30 Eylül 2015 Çarşamba

ŞAH İSMAİL HANGİ MİLLETTEN?


Rıza Aydın
Bugün Nazım Hikmet’in “yinede iyimserlik üstüne” adlı şiirini paylaştım, sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana diyordu.
enter
Şimdi sorarım size, Nazım Hikmet için biri çıkıp Nazım Polonya kökenlidir ama Türkçe şiir yazardı dese yakışık alır mı? Nazımın büyük büyük dedeleri, Polonya’dan göçüp İstanbul’a yerleşmişler, ailesi Osmanlı devletini yöneten aristokrasisi içine girmiş. Ama Nazım kendini bu dilin bir şairi olarak kabul etmiş, bu dilin en güzel şiirlerini yazmış. Bir kişi kendini hangi milletten sayıp, o milletten görüyorsa, ona senin genlerin filan ırktandır gibi sözler söylemek, bana şık görülmüyor. Bence insanın milleti, konuştuğu, benimsediği dile bağlıdır, bunun ötesini tartışmak, kişinin genleri ile vs ilgilenmek bizim işimiz olmamalı.




Şimdi adam televizyona çıkıp, büyük bilgin, büyük âlim edasıyla “Şah İsmail Kürt kökenlidir ama Türkçe şiirler yazıyordu” diyor. Eee canım diyorsa desin, bunun ne önemi var, duy, duymazcılıktan gel de diye bilirsiniz, bu konuda bir iki çift kelam eyle de diye bilirsiniz. Ben bu konuda bir iki çift kelam edeyim istiyorum ama siz okumasanız da olur, önemli bir şey değil. 
Bu konuda iki şey söylemek istiyorum. Birincisi şu: bir tarihi eserde, Şah İsmail’in büyük dedesi Şeyh Safi’den söz edilirken ” Şey Safinin dedesi için “… Kürdi” deniyormuş. Peki, buradan kalkılarak Şeyh Safinin büyük dedesinin Kürt olduğu sonucuna varılabilinir mi? Bence varılamaz. Benim bildim kadarıyla bu söz şöyle anlaşılsa doğru olur. Kürtçenin de içinde bulunduğu, Fars kökenli dil gurupların da “Kürd-i”, “Fars-i”, “Rum-i”, “Botan-i”, “Yesevi” gibi tabirler o kişinin etnik kökenini değil, o kişinin yaşadığı coğrafi bölgeyi anlatır. Yani bu “Adanalı Rıza” demek gibi bir şeydir.
Çok bilinen bir örnek olduğu için söyleyeyim, Mevlana için, “Mevlana Celalettin-i Rum-i” denir. Bu Mevlana (efendi) sıfatıyla anılan Celalettin’in, Rum olduğunu değil, Rum diyarında yaşadığı anlatır. Mesela “Ahmet-i Yesevi” denir, bu da söz konusu olan Ahmet’in, Yesevi soyundan olduğunu değil, Yesi şehrinden olduğunu gösterir. Mesela, çok tanınmış bir Kürt şahsiyet olan Bedirhan Bey için, “Bedirhan-ı Botani” denir. Bu da, Botan bölgesinin Bedirhan beyi demektir bu. Bu örnekler çoğaltılabilinir ama sözü boşuna uzatmanın gereği yok. Ha diyeceksiniz ki, Kürdistan’da yaşayan bu kişi, aynı zamanda da Kürt’te olmuş olamaz mı, buda pek ala mümkün ama bu cümleden doğrudan doğruya bu anlaşılmaz. 
İkinci olarak söylemek istediğim söz de şu: Alevilikte devriye kuramının bir gereği olarak, millet, soy, boy işi hiç önemsenmez. Çünkü bir can, bu dünyaya bir gelişinde farklı bir sıfatla, başka bir gelişinde ise farklı bir sıfatla gelebilir. Şiri, dillere destan olan devriyesinde bakın şöyle diyor:
Şu fenâ mülküne çok geldim gittim.
Yağmur olup yağdım ot olup bittim.
Urum diyârını ben irşâd ettim.
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben.
Gâhi nebi gâhi veli göründüm.
Gâhi uslu gâhi deli göründüm.
Gâhi Ahmet gâhi Alî göründüm.
Kimse bilmez sırrım kallâş idim ben.
Hamdü lillâh şimdi Şîrî dediler.
Geldim gittim zâtım hiç bilmediler.
Kimseler bu remzi fehmetmediler.
Her gelan mâhluka kardaş idim ben.”
Bu anlayışı kısaca şöyle izah edebilirim: Kaygusuz Abdal, Gevher Nâme adlı deyişinde, “Kim bu tenim yoğuken ben canıdim” diyor. Bu can, anasırdan bir libasa bürünüp bu dünyaya geliyor. Alevi, can ile teni bu anlamda birbirinden ayırıyor. Canın içine girdiği ten yaşlanıp, bu canı taşıyamayacak hale gelince, can içine girdiği bu kafesten uçup gidiyor. İşin özü de burada. Bu can ölmediği için, bu dünyadan göçen can, yeni bir tenle bu dünyaya tekrar geliyor; buna devriye kuramı deniyor. Yunus Emre bir değişinde “Can bir ulu kimsedir, beden onun atıdır” diyor. Ne kadar yemek yerse bu bedeni güçlendirir diyor. Peki, öyleyse diyor, canın gıdası (niğmeti) ne gelin bulalım onu diyor. Canın gıdası da evliya ile sohbettir diyor. Alevi ibadetinin özü, işte bu manada, canı beslemek için yapılan muhabbettir. Cem alevi ibadetinde yapılan muhabbetin en yoğun biçimidir. Cem, canın – ruhun gıdalanması için yapılır. Can kendini taşıyan tene de iyi bakmalıdır, çünkü bilmelidir ki bu ten, kıymetli bir mücevher taşıyan kervan misali can denilen, kıymetli bir değer taşımaktadır. Öyleyse can, tenin kıymetini de, can ile tenin farkını da bilmelidir. Ozanlarımız bu anlayışı deyişlerinde, “can kafeste durmaz uçar / dünya bir han konan göçer “ ya da “ölürse tenler ölür / canlar ölesi değil” diye anlatmışlardır. Bu anlayış, Alevilerde devriye kuramına temel olduğu gibi, Alevilerin kadınla erkeğin eşitli görmesine, Alevilerin 72 millete bir gözle bakmalarına yani Alevilerde millet ayrımı yapılmamasına da temel oluşturuyor. Çünkü bir can, bu kevni mekâna bir gelişinde, kadın, başka bir gelişinde erkek, bir gelişinde bir milletin ferdi, başka bir gelişinde başka bir milletin ferdi ya da başka bir mahlûk olarak da gelebiliyor. “Devriye kuramı üzerine muhabbet” adlı yazımda bunları anlatmaya çalışmıştım, anlayana. Bunun için Aleviler millet, milliyet konusunu hiç önemsemezler, onları bu cendereye sokmaya çalışmak beyhudedir.
Söz buraya gelmişken, Alevilerin kendilerini ayrı bir millet olarak görmüş olmasının nedenini de kısaca açıklayabiliriz. 
Osmanlı İmparatorluğunda Millet kavramı, Fransız Devrimiyle dünyaya yayıldığı manada “millet” ya da “milliyetçilik” anlamında kullanılmıyordu. En azında 600 yıl sürdüğü kabul edilen Osmanlı döneminde, dini topluluklara millet deniyordu. Mesela “Millet-i sadıka”, “Milleti hâkime” deniyordu. Milleti sadıka özellikle Ermenileri kapsayan ama Ermeniler dışında kalan Müslüman olmayan halkları da kapsayan bir kavramdı. Bunun karşıtı olan “Millet-i Hâkime” ise, toplumda hâkimiyeti olduğu için devlete hâkim olan bütün Müslüman halkları kapsıyordu; Milleti Hâkime denilen halklar içinde ise, İslam’ın Sünni anlayışına bağlı olan bütün halklar vardı; yani Araplar, Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Sırplar, Farslar kısaca bütün Sünni halklar vardı. O zamanlar Kızılbaş denilen Aleviler, Milleti Hâkime içinde kabul edilmiyorlar, bunun dışında farklı bir millet olarak kabul ediliyorlardı. Aleviler de bu manada kendi kendilerini “Alevi milleti” olarak görüyorlardı. Örneğin Alevi olan Türkmen, kızının Alevi olan her halktan insanla evlenmesine izin veriyordu ama Sünnileşen Türkmen’le evlenmesine razı olmuyordu. Aslında Anadolu’da, Balkanlar da Milleti Hâkime kapsamı içinde olan Sünni inancında olan bütün halklara “Türk ya da Terk” denir; “Etrâk”, “Terk” sözünün çoğuludur. Etrak-i bi idrak, idraksız (anlayışsız cahil) Terkler (Türkler) demektir1
Fransız Devrimiyle beraber ortaya çıkıp dünyaya yayılmaya başlayan Milliyetçilik “cereyanı”, Osmanlı imparatorluğu içindeki halkları da etkilemeye başlar, sırayla Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar, Araplar da milliyetçilik düşüncesi gelişip yaygınlaşır. Osmanlıcılık Politikası bu milletleri, milliyetçilik cereyanından (düşüncesinden) uzak tutup, Osmanlıcılık (Osmanlı milleti) anlayışı içinde birlikte tutmayı hedefliyordu. Yusuf Akçura “Üç Tarzı Siyaset” adlı yazısında, 2. Mahmut döneminde Osmanlıcılık siyasetinin uygulandığını yazarken şöyle der: “Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddi olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu. Bu padişahın: ‘Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim …’ dediği meşhurdur’ diyor. Bu dönemde en çok korkulan şey, Türkmenler arasında bir Türk milliyetçiliğinin çıkıp, bütün Osmanlı imparatorluğunu parçalama tehlikesidir. Çünkü o dönem, Alevi Bektaşi tekkeleri aracılığı ile Türkmenler son derece örgütlüydüler, kervan yolları üzerinde her 36 kilometrede bir, Bektaşi tekkesi bulunuyordu. O dönemde, Yeni Çeri Ordusuna, Balkanlardan Hıristiyan gençler devşirilip getirilemediği için de, Yeni Çeri Ordusundaki askerler, daha çok Türkmen halk tabakaları içinden devşirilmiş insanlardan oluşmaktaydı. İşte bu ortamda, Türkmenler içinde bir Türk milliyetçilik gelişirse, Yeni Çeri ordusu içindeki askerlerde bu akıma kapılır endişesi vardı. İşte bu yüzden, Türkmenler içinde gelişecek bir Türk milliyetçiliğinin önünü kesmek için, öncelikle Yeni Çeri Ordusunun kapatılıp, Türkmenlerin gücü kırılarak, diğer milletlerle eşit hale getirilmesi için Alevi Bektaşi tekkelerinin kapatılması gerekiyordu. Savaş bir politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. İşte Osmanlıcılık politikasının bir gereği olarak, Türk milliyetçiliğinin çıkma ihtimali olan Türkmenlerin gücünün kırılması için, Alevi Bektaşi dergâhlarına, tekkelerine saldırılır, Yeni Çeri Ocağı da kapatılır. Bu dönem de, Alevi, Baktaşi, Kızılbaş katliamı yapılıyor görüntüsü altında, aslında Türkmenler katledilirler. İşte Hamdüllah Çelebinin 1827’de yargılanmasında Türkleri – Türkmenleri o kadar savunmuş olmasının nedeni bu ortamdan dolayıdır. O savunma, bu tarihsel çerçevede düşünülürse her şey yerli yerine oturur. Osmanlı devletinin sözcülerince, “Vaka –i Hayriye”, Alevi önderlerince ise, “Vaka-i Şerriye” diye tanımlanan bu dönem, Osmanlıcılık (Osmanlı milleti yaratma) siyasetinin bir gereği olarak, Türkmenler içinde Türk milliyetçiliğinin gelişmesini önlemek için, Alevi Türkmenlerin gücü kırılsın diye, Alevi Türkmenlerin katledildiği bir dönemdir. Hamdüllah Çelebinin tarihi savunması bu dönemin ruhunu yansıtır, bu dönemin bir ürünü olarak incelenmelidir. 
Bu manada diye biliriz ki, “milliyetçilik hiçbir dönem Alevilere hayrı dokunan bir kavram olmamıştır”.
Sonra Osmanlı İmparatorluğu içinde, Osmanlıcılık politikasının tutmayacağı anlaşılınca, bu defada devletin kontrolünde, bir Türk milliyetçiliği örgütlenmeye başlanır. Bunun için, Avrupa’da 1848 devrimci dalgasının yaşandığı dönemde, Sırbistan da devrim yapmaya kalkışıp, devrimci kalkışmaları başarısızlığa uğrayınca, oradan kaçıp Osmanlı devletine sığınarak, adını değiştirip, Osmanlı ordusunda görevlendirilen bir Sırp’a Türk Milliyetçiliğini öven, Türk milliyetçiliğini anlatan bir kitap yazdırılır; kitap Fransızca olarak yazılır. Bu dönemde bir Türk milliyetçiliğinin oluşması için dünya koşulları da uygundur, çünkü Rusya bütün Orta Asya’yı işgal etmiştir, bunun bir adım sonrası Hindistan’ı işgal etmektir. Rusya’nın Hindistan’ı işgal etme tehlikesi, İngiltere’nin uykularını kaçırmaktadır. Bu yüzden, Rusya’nın Hindistan’ı işgal etmesini engellemek için, Orta Asya da, Rusya’yı meşgul edecek bir Türk milliyetçiliğin çıkarılıp, Rusya’ya sorunlar yaratması gerekiyordu. İşte bu koşullarda, İngilizlerinde teşvikiyle, Osmanlı Devletinin kontrolün de, Rus Düşmanlığını temel alan, bir Türk milliyetçiliği yaratılmaya başlanır; İngiltere adına çalışan Vambery’nin (Arminius Vambery), “Şeyh Raşid” adıyla Anadolu ile bütün Orta Asya’yı gezdiği dönem bu dönemdir, bu dönemden sonra İngiltere’nin yerini Almanya alır, Parvus Efendi İstanbul’a gelir. Yusuf Akçura da, “Yeni Türk Devletinin Öncüleri” adlı kitabında, “Türk milliyetçiliğin” oluştuğu dönemi aynen böyle anlatmaktadır. Buradan varmak istediğim sonuç şudur, bugünkü Türkiye de var olan resmi Türk milliyetçiliği, devletin kontrolünde, devletin gizli teşkilatları ile sıkı fıkı ilişkileri olan, ondan hep yardım gören, devletin kullanmak için yarattığı bir hareket olmuştur, bu hareketin tarihsel misyonu tarihsel kimliği budur. Samimi Türk Milliyetçileri belki birgün, bunları görüp sorgulayacaklardır, benim böyle bir umudum var. Mesela, devlet güdümlü bu milliyetçilik akımı, Kızılbaşları Türk’ten saymaz, Şah İsmail’in önderliğinde kurulan Safevi Türkmen devletini, Türk devleti olarak görmez, Şah İsmail’i, tarihte devlet kurmuş Türk büyükleri arasında saymaz. Hâlbuki gerçekten milli olan bir hareketin din, mezhep, inanç ayrımı yapmadan, o coğrafyadaki bütün milleti birleştirmeye çalışması gerekir. Erinde geçinde, samimi olan Türk milliyetçileri bir gün gelip bütün bunları sorgulayacaklardır. Bizler, bilinçle, inançla bu insanlara yardım etmeliyiz. Eski Egeli bir filozof, herkes bir kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakar hâlbuki başını kaldırıp yukarı baksa kuyunun ağzını görüp bir kuyunun içinde olduklarını anlayacaklardır der. Biz herkesin başını kaldırıp gerçeği görmesini öneriyoruz.
12 Ağustos 2015. Kaymak Köyü.
Rıza Aydın. irizaaydin@hotmail.com

Ek: 1
————————————–
Yazıda andığım, son derece önemli olduğunu düşündüğüm, Yunus Emre’nin deyişini buraya alıyorum.

Can bir ulu kimsedir beden onun atıdır
Her ne lokma yer ise bedenin kuvvetidir
Ne denli yer isen çok ol denli yürürsün tok
Cana hiç assı yok hep sûret maslahatıdır
Bu can ni’meti hani gelin bulalım onu
Asayiş kılan canı evlîyâ sohbetidir
Sohbet canı semirdir hem âşıkın ömrüdür
Hak Çalab’ın emriyle erenin himmetidir
Erenin yüzü sulu himmeti arştan ulu
Kimi görsen bu hulu eren inayetidir
İnâyet onun işi anlamaz değme kişi
Bilgil bu hümâ kuşu âşıklar devletidir
Yunus’un yanar içi kamudan gönlü kiçi
Suya sayılmaz suçu erenin himmetidir.

Kaynak: Abdülbaki Gölpınarlı’nın hazırlayıp İş Bankasınca yayımlanan Yunus Emre kitabı, Sayfa: 208
Sözlük:
Asayış: düzgün düzen
Assı: kar, fayda
Suret: şekil, yüz, güzellik
Maslahat: yerine göre icap eden iş, söz, hareket.
Himmet: Çalışmak, gayret göstermek. Birinin manevi bakımdan iyi bir hale gelmesi için gönül etmek
Hulu:
Kiçi: küçük 
Ek: 2
Şeyh Hamdüllah Efendi’nin Mektubu.
Şeyh Hamdüllah Efendi’nin Şeyhul İslam Muhammed Tahir Efendiye verilmek üzere mahkeme heyetine verdiği mektup.
Çelebi, Kadıya hitaben: Şeyhül İslam Mahmut Tahir Efendi’ye teşekkür etmeyeceğini, onu ağır bir dille hem de hicvettiğini bildirir bir mektubun bir sureti Kadı’lığa vermiş, yerine resmi kanalla gönderilmesini istemişti. Mahkeme erkânı ve Kadısı Şeyhin bu cesur, korkusuz hareketine hayretler içinde bakarak mektubu huzurda okuyup teslim almıştır.
GİDEN MEKTUP ve ŞİİR
Bismillahirrahmanirrahim. (s.28)
Şeyhül İslam Mevlana Muhammed Tahir Efendi Hazretleri Yüksek Katına.
Beni asabilirsiniz, yakında yinede asarsınız. Amma Ehl-i sünnet olsun Türkmenler ile Dergâhımız mensubu Müslümanlardan olsun. Türkmenlere çok acı günlerin kapılarını açıyorsunuz. Bu tarihten sonra din ve imandan bahseden müderrisler çoğalacaktır. Halkın ahalinin korkusundan dolayı yumuşak mizacını gören devlet adamları, dini kafalarına tolga olarak kullanacaktır, kılık kıyafetleri dine sokacaklardır. Sahte şeyhler çoğalacaktır. Alevi, Bektaşi düşmanlığını diline dolayan müderrisler evliya olduğunu ilan eden çoğalacaktır. Devlet erkân-ı maslahat icabı o sahtekârların evliya olduklarını resmen resmiyetle kabul edeceklerdir. Kaldırılan Yeniçeri ağalarının ve emirlerinin (subay) yerine sahte evliyayız diyenler, o yeri dolduracaklardır.
Akıl ve akıllılık kaldırılacaktır. Yerine iman ehliyim diyen tarikat sultanları dolduracaktır. Amma sonunda Devlet-i İslam’ın Halifesi Müslüman olan imparatorluğun hem başına belâ olacaklar, hem de zayıflatacaklardır. Şehirlerimizi düşman küffarlar kolay alacaklardır. Durup dururken Alevi Bektaşileri katletmesine fetvalar söyleyen kutbul aktaplar türemiştir bile.
Şeyhul İslam Efendim Hazretleri, bilesiniz ki, böyle Allah namına, Peygamber namına, cinayet işlenmez, kan dökülmez. Kıtellik yapılmaz. Alevi Bektaşi Dergâhları Allah namı hesabına, Peygamber adına kapatılamaz.
Dergâhlarda akıtılan Alevi Bektaşi kanları ile İstinye, Belgırad Ormanlarında diri diri yakılan on binlerce Alevi Bektaşi kanını Allah yerde koymaz. Ben din adamıyım, ecdadım Hz. Peygamberin Allahtan getirdiği, İslam dinini ve Kur’an-ı Kerim’de bilgim ve tecrübem var. Belki benim ölümümden evvel alır, belki biraz sonra alır. Devlette zavalını bulur.
(H. 5 Ramazan Şerif. 1243.)
Hacı Bektaş soyu sulbünden Şeyh Hamdüllah Çelebi. 
(Bu belge-mektup, o dönemde Kırşehir Askerlik şubesi Reisi olan Miralay Hilmi bin Ahmet Edip Efendi tarafından her 60 senede bir mahkeme mahzenindeki adli evrakların imhası sırasında yok edilecek evraklar arasında görülmekte; talebi üzerine dosya adı geçen Askerlik Şubesi Reis’ine verilmiş, ondanda akrabası başgedikli Hasan Özdemir’e intikal etmiştir.)
Şeyh Hamdüllah Çelebi, Şeyhul İslam Mevlana Muhammed Tahir Efendi’ye aşağıdaki şiiri de yazarak mektupla birlikte göndermiştir. Nefes şudur:
Delalette Şeyhülislam çok bağnaz insansınız
Gece gündüz ezberiniz küfriyle lisanınız
Bir kıtelliğe düştünüz hiç bilmezsiniz haliniz
İslam’a nifak sokup arayı açansınız.
Bektaşi kanın içtiniz iman etmediniz âyete
Vardınız tabi oldunuz katil Yezid lânete
Neden taraf olmadınız Hüseyin gibi bir zât’a
Kerbelâ da aç susuz başını biçensiniz.
Şekil ve alışkanlıktır sizin dininiz imanınız
Türkmenlerime kast etmektir ahdınız peymanınız
Ehli Beyt’e düşmandır zaten o vaiz imanınız
Fetvalarla din kardeşinin kanını içensiniz.
Kan dökmeye iftihar için ne sözler uydurdunuz
Lahmike lahmi” hadisini hepinizde gördünüz
Ayetteki sevgimizi gizlice okudunuz
Gerçeği konuşunca çevirip kaçansınız.
Vaka-yi Hayriye diye kandıramazsınız Hakkı
Men aref sırrın fark eyle ilahi hakıykat oku
Ta ezelden evrakınız ayırt oldu ey fakıy’h
Mescitde fetvalar verip zehiri saçansınız.
Tarihte Türkmenleri devamlı katlettiniz
Zaviyesini kapatıp Oğuzları sürgün ettiniz
İkinci Mahmut yanına kalmaz ahreti unuttunuz
Orduya ihânet edip top’la ateş açansınız
Allah daima kan döken zalime lânet etmiştir
Bu olay masumların kanlarını dökmüştür
Siz Ehli Sünnetiz diyenler din imandan çıkmıştır,
Biz meşayihleri sürgün edip canını satansınız
Bu Hamdüllah bilirim Ulu Allah dostunu
Bilmediniz kadrimi çiğnediniz üstümü
Şat ve şaduman oldunuz evliyanın yaz günü
Kaza ve kader diyerek kapatıp geçensiniz.
Not: Bu tarihi belge, Yunus Koçak ile İsmail Özmeni’in hazırlayıp yayımladığı “Hamdüllah Çelebinin Savunması” adlı kitabın birinci baskısından alınmış, ikinci baskı ile karşılaştırılmıştır. Birinci baskı Sayfa 139- 140-141-142. İkinci baskı 127-128-129
1Osmanlı’da münevver denilen “aydınlar”, “”Mevzû-i ilim-i edeb, kelâm-ı Arb’tir” deyip öyle düşünüyorlardı, yani geçerli olan dil Arap dilidir, dil bilgisi denince de Arapçanın dil kurallarını anlaşılmalıdır deyip, Türkçeyi de o aksana göre konuştukları için, “Türk” sözünü Terk diye telaffuz edip öyle yazıyorlardı.

Hiç yorum yok: