28 Eylül 2015 Pazartesi

ALEVİLER BAŞLARINA GELEN KÖTÜLÜKLERİ NİYE ANARLAR



Rıza Aydın
Tarihsel süreç içinde, “Kırklar”, “Işık tayfası”, “Teberler”, “Çelebiler”, “Kızılbaşlar” diye anılan Aleviler, başlarına gelen kötülükleri, kendilerine yapılan katliamları anarak bu günlere gelmişlerdir. Aleviler tarihsel yaşamları süresince başlarına gelen bu kötülükleri, katliamları niye anma ihtiyacı hissetmişlerdir? Bu soruyu benim gibi sizinde kendi kendinize sormanızı istiyorum.
Aleviler Kerbela’dan bu yana, kendilerine yapılan, başlarına gelen bütün kötülükleri, hep anarlar, bunları anlatmak için deyişler söylerler, cemler yaparlar. Kafamda cevabını aradığım soru şu, acaba Aleviler başlarına gele bu kötülükleri niye hatırlama ihtiyacı hissedip, anıyorlar? Bu, tesadüfen oluşmuş bir huy mudur, bir gelenek mididir, yoksa bunun bilince çıkarılmamış bir zorunluluğu var mıdır?




İşte, aklıma gelen bu ya da buna benzer soruları anlatmak için bir yazı yazmıştım. Bu yazımı biçimsel olarak, kendi kişisel hayatımdan örnekler vererek anlattığım için, bu yazıma ad olarak Latince, “sahici olmayan ağrı” ya da “sebebi bilinemeyen ağrı” anlamına gelen “Phantom Paine” adını vermiştim. Hatta bu yazıyı yazarken, bu yazımın çok ilgi görüp, 2 Temmuz katliamını anlatanlara verilen ödüle bile uygun görüleceğini düşünmüştüm. Adının yabancı oluşundan mı, anlatımımdaki güçsüzlükten mi neden bilmem ama yazımı kimse ne fark etti, nede gördü. Bu yıl, Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinde 2 Temmuz anma hazırlıkları yaparken, içimden bir isteğe uyup, bu yazımı yeni bir adla yayınlamayı düşündüm. Yazımda anlattıklarımın, anlatış üslubumun sıkıcı olduğunu biliyorum ama beni tanıyan dostlarımın, bu sıkıntıma katlanıp bu yazımı okumaları istiyorum.
Aşk ile.
Nedendir de suna boylum nedendir
Geceler boyunca uyumadığım
Yaman derler ayrılığın derdine
Ayrılık derdine doyamadığım
PHANTOM PAİN
Köyümüze radyonun geldiğini dün gibi hatırlıyorum.
Gül Ali gilin odanın başına ince direkler dikip, uçlarına tel çekiyorlardı. Bu nedir, bunu niye yapıyorlar acep diye merak edip soranlara da “Gül Ali’nin oğlu babasına “Iradıyon” almış bu teller onun anteniymiş” diyorlardı. O zamana kadar, “Anten, Iradıyo” sözleri hiç duymadığımız ne anlam geldiğini bilmediğimiz sözlerdi.
Gül Ali, köyün hatırı sayılır yaşlılarından biriydi. Bu yüzden yanına geleni, gideni, çok olurdu. Babamda sık sık onun başında toplananlara kitap okumaya giderdi. Babam, Gül Ali’nin yanına giderken bir iki defasında beni de götürmüştü. Ama orada ne tür kitaplar okuduklarını tam olarak bilmiyorum. Bu konuda aklımda kalan bir şey varsa oda şu, babamın okuduğu kitaplardan birinde adı geçen, İsfahan sarayında yaşayan Mahşeker adındaki bir güzelin adını Gül Ali’nin torununa ad olarak koymuşlardı. Şimdi buradan anlıyorum ki, Gül Ali’nin başında toplananlar her zaman, Eba Müslüm’ün cenkleri gibi Alevilikle ilgili kitaplar okumazlarmış.
Gül Ali’nin odasına radyo geldikten sonra, “ıradıyon” denen şeyin, nasıl bir şey olduğunu merak edip, babamla beraber oraya gittim. “Iradıyon” dedikleri şey, orta boy, cilalı bir sandıktı. Bu cilalı sandığın önünde, uzun ince, içinde ışıklar yanan bir cam vardı, camın ucundaki düğmeleri kıvırıp camın içindeki ibre denilen göstergeyi kırmaştırdıkça, içinden çeşitli sesler gelen, türküler çığıran bir aletti. O zamanlar, bu “ıradyon” denen aletin nasıl bir şey olduğunu, dışarıdaki anten denilen şeyin ne işe yaradığını, bu “ıradıyonun” içinde konuşan, saz çalıp türküler söyleyen adamların nasıl adamlar olduklarını çok merak etmiştim.
Çocukluğumun geçtiği o zamanlarda, köyde ne elektrik ne de elektronik aletler olmadığı için, köylüler işten arta kalan serbest zamanlarında bir araya gelir, kendi kendilerini eğlendirirlerdi. Bu toplantılarda sazlar çalınıp deyişler düvaz imamlar söylendiği de olurdu, Alevilikle ilgili öykülerin anlatılıp bunların üzerine muhabbetler edildiği de olurdu. Bu muhabbetler sırasında söz dönüp dolaşıp İman Hüseyin’e ya da Pir Sultan Abdal’a gelince, hepimizin gözleri dolukur, gözlerimizden süyem süyem yaşlar gelirdi. Hepimiz ağlardık. Bizim evde yılda bir iki defa Pir Sultan üzerine konuşulur onun için ağıtlar ağlanırdı. Bunun sayesinde Pir Sultan’ın öyküsünü, Pir Sultan’ın nasıl Banaz’dan Sivas’a getirildiğini, Hızır Paşa’nın onu konağında önce nasıl karşıladığını, sonrada onu nasıl Sivas kalesindeki zindana attırdığını, Sivas kelesinin nasıl bir yer olduğunu, orda Pir Sultanın söylediği türküleri bütün ayrıntılarıyla biliyordum, o anları kafamda canlandırıyordum.
Gel zaman git zaman derken, bir gün halamın hastalandığı haberi geldi, ebemle halamı görmeye Sivas’a gittik. Biz annemizin bacısınahala, babamızın bacısına da bibi derdik. Sivas’ta halamın yanında bir iki gün kalınca Etem abi, bugün İrizayi gezdireyim dedi bende ondan beni “Sivas Galesine” götürmesini istedim. Düştük Etem abi ile Sivas Kelesinin yoluna.
Sivas Kelesi, Sivas’ın ortasında bulunan yüksekçe bir dağın tepesindeydi. Kaleye dağın yamacından dolana dolana çıkılan bir yoldan gidiliyordu. Etem abi ile kaleye çıkan yolu tırmanırken, ben bir yandan da kafamda hayal ettiğim kaleye çıkmanın, onu görmenin hayalleri içindeydim. Sonunda tırmandığımız yoldan gide gide dağın tepesine vardık, vardık ki ne varalım, kalenin yerinde yeller esiyor. Dağın tepesindeki kele denilen düzlükte, içinde küçük havuzlar olan, insanların kenarında oturup tepeden Sivas’ı seyrettiği düzlük bir alan. Şaşkın şaşkın etrafa bakarak, Etem abiye kele bura mı? Pir Sultanı zindanına attıkları kele nerde dedim. Etem abi, kele bura, o kale burada bir yerdeymiş işte, Pir Sultan asılalı 500 sene olmuş o zamandan bu zamana kelemi kalır dedi. Etem abi’nin bu söyledikleri beni hepten şaşırttı, Pir Sultan asılalı beş yüz senemi olmuş dedim. “Ya neya, yaklaşık olarak 500 sene olmuş” dedi. Bu beni büsbütün şaşırttı, hâlbuki ben o güne kadar, Pir Sultanın çok yakın bir geçmişte asıldığını, annemgilin de bundan dolayı her yıl onun için ağıt ağladığını sanıyordum.
O zaman kafamda büyük bir soru oluşmuştu. Bizim aile, özelikle de ebemle anam, nasıl olup ta beş yüz yıl önce olup bitmiş bir olayın acısını bugün, sanki bu acı dün yaşanmış gibi bir duyguyla hissedercesine ağlaşıp gözyaşı dökebiliyorlardı, buna bir türlü akıl erdiremiyordum. Bu soru, her zaman kafamı meşgul eden bir soru olarak kalmıştır. Kafamdaki bu türden bin bir sorunla cebelleşerek ilkokulu bitirip, okumak için Adana’ya geldim.
Adana’ya okumaya geldiğim yıllar, dünyayı saran 68 ruhunun Türkiye’yi de etkisi altına aldığı, Deniz Gezmiş ile Mahir Çayan’ın adlarıyla özdeşlen Dev – Genç’in başlattığı mücadelenin etkisinin toplumu sardığı yıllardı. Bunun herkes gibi beni de etkilemesi normaldi. Köydeyken başlayan sola, Dev –Genç’e olan merakım, Adana’ya gelince hızlı bir şekilde solcuların yanında saf tutup, devrimci dünyada yer almamı sağladı. Artık solcu olup, devrimci mücadeleye karışmıştım, bu mücadelenin önüme koyduğu sorunlarla uğraşmak, kafamdaki çözülmeyen eski sorunları dondurmama yol açtı. Annemgilin, Pir Sultan için hale niye ağladıklarını, bunu niye unutamadıklarını, kafamda çözememiştim ama içine girdiğim mücadelenin önüme getirdiği sorunları düşünmekten, bunları düşünmeye de zaman bulamıyordum. Her anı, içine girdiğim örgütlü mücadelenin farklı ilişkileriyle, bunların yarattığı çelişkileriyle dolu olan bu yıllar içinde zaman akıp gidiyordu. “İnsanlar önlerine gelen sorunları çözerler” diyen üstadın dediği gibi, benimde önümdeki sorunları bırakıp çocukluğumun sorunlarıyla uğraşmama olanak yoktu.
1979 yılının 19 Şubatında Ulaş Bardakcı’yı ölüm yıldönümünde anacaktık. O zamanlar içinde bulunduğum siyasal yapı, bu anma için bir bombalı pankart asılmasını önerdi. Şimdi her şey gelip geçti, bunun için, yaşanılanı olduğu gibi söylemekte gerekir, o zamanlar da ben buna karşı çıkmıştım. Bu yüzden ben, bu anma programının başka etaplarıyla ilgilenecektim, bombalı pankartı da diğer arkadaşlar yapacaklardı. O zamanlar, arandığım için açıkta dolaşamıyordum, bombalı pankartı yapacak olan arkadaşlar, bu işi kendi başlarına yapamayınca yine arayıp beni buldular, bunu hazırlarken bomba elimizde patladı. Bu süreci “Ellerim kopunca duygularım” adını verdiğim bir mektubumda uzunca anlattığım için burada ayrıntıya girmek istemiyorum. Bu kazada benim sağ elimin parmak uçları ile sol elim bilekten koptu. Hayatımın da yeni bir evresi böylece başlamış oldu.
Bu kaza olduğunda zaten aranıyordum, yaralarımız bile tam olarak iyileşmeden, bizi hastaneden hapis haneye attılar. Sıkıyönetim koşullarıydı, ne doğru dürüst fiziki tedavi gördük nede psikolojik tedavi gördük. Hoyratlık her yanımızda kol geziyordu. Sakat olup gözden düşmüştük bir defa.
Bir organ nakli yaptırmanın imkânsız olduğuna kendi kendimi inandırdıktan sonra, hayatımın bundan sonraki kısmını böyle yaşayacağımı inandım. Kendimi buna göre hazırlıyordum. Kendi kendime kaybettiğim ellerimi tamamen unutup, sanki hiçbir zaman ellerim olmamış gibi yaşamaya kendimi alıştırayım dedim. Zaten, herkeste bana böyle yapmamı söylüyordu. Bunda başarılıda oldum. Yaralarım iyileştikçe bende yeni hayatıma alışıyordum. Kalan üç buçuk parmağımla her işimi yapmaya çalışıyordum.
Yaralarım iyileştikten bir müddet sonra, eskiden hiç bilmediğim ilginç bir sorunla yüz yüze geldim. Hiç beklemediğim bir anımda, ansızın kopan elimin içi, ya da kopan tırnağımın altı kaşınıyordu. Kendi kendime, kopan elimdeki bu duygunun, kopan sinir uçlarındaki bir olgudan kaynaklanabileceğini düşündüğüm için, bende kopan kolumun yara izlerini kaşıyarak bu kaşınmayı gidermeye çalışıyordum. Fakat ne yaparsam yapayım, kopan elimdeki ya da kopan tırnağımın ucundaki ağrıyı, kaşınmayı, gicişmeyi gideremiyordum. Bazı zamanlar, dayanamayıp kaşınan elimin gicişmesini gidermek için kolumu toprağa, taşa sürtüyordum, kolum kanıyordu ama kopan parmağımın ya da tırnağının ucuna batan dikenin kaşınma duygusunu bir türlü gideremiyordum. Bu benim için bir karabasana dönüştü, uyanıkken görülen kötü bir düş haline geldi. Elimden bir şey gelmiyordu, istenmeyen bu duygumla da böylece, beraberce yaşamaya başladım. Bu bir karabasan gibiydi, bununla yıllarca yaşayıp buna alışmaya çalışıyordum.
Yıllar bir anlamda çar çabuk geçti. Bilgisayar hayatımıza girmişti, internet üzerinden dostlarımızla haberleşmeye başlamıştım. Bu benim için büyük bir gelişmeydi, sevdiklerimden gelmesini beklediğim mektuplar için artık postacı yolu gözlemiyordum. Cezaevinde benimle birlikte yatanlar, nasıl “posta yolu” gözlediğimi “post” diye bağırıldı mı nasıl bir umutla yerimden doğrulup kapıya doğru fırladığımı bilirler. Çünkü “posta” diye boşu boşuna bağırıp benim “işletildiğime” çok tanık olmuşlardır.
Artık mektuplarım internetten geliyordu. Bir gün Demir Küçükaydın’dan “Ağlama hakkımı kullanmak istiyorum” başlıklı bir yazı geldi. Demir yazısında bacısı Dileğin Londra’da bademcik ameliyatı olurken, doktorların yabancı bir ülkeden gelen birine özen göstermediklerinden dolayı, ameliyat sırasında Dileğin kalbinin durduğunu yazıyordu. Bademcik ameliyatı sırasında Dileğin kalbi durunca, doktorlar telaşla Dileğin kalbine masaj yapıp kalbi yeniden çalıştırdıklarını ama kalbin çalışmadığı zamanda vücudun damarlardaki kanı en gerekli organlara –beyine, kalbe- gönderirken bacaklarındaki kanın çekildiğini, bu yüzdende bacakların kangren olduğu için kesilmek zorunda kalındığını yazıyordu. Demir bu olayda, Dileğin yabancı dilinin iyi olmadığı için meramını iyi anlatamadığını, doktorlarında bir Ortadoğu ülkesinden gelen birinin söylemek istediklerini önemsemediklerinin etkili olduğunu, buna olan isyanını bu defa gizlemeyip ağlama hakkını kullanmak istediğini yazıyordu. Okuduklarım içimi dağladı. Olmayacak bir işle, yine bir müşkülle karşı karşıya gelmiştim.
Demirin yazdıklarını okuyunca neye uğradığımı şaşırdım, tam anlamıyla bir çaresizlik içindeydim, Dileği çok seviyordum, bu durumunda onun yanında olmak istiyordum ama ne param ne pasaportum nede vizem vardı. Kendimi zincirlerle bağlanmış, hareket edemeyen bir adam gibi çaresizlik içinde görüyordum. Dilek, cezaevinden çıktığımda karşılaştığım, bana sakat muamelesi yapmayan ender insanlardan biriydi. Tekirdağ’a sürgün cezamı çekmeye giderken, İstanbul’da Dilek’gile uğramıştım. Dilek ile sevgili –eşi- Faruk beni dostça konuk edip, bana sakat muamelesi yapmadan, beni ağırlamışlardı. 12 Eylül öncesi biz Dev-Yol militanları içki içmezdik. Dilek ile Faruk benim içki kültürüne uzak olduğumu, içki içemediğimi anlayınca beni alıştırmak için bana greyfurtla votkayı karıştırıp beni de içki muhabbetine ortak etmişlerdi. O gün bu gündür, o tadı özlerim, greyfurtla votkanın karıştırılıp içilmesini severim, bu bana sevgili Faruk ile Dileği, onlarla geçirdiğim o güzel günlerimi hatırlatır. Dilek burnumda tütüyordu, Dileğin o hallerini, şimdi içinde olduğu durumu düşünüp, Dilek için bir şeyler yapmak istiyordum. Bu duygular içinde ne yazacağımı düşünmeden Demir’e bir mektup yazmaya başladım. Bu mektup bitince, bir kez bile okuyup düzeltmeyi düşünmeden, mektubu Demir’e gönderdim. Demir mektubu okuyunca, mektubu Dileğin doktoruna göstermiş. Doktorda bu mektubu Dileğe okumasının, Dileğin ruhsal durumuna faydalı olacağını söylemiş, Demirde mektubumu Dileğe vermiş, birlikte okumuşlar.
Dilek biraz iyileşince beni telefonla arayıp yazdığım bu mektuptan dolayı bana teşekkür etti. Senin mektubunu okuyunca, herkesin başına böylesi bir olay gelip, sakat kalabileceğini, sakat kalan birinin de senin gibi hayata tutunup yaşayabileceğini düşündüm, bu bana güç verdi, bu bana umut verdi, bu mektubu yazdığın için sana teşekkür ederim dedi. Bunu duyunca bende sevindim, baktım bu mektubum işe yaramış bu mektubuma “Ellerim kopunca duygularım” adını verip bilgisayarıma kaydettim; sonra bu mektubumu dostlarımla paylaştım.
O gün Dilek’le doyasıya sohbet ettik. Bu sohbetimizin bir anında Dileğe dedim ki, Dilek bu yaralar fiziki olarak tamamen iyileştikten sonrada, bu yaraların etkileri sürüyor. Benim bazı zamanlar, kopan elimin içi ya da kopan parmağımın ucu gicişir, kaşınma duygusu verir, ne yapacağımı şaşırırım. Kolumu oraya buraya sürerim, kolum kanar ama bu duyguyu tatmin edip geçiremem dedim. Dilek kendinden gayet emin bir ses tonuyla, “bu sana has bir şey değil ki, bu, bu tür uzuvlarını kaybeden herkeste olurmuş. Bize psikolojik rehabilitasyon (iyileştirme) yaparken, psikologlarımız bunu anlattılar. Buna burada “Fantom peyn sendrom’u”, fantom peyin duygusu diyorlar. Bu tabir Türkçeye nasıl çevrilir bilmiyorum, ama sahici olmayan, nedeni olmadan duyulan ağrı yani hayali ağrı, yalancı ağrı gibi bir anlamı var. Aslında somut olarak ağrıyan bir uzvun yok ama sen, sanki o uzvun varmış da o uzvun sana ağrı veriyormuş gibi bir duyguya kapılıyorsun; bu hissiyat her uzvu kopan insanda olurmuş, bundan dolayı buna “fantom peyn” ağrısı diyorlarmış” dedi. Hayretler içindeydim, dondum kaldım, tamı tamına benim yıllardır içinde bulunduğum durumu anlatıyordu.
Dileğe peki bunun tedavisi için ne yapılıyormuş, bu duygudan kurtulmanın bir yolu var mıymış diye sordum. O zamana kadar bu duygumun ameliyatın düzgün yapılmadığı için dışarıda kalan sinir uçlarının hassasiyeti olduğunu sanıyordum. Bu duygudan kurtulmak için bu sinir uçlarının bir ameliyatla içeri alınabileceğini düşünüyordum. “Rıza” dedi Dilek “elbette var, bu vücudun kaybolan uzvunun (parçasının) unutulmasına doğal bir tepkisiymiş; vücut benim iradem dışında buradan bir parçam koparıldı, bunu unutma diyormuş. Sen vücuduna onu unutmadığını, onu hatırlayıp onu sevdiğini gösterirsen, vücudunda böylesi hatırlatmalar yapması ortadan kalkarmış” dedi. Şaşkınlık içinde peki bunu nasıl yapacakmışım dedim. Dilek dedi ki “gayet basit, orada bir zamanlar o uzvunun olduğunu, örneğin elinin orada olduğunu düşüneceksin, diğer uzuvlarını oraya değdirerek ya da onu yüzüne, dudaklarına değdirerek onu hatırladığını, onu sevdiğini, beynine göstereceksin, o uzvunu diğer uzuvlarınla okşayarak seveceksin dedi. Bir dertten kurtulma umudunun şaşkınlığı içindeydim. Bu anı, bu bilgiyi unutmamak için Dilek ile telefon görüşmem bitince bunları günlüğüme yazdım. Şimdi günlüğümde bu satırlara bakıyorum. Bu konuşmayı 27 Ekim 2002 de yapmışız.
Bunu öğrendikten sonra yaşantımda belirgin bir değişiklik oldu. Konuyu bilen bilim insanlarından, ansiklopedilerden bilgi toplamaya başladım. Meğer bu olgu tarihin en eski zamanlarından buyana bilinirmiş. Bu batı dillerinde “phantom pain” diye yazılırmış. Bunları öğrenip Dileğin dediklerini yapmaya başladıktan sonra, phantom pein ağrılarını duymamaya başladım, kâbuslar haline gelen o korkularımda kalmadı. Rahatladım. Artık vücudumla daha barışık yaşıyorum. Mutluydum.
2004 yılına doğru hayatımda yeni bir sıkıntı filizlemeye başladı, Şenay artık beni sevmiyordu, ayrı ayrı odalarda yaşamaya başlamıştık. Nazım “İçerde yatacaklara öğütlerinde” “kim bilir sevdiğin kadın belki seni sevmez olur, ufak bir iş deme, yeşil bir dal kırılmış gibi gelir mahpustaki adama” diyordu. Sevdiğin kadının seni sevmez olması, içerde de dışarıda da ufak bir iş değilmiş. İkisinin de dadına bakmış biri olarak diyebilirim ki bu içerde de dışarıda da adama kor gibi koyuyor. İçten içe vurgun yemiş gibi burkulup için için yanıyorsunuz. Aynı evde, ayrı ayrı odaların, ayrı dünyalarında yaşamanın sıkıntısından kurtulmak için, bir yolunu bulup Adana’dan uzaklara gitmeyi, Şenay’ı bir başına bırakıp rahatlatmayı düşünüyordum ki, beş Nisan 2004 yılında bir kalp krizi sonucu babam bu dünyadan göçtü. Aşığın ölüm defterine bir yol göz attım, dertlerim içinde sıralı çıktı dediği gibi, bunu bahane edip köyde annemin yanında yaşamaya başladım, ama aklım fikrim Şenay’daydı.
Köyde yaşadığım bu günlerden bir gün telefon çaldı, telefonu kaldırdım ki Şenay’ın sesi, yüreğim dalından kopmuş gibi oldu. Şenay ağlıyordu, ne ye uğradığımı şaşırdım. Niye ağladığını ne olduğunu sorum, hüngür hüngür aylayan bir sesle “bugün iki Temmuzmuş” dedi. “Bugün sabahtan iki Temmuz olduğunu öğrendiğimden buyana kendi kendimi tutamıyorum, içimden bir ağlamak coşkusu geliyor, habire ağlıyorum, bunun için dayanamayıp seni aradım” dedi. “Beni aradığına iyi etmişin, içinden ağlamak geliyorsa ağla rahatlarsın” dedim. Konuşmak için can atıyordum zaten, Şenay’la konuşmaya başladık. Şenay’la konuşurken “sen eskiden, iki Temmuzlarda ağlamazdın, bu sene ne oldu da ağlıyorsun peki, bunu düşündün mü” dedim. “Eskiden sen vardın, iki Temmuz gelmeden, günler öncesinden, iki Temmuzun geleceğini, iki temmuzu nasıl anacağımızı, iki Temmuz anmasında Adana’da neler olacağını, bizim neler yapacağımızı biliyordum, bu sene pat diye gelince, ne yapacağımı şaşırdım, bu çaresizlik içinde, içimden ağlamak geliyor, bu duygumu teskin edemiyorum” dedi. Şenay’ı telefonda teskin etmeye çalıştım. “Sen sakin ol, şimdi derneği ararım, Mürşit ile Sahra’nın seninle ilgilenmelerini isterim” dedim. Telefonu kapatınca Pir Sultan derneğini arayıp durumu Mürşit ile Sahra’ya söyledim sağ olsunlar onlarda hemen ilgileniriz, Şenay’ın yanına gideriz dediler.
Şenay’ın bu durumunu gördükten sonra, bunun üzerine çok düşündüm, sonra anladım kitoplumsal bir “fantom peyin’de” var. Siz eğer sizin iradeniz dışında, sizden koparılıp alınan bir parçanızı unutursanız, vücudunuz onu bir biçimde size hatırlatıyor. Bunu anlayıp bunu bilince çıkarınca, çocukluğuma gittim, annemgilin nasıl olup ta beş yüz yıl önce asılan Pir Sultana, bin üç yüz yıl önce kesilen İmam Hüseyin’e, sanki bu dün olmuş gibi ağlayabildikleri sorusunun cevabını buldum dedim kendi kendime. Bu bilince erdikten sonra, geçmişi anma, daha bir anlamlı hale geldi benim için. Alevi toplumunun geçmişte yaşadıkları acıları anması, kaybettiği canlar için deyişler demeler söyleyip ağlamsı, toplumsal hafızayı korumakta işlevli olduğu kadar, toplumun ruhsal dengesini sağlamada da işlevli olduğuna inandım. Bu kendi geçmişimi konuşmayı da benim gözümde anlamlı kıldı.
Phantom pain olgusu üzerinde yoğunlaşıp, konuyu düşündükçe, bunun işkence sonrası yaşamımla ilgili, Doktor Serol Teber’in kitaplarından öğrendiğim bilgiyle de ilgili olduğunu düşündüm. Bir yazar olarak Serol Teber’i “Davranışlarımızın kökeni” adlı kitabını okuduktan buyana severim. Onun yazdığı her kitabı gördükçe alıp okuyorum. Serol Teber önce “Politik – Psikoloji Notları’ında” sonrada “Toplama Kampı Sendromu” ile “İşkence Sonrası Hayat” adlarını verdiği kitaplarında, temelde Hitlerin toplama kamplarından kurtulan insanlar üzerinde yapılan incelemelere dayanarak, toplama kampları ile işkencelerde ruhu örselenmiş, ruhsal travmalara uğramış insanların davranışlarını inceliyor. Toplama kamplarında, işkence hanelerde ruhları örselenmeye uğrayan insanların, oradan çıktıktan sonra ilk on – on beş yıl içinde, bir sessizlik dönemi yaşadıklarını, bu tehlikeli sessizlik döneminden sonra, işkencenin verdiği ruhsal örselenmenin sorunlarının yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladığını, bunların sonu intihara varan sorunlar yaşadıklarını söylüyordu. Bu kitaplar sanki beni anlatıyordu, onları okuyunca çok etkilendim, nasıl anlatayım ürktüm, hatta kendi kendimden korktum. Çünkü bende bir dolu işkence görmüştüm,DAL’da (Derin Araştırma Laboratuarı denilen işkence merkezinin kısa yazılışı DAL) kalmıştım, ruhum örselenip zedelenmişti. Zaman zaman, özellikle İstanbul’da Şenay’ın bacısının evinde yalnız kaldığımda, polisin gelip orda beni öldüreceğinden ya da işkence edeceğinden korktuğum olmuştu. Bu yüzden benimde zaman zaman acaba intihar eder miyim diye korkulara kapıldığım oluyordu. Serol Teber bu kitaplarında, işkence sonrası yaşanılan bu sendromlardan kurtulmanın yollarını da inceleyip gösteriyordu. Diyordu ki Serol Teber, toplama kaplarında kalmış, işkence hanelerden geçmiş, ruhu örselenen kişilerin ruhuna cerrah el uzatıp onları iyileştiremez, bu kişiler buralarda yaşadıklarını dostlarıyla, kendini sevenlerle konuşup rahatlamalıdırlar. Kişi kendini dinleyecek böylesi dost ortamları bulamıyorsa, bunu profesyonelce yapan hekimlere gitmelidirler diyordu. Bunun üzerinde düşününce, ben bunu farkında olmadan, Alevilerin geleneksel yaşantısı içinde yapıp, sorunu bir nebzede olsa çözdüğümü gördüm. Böyle düşünüp kendi kendimi teskin ettim belki de.
İşkence hanelerden, -özelikle DAL’dan- çıkınca her zaman bir sığınak olarak gördüğüm köye annemgilin yanına gidip yine oraya sığınmıştım. Annemgil hoş sohbet insanlardır, çevrelerindeki dost insanlarda öyledir, onlarında, onlardan aşağı kalan yanları yoktu. Düğünlerde, davetlerde bir araya gelip sazlı sözlü muhabbet ederken, birazda matraklık olsun diye Rıza şu poliste başından geçenleri yine bir anlatsana ya da duydukları bir şeyi bir daha dinlemek için bana sorular soruyorlardı. Bende iki kadeh dem almış olmanın verdiği rahatlıkla, farkında bile olmadan olup biteni, işkence hanelerde yaşadıklarımı birazda komikleştirerek anlatıyordum. Bunlar türkülerime eşlik eder oluyordu. Serol Teber’i okuyunca anladım ki, alevi muhabbet ortamlarında, farkında olmadan yaptığımız bu “mavralar” benim ruhumu kurtarmış. Sonradan bunları konuştuğum sevgili psikiyatrist arkadaşım “sen farkında olmadan kendi kendine doğal yollardan gurup terapisi yapmışın, buda seni kurtarmış” dedi. Bende bu inançtaydım zaten, buna yürekten inandım. Alevilerin muhabbet ortamından aldığım o gıdaya kim bilir daha neler neler borçluyumdur; şimdi bunları anlatmaya kalksam söz öyle uzar ki işin içinden çıkamayız.
Bu bilgilerden sonra Phantom pain (fantom peyn) olgusu diye anacak olduğum, Alevilerin doğal hayatlarında zaten var olan, belki bunu birazda el yordamıyla buldukları bir yöntemle, başlarından geçen kötü olayları toplu halde anma, onları konuşup onun edebiyatını yapma geleneğini, toplumsal hayatımızın önemli bir değeri olarak düşünür oldum. Üryanlar semahını, mersiyeleri, Kerbela için söylenen deyişleri bu bağlamda yeniden düşünüp kendimce değerlendirdim. Ben artık bunları Alevi toplumunun ruhsal sağlığını koruyan önemli bir etken olarak görüyordum.
Hayatımdaki bu gelişme benim, alevi geleneğinde sürdürülen, beş asır önce asılmış olan Pir Sultan Abdal’a, on üç buçuk asır önce kesilmiş olan Kerbela şehitlerine neden hala yanıp, neden hala ağladıklarını anlamama yol açtı. Artık bir materyalist olarak ta, hem annemgilin bu yaptıklarını anlayabiliyordum, hem de bunları gerekli, yararlı buluyordum. Alevi yaşantısının gelenekselleşmiş hayatı içinde annemgil bunları, farkında bile olmadan geleneklerinin göreneklerinin bir gereği olarak yapıyorlardı, bense kendimce bunların bilimsel bir izahını yaparak onlara bu yaşantılarında destek oluyordum. Sanırım Sedan SavaşındaLouis Bonaparte’nin, Bismarck’a yenilip, Paris’i Almanlara vermesine baş kaldırıp “Paris bizimdir” diye Paris’i ele geçirip, Paris’i 71 gün yöneten işçilerde bu yaptıklarının bilimsel, tarihsel önemini bilmiyorlardı. Marx bunları “Fransa’da İç savaş” kitabında yazmasaydı, belki de bunun bilimsel izahı hiçbir zaman yapılamayacak, tarihsel önemi de hiç anlaşılamayacaktı. Benim inancım odur ki, bizim kuşak, Alevi Dedelerinin öncülüğünde yaşanılan gelenekselleşmiş bu alevi hayatının, böylesi bilimsel bir izahını yapacaklardır. Bu bana, bir dili, geleneksel olarak anasından, babasından, yaşadığı toplumdan öğrenip konuşan biri ile o dili bilimsel olarak kavrayıp, o dili bilimsel olarak diğer dillerle kıyaslayarak anlatma arasındaki fark gibi bir şeydi. Bizler, bize kadar gelmiş olan bu toplumsal yaşamın bilimsel bir tahlilini yapıp, bunu bilimin diliyle cemi cümleye anlatacağız. Bence bizim kuşağın görevlerinden biride bu. Bu çetin yolda daha yapacağımız çok şeyler var. Bunu gayet iyi görüyorum. Öyleyse ne diyelim, “Yol yolcularına yardım eylesin” diyelim. Aşkı muhabbetlerimle. Saygılarımı iletiyorum.
25 Haziran 2011, Adana.

Hiç yorum yok: