kolay kolay çıkmayacak olan bir film kahramanı var: bu ülkemizde İSYAN adıyla gösterilen, başrolünü Marlon Brando’nun oynadığı, Gillo Pontecorvo’nun Queimada filmindeki José karakteridir. Filmde, Portekizlerin sömürgesi olan bir adayı, İngilizler almak için oradaki yerli halkı ayaklandırmak isterler. Halka isyan ettirmeyi öğretmek için Marlon Brando adaya gelir. Marlon Brando gemiden inerken gözüne kestirdiği hamallık yapan kölelerden biri olan José’yi himayesine alarak ona itaatsizliği, sömürgecilere baş kaldırmayı, isyan etmeyi öğretir. Filimde İngiliz diye anılan Marlon Brando’nun gözünü açtığı José, artık özgürlük için savaşan bir halkın öncüsü olmuştur. Bu José artık o eski José değildir. Adadan Portekizlileri kovunca, kendini bu yola sokan İngilizlerinde Onlardan farksız olduğunu anlayınca İngilizlere de başkaldırır. İngilizler bu defa İngiliz’i Joséyi halletmesi için adaya çağırırlar. İngiliz, José ile geçirdiği günlerin içinde onu özel bir viskiye bağımlı hale getirmiştir, adaya tekrar döndüğünde José’ye bir katır yükü o viskiden hediye gönderir, Katır gittiği gibi yüküyle beraber geri İngiliz’e gelir, hediyelerin üzerinde José’nın şu notu yazılıdır: “Artık viskini içmeyeceğim İngiliz”. José’nin değiştiğini gösteren bu sahne, bu filmi seyreden herkesin coştuğu bir andır. Biz kendi eğitim çalışmalarımız içinde bu filmi, zevkle seyrederdik.
Alevi hareketinin geçmişindeki yol ayrılıklarına da, artık böyle bakmak gerektiğini düşünür oldum. Yazılarımı okuyanların bileceği gibi “Tarihsel yol Ayrılıklarımızı” anlattığım yazımda bu ayrılıkları yaşandıkları anın duygularına kapılıp haşince yazmıştım. Ama Romanya’daki Alevilerin birlik toplantısında Dede Baba Mondi ile tanışınca “Dünle beraber geçti düne ait olanlar şimdi yeni sözler söylemek gerekir” diyen Mevlana’nın tembihine uymak gerekir diye düşünür oldum. Çünkü artık olan olmuş yaşanılan yaşanıp geçmişti. Şimdi insanlığın, Alevilerin sorunlarını çözmek için Alevi grupların birbirlerinin özgünlüğüne saygı göstererek birlik etmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Bu sunuşu Aleviliğin “tanımı mevzusunu” tartışırken yeniden yazmıştım şimdi bunu bir başka konu için yene hatırlatmak istedim. Çünkü benim bakışıma göre tanım canlı hayatı donduruyor, tahlilse yol içinde süren yolun görünümlerinin izahını yapıyor. Şimdi bu mantıkla, bu yöntemle, bir vesile ile yazdığım laiklik konusunu incelemek istiyorum. Konunun geniş olduğunu biliyorum, ilerde daha genişçe inceleme yazıları yazmayı düşünüyorum ama burada kısa da olsa konuyu anlatmak istiyorum. Ancak bu konuda genişçe tefekkür etmek isteyecek olanların, “İmam Ali’yi anlamak” başlığını verip, Muhammed’in Dünyamızdan göçüş sürecini incelediğim yazımı da okumalarını isterim. Tabi bir Kur’an meali bulup sözünü ettiğim Tövbe suresinin 107 ile 108. İnci ayetlerini de okuyup üzerinde tefekkür etmeliler. Orada söylenilen “ … daha evvel Allah’a ve peygamberine savaş açmış birine gözcülük yapmak için tutulan bir mescit yaptılar.”5 Sözleri çok önemli. Zati muhteremin “şeytan ayrıntıda gizlidir” sözü burada sahiden öyledir. Ayrıntı önemli. Bu konuyu kapamadan bir ayrıntıyı söyleyeyim. Arapça son derece ilginç, nazik bir dilmiş. Bunun için onu telaffuz ediş kadar onu yazışta önemliymiş. Bu yüzden imla kurallarına hiç dikkat etmeyen ben özene bezene Kur’an diye yazıyorum; bu dilde bu üstten atılan virgül çok önem arz ediyormuş. Çünkü düz olarak söylendiğinde kuran körler manasına geliyormuş, Kur’an ise bugün bildiğimiz manadaki kitap anlamına geliyormuş. Birkaç sözlüğe bakınca bu ince farklılığı fark edeceksiniz; bazen farkı fark etmek bile böylesi bir farklılık yaratıyor.
Laiklik Serüveninin gelişimi.
Fransa’da olduğu gibi bütün Avrupa’nın Laiklik serüvenini anlamak için öncelikle Orta Çağ denilen karanlık dönemin nasıl oluştuğuna bakmak gerekir. Laiklik özünde Ortaçağ karanlığından kurtulmak için başvurulan bir yoldur bir yöntemdir; bu görülmeden laiklik süreci anlaşılamaz. Türkiye’de bu soruna bir toplumsal kurtuluş yolu olarak değil de sırf kelam olarak bakılır oldu. Halbuki bu diyalektiğin bir kuralı olan yadsımanın yadsıması anlamında bir kötü gelişmeden kaçıp eskiyi getirmedir. Rönesans söz anlamı olduğu kadar toplumsal olarakta eskiye gidip geride kalanı getirmektir, bu yüzden bunun serüveni incelenmelidir.
Ortaçağ Karanlığı nasıl oluşmuştu diye sormadan, ondan kurtuluş yolu olarak başvurulan laikliği anlamakta kolay değildir; hatta kolay olmadığı kadar mümkünde değildir.
Orta Çağ Karanlığı, devletin dışında gelişip, toplumsal bir güç haline gelen Hıristiyanlığın, devletle birleşmesi sonucu oluşmuştu. Laiklik özünde, bu iki gücü- bu iki kurumu birbirinden ayırdı. Rönesans sözcüğünün anlamı da buradan gelir. Bu süreç iyice bilinmezse, lafzi olarak söylenen sözler anlamını yitirir.
Hıristiyanlık doğuşundan sonra 300-320 yıl devlet tarafından ezilmeye çalışıldı. İsa Çar (dört) mıhla bir ağaca mıhlandı. Çarmık adı buradan doğdu. Hıristiyanlar büyük cezalara çarptırıldılar ama buna rağmen Hıristiyanlığın gelişmesi durdurulamadı. Hırıstiyanlığın yer altında kiliseler yapması bu sürecin zorlu bir sonucudur. Sonunda devlet ısırmakla baş edemediği eli öpüp başına koyarcasına Hıristiyanlığı devlet çatısı altına alıp, Hıristiyanlığı devletin dini haline getirdi. Devletten kaçan, yer altlarında kiliseler yapan bu insanlar devleti savunan devlet görevlisi haline geldiler. Akıllı Marksistler vakti zamanında, bu tehlikeden ders almak için, bu bizim hareketimizin de başına gelir mi acep diye hayıflanırlarmış. Marksizm’in tarihi sürecini etüt edenler bu gerçeği göreceklerdir.
İşte bu noktadan sonra eskiden devletten kaçan, devletin ezdiği toplumsal güç olan din – kilise devleti savunmaya başladı. Bu iki gücün birleşmesi Orta Çağ denilen korkunç karanlığın doğmasını yol açtı; engizisyon bu sürecin ürünüdür. Bu iyice anlaşılmalıdır.
İşte Laiklik dediğimiz şey, özünde bu iki gücün bir birinden ayrılıp, eskiden olduğu gibi birbirlerinden ayrı yaşamaya başlamaları demektir. Laiklik ile Rönesans bu sürecin ürünüdür. Bu birliğin parçalanması yani ayrıştırılması çok sancılı olmuştur, ol hikaye bundan ibarettir.
Batıda Yaşanılan Bu Serüven, Doğuda Farklı Yaşandı
Hudeybiye anlaşmasıyla birbirleriyle on yıl savaşmama kararı alan Mekke Aristokrasisi ile yeni gelişen Muhammed’in başını çektiği dini topluluk, bu anlaşma gereği bir yıl sonra Mekke’ye gelince birleşti; yani eski düşmanlar dostlar konumuna geçtiler. Akıllılık edip geleceği gören Ebu Süfyan gibi Mekke aristokrasinin önderleri, Müslüman olma yolunu seçtiler. Bu onlara Müslüman olup, bu oluşumun içinde içten yükselerek, onu içten fethetme olanağını yani onu ele geçirme olanağını veriyordu, onlar da bu yolu seçtiler. Tövbe suresinin 107 ile 108. inci ayetlerini bir de bu gözle okuyun bakalım ne göreceksiniz. Bundan sonra Emevi ailesinin başını çektiği Mekke aristokrasisini oluşturan grubun, Hz. Muhammed’in bu Dünyadan göçüşünü takiben yeni oluşan devletin yönetimini ele geçirme süreci başladı. Aslında bu süreç daha Muhammed’in sağlığında başladı, bunu ilk görüp halkı uyarmaya çalışan da yine Muhammed oldu6. Bu ayet(yani Tövbe suresinin 107 ile 108. Ayetleri) bana göre bunun göstergesidir. Aslında bu gücün etkisi daha Muhammed son nefesini vermeden önce, Muhammed bir vasiyet yazdırmak istediğinde etkisini gösterdi, bu nazik anda bile kabaca tavrını koyan bu güç, bu vasiyetin yazılmasını, yazılma teşebbüsünü engelledi; bu nazik süreç nazik nazik konuşulmalıdır. Emevi Karanlığının yükselişi işte böyle başladı. Bu karanlık oralarda (Arabistan’da) hala sürüyor. O dönem ilginçtir, örneğin Muhammed’in bu olumsuzluğu önceden görüp halkı buna karşı uyardığı için, Muhammed’in hadisleri toplanıp imha edildi, hemen bunun arkasından hadis yasağı başladı; bunlar bugünkü neslin aklının alacağı işler değildir, ama olmuştur işte. Örneğin Ömer’in halifeliği döneminde, hadislerden söz etmek yasaktı, suçtu. Hadislerin tekrar toplanmaya başlaması Muhammed’in dünyadan göçüşünden 87 yıl sonradır. Süreç materyalist bir gözle incelenmelidir. Sanırım bütün bu nedenlerden dolayı “ daha evvel Allah’a ve peygamberine savaş açmış” olan, Emevi geleneğinin ürünü olan Sünniliği İslam olarak görmezler. Hamdüllah Çelebinin 1827 yılında şeriat mahkemesinde söylediği şu sözleri bu anlamda anlamak gerekir: “Kadı efendi Hazretlerii sen Sünni güruhuna İslam dememi mi istiyorsun? Bizlere hiddet şiddetle kabul ettiremezsin. Asla Müslüman diyemem.”7
Şimdi o günlerden sözü alıp bu günlere gelirsek, Türkiye’de hiçbir zaman devlet ile dini kurumlar birbirlerinden ayrılamadılar. Devletin, Diyanet İşleri Başkanlığı var, Diyanet işleri Başkanını hükümet atıyor, hükümetin emrindeki memuru, Sünni din görevlileri örneğin imamlar maaşını devletin genel bütçesinden alıyor, çünkü bunlar devletin memurları konumunda. Günde beş defa hoparlörlerden haydin namaza diye çağrılar yapılıyor. Bazı Arap devletlerinde devlet güçleri dışarıda dolaşanları hala camiye zorla sokuyor; dikkat edin birçok yazarsa bunu olumlu bir şey olarak, yani bir özlem olarak anıyor.8 Türkiye bu açıdan onlardan iyicene, ama hoparlörlerden çağrılar sürüyor. Hala hiç bir grup bu hoparlörlerle ezan okumaya son verilsin demiyor, diyemiyor. Halbuki yeni anayasa muhabbetlerinde bu da konuşulmalı. Avrupa’nın laik ülkelerinde kamuya ait yerlerden her türlü dini çağrıştıran semboller kaldırılmıştır.
Türkiye’de Laiklik kelimenin gerçek anlamında hiçbir zaman olmadı. Olması için Diyanet İşleri Başkanlığının kapatılıp, devletin dini görevlilere bütçesinden maaş vermesine de derhal son verilmelidir. Devlet anayasası ile yasaları çerçevesinde, bu gün partileri, demokratik dernekleri kontrol ettiği gibi, dini de kontrol etmeli, toplumsal barışı, toplumsal ahengi sağlamalı ama onu (dini- din adamını kendi bütçesinden) beslememelidir. Bu anlamda, Zorunlu din derslerine karşı çıkmak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını istemek, laikliği isteyen çağdaş demokrasi yanlılarının işi olmalıdır. Türkiye’de henüz bu noktalara gelinmedi. Özgürlük istiyoruz, Demokrasi istiyoruz diye geçen gün Ankara’da yapılan mitingde bu talepler yoktu. Türkiye’deki kendini solcu diye topluma lanse edenler demokrasi elbiseleriyle endam etmeyi sevenler, bunları Alevilere havale etmeyi marifet sayıyorlar. Halbuki bu asıl onların işi olmalıdır. Bu ülkede her şey tersinden işliyor, bu bile böyle. Şu iyice bilinmelidir ki Diyanet işleri Başkanlığı gibi bir devletin kurumunun olduğu, din görevlileri devlet memuru gibi devletin bütçesinden maaş alıp, devlet kasasından beslendiği bir ülkede parlamenterler her gün Meclis çalışmalarına başlarken laiğiz diye yemin de içseler o ülke laik olmaz, laik değildir.
Olguya bir de bu açıdan bakın istedim.
1  Lenin. “DEVLET”. SVERTLOV ÜNİVERSİTESİNDE VERİLEN BİR DERS. 11 Temmuz 1919. Marx, Engels, Marksizm, adıyla Sol yayınlarından çıkan derlemenin içinde sayfa: 288. Bu yazı ayrı broşür olarak ta yayınlanmıştır.
2  Bakınız, Daniel Guerin “Faşizm ve Büyük Sermaye” adlı şahane eserinde bunu nasıl yapıyor.
3  Bakınız “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” F. Engels
4  Aktaran François GEORGEON. Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf AKÇURA. Sayfa. 175-176
5  Kur’an-ı Kerîm Yüce Meâli. Türkçe Acıklaması. Elmallı Hamdı Yazır, Sadeleştiren Kazım Yayla. Ayetin Tümü şöyle: 107 – Birde inadına zarar vermek, inkar etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha evvel Allah’a peygamberine savaş aşmış birine gözcülük yapmak için tuttular bir mescit yaptılar. Bununla beraber, “iyi niyetten başka bir dileğimiz yoktu” diye yemin de edecekler. Fakat Allah şahit ki bunlar hiç şüphesiz yalancıdırlar.” 108- “O mescide kesinlikle nazma durma! …” Aynı ayeti Yaşar Nuri Öztürk şöyle çevirmiş: “ 107. Birde şunlar var: Tutup bir mescit yapmışlardır: zarar vermek için, nankörlük için, inananları fırkalara bölmek için, daha önceden Allah ve resulüyle savaşmış kişiye gözetleme yeri kurmak için. “İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş değiliz” diye gerile gerile yemin de edecekler. Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancılardır. 108. Böyle bir mescitte sakın namaza durma. …”
6  Muhammedin dünyadan göçmesinden sonra başlayan Hadıs yasağını bu bağlamda anlamak gerekir. Bu yasağın nedeni bu uyarılardı.
7  Hamdüllah Çelebinin Savunması, sayfa 101, birinci baskı. Bu savunmanın birçok yerde bu manaya gelen sözler söylüyor Hamdüllah Çelebi. Bu savunma çok önemlidir. Hamdüllah Çelebinin savunmasında konuyla ilgili çok detay var. Bu savunmadan konuyla ilgili bazı bölümleri buraya alıyorum. Bu savunmanın her satırı dikkatle, özenle incelenmelidir: “Efendi kadı hazretleri. Senin Ehli Sünnet vel cemaat dediğin mezhep sapkın ve bidattır. Can havili olmadan doğru söylediğimin tutanaklara geçmesini istiyorum. Mahkemenizin ve şu andaki devletinizin İslam diniyle yakından uzaktan ilginiz alakanız yoktur. … On iki İmamların beşi Emeviler, yedisini Abbasiler şehit etmişlerdir. Zorla dine el konularak Sünnilik icat edilmiştir. Zamanımıza kadar, Aleviler katledilmiştir. Benim sizden can için bidat mezhebine İslam diyeceğimi mi sanıyorsunuz?
8  Fuat Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflarda, İbni Batuda dan şöyle bir parça aktarıyor. “Namazda, başka yerde emsalini görmediğim güzel adetleri vardır. Şöyle ki, mescitlerinde olan müezzinler her biri mescid civarında kain hanelerin cümlesini dolaşıp namazda hazır bulunulmasını ihtar eder. Bir kimse cemaatle namaza gelmediği surette, İmam cemaat huzurunda onu döver. Her mescide onun için bir kamçı bulunurdu. …” sayfa 206. Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları. 6. Baskı.

Hiç yorum yok: