28 Eylül 2015 Pazartesi

HANGİ DEMOKRASİ?



    Ahmet Doğançayır                     
Seçim dönemlerinde, iyice yoğunlaşır demokrasi tartışmaları. İnsan hakları, seçim sistemi, özgürlükler gibi demokrasi adına ilkesel ve kurumsal gelişme ve güvence isteyenler, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz edenler haklılar da, hiç değinmedikleri konular da var. Örneğin, “biçimsel demokrasi” meselesi ile kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki hiç gündeme gelmiyor. Oysa isyan edenlerin çoğunun bu ikisinden de dertli oldukları apaçık ortada. Ezilen sınıflar, gençler, göçmenler, farklılıkları dışlayıcı ve uluslararası kapitalizmin koyduğu sınırlar içinde oynanan bir oyuna dönüşen ‘’demokrasiden’’ dertliler.


Bu nedenle, insan hakları, farklılıklara saygı, seçim barajlarının indirilmesi, , yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi, katılımcı demokrasi uygulamaları gibi ilke ve kurumlar önemli olsa da, ‘’eşitlik fikrine dayalı demokrasinin’’, “eşitlik üretememesi” gibi bir eksikliğini de hesaba katmak gerekiyor. Ya da eşitlik dendiğinde inanç, ırk, kimlik gibi kültürel ögelere yer verilirken, Sosyoekonomik eşitsizlikler gündem dışı kalmakta. Hatta uluslararası kuruluşların, finansal piyasaların kamusal alanı sınırladığından söz edilirken bile, sanki Neo-liberal politikalar küresel kapitalizmin politikası değilmiş gibi, sorun kapitalist sisteme değil, uygulanan Neo-liberal politikalara bağlanmakta.
Diğer yandan parlamenter demokratik rejimlerin,  kapitalist dünya sistemi çerçevesinde yer alan gelişmiş sanayileşmiş kapitalist toplumların değişmez hatta tamamlayıcı bir özelliği olarak görülmesi birçok düşüncenin ortak yaklaşımı olarak sunuluyor. Buna bağlı olarak demokratik devlet biçimi veya rejiminin kapitalist devletin geçerli niteliği olduğu demokratik olmayan devlet biçimlerinin ise istisna olduğu belirtiliyor. Aslında bütün bu yaklaşımların ortak noktası devletin ve biçimlerinin sınıfsal içeriğini gizlemesidir.
Toplumdaki bütün çelişkilerin doğrudan etkisinden soyutlandığı ölçüde devlet tüm toplumu ve hatta tek, tek her bireyi temsil ediyor görünür. Devletin toplumdan tümüyle ayrılması gerçekte eşit olmayan sömüren ve sömürülen insanları siyasal yaşamda eşitmiş gibi gösterir. Kapitalist sömürünün sürmesinde kullanılan eşitlik ve özgürlük denen burjuva demokrasisinin temel kavramları içinde çelişkiler barındıran toplumla devlet arasındaki ilişkiyi sağlar. Bütün yetişkinlerin seçme hakkına sahip olması genellikle demokrasinin gelişi olarak görülerek övülür. Oysa seçme hakkının genişlemesi tarihine bakarsak her zaman siyasi bir mücadelenin sonucu, çoğunlukla seçme hakkından yoksun bırakılmış kişilerin yürüttüğü hareketlere iktidarların vermek zorunda kaldıkları bir ödün olduğunu görürüz.
 Seçim süreçlerinde pratikte seçim politikasıyla ilgili olan herkes belli bir ölçüde aktif ya da pasif olarak sürece katılır. Yarışmanın dayattığı kızıştırma süreci çok kimseyi bulunduğu noktanın ötesine zorlar. Bir çeşit siyaset tüketicisi olmak bir üslup haline gelir. Bunun ekonomide ki malların tüketilmesiyle çakışan yanları vardır. Çünkü her ikisi de pompalanmış kredilere dayanır, onunla finanse edilir. Politikayı parti liderlerinin yarışması olarak tanımlayan insanlar politik liderleri sürekli suçlar ve rahatlamak içinde onlarla ilgili şakalar yaparlar. Ancak sürecin bütününe baktığımızda politikanın bu duruma gelmesine izin verdiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekir. Bir yandan yuları kaptırmışız, bir yandan da ‘’seçmen ‘’olarak ucuz bir şekilde pohpohlanmaktayız. Çok değerli oyumuz için birilerinin gelip bize ‘’kur yapmasını’’ bekleriz.
Bu kabul edilemez bir durumdur. Çünkü gelecek hakkındaki tek olumlu yaygın düşünme biçimini itibarsız bir oyuna indirgeyen bu üslup modern satıcılığın tekniklerine ve ilişkilerine göre belirlenmiş bütün bir kültürün üslubudur. Bu genel üslupta politik liderlerin insanların tahmin yöntemlerini çıkmaza soktukları da bir gerçektir. Seçilecek olan program ve zamanlama gibi teorik sorunlar bir kenara itilir ve parti eğilimi ile ilgili bağdaştırılabilir tahminler arasında ayıklama yapılır. Başarısızlıklar partilere yüklense bile gerçek başarısızlık hâlâ sorumsuzluğun bizde olduğu karar süreçlerindedir.
Hangi Demokrasi?
Parlamenter demokrasiyi bürokratik ve otoriter çözümlere yönelişe karşı çıkarmak, istenen ve anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak Parlamenter demokrasiyi otoriter biçimlerin karşıtı olarak soyutlamak doğru olmakla birlikte buradan yola çıkarak bu terimi başka demokratik eğilimlere karşıt anlamda kullanmak doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü yeni demokratik önerilere yol açan şey’’ parlamenter demokrasinin’’ kurumlarının içinde ve bu kurumların yanı sıra var olan bürokratik ve otoriter pratiklerdir.
Yaşanmakta olan genel krizin ölçeği şu değişimi kaçınılmaz kılıyor ya daha demokratik ya da daha otoriter yönde.Bugün kendini gösterdiği ve yeniden ürediği biçimiyle kapitalist sistemde belli bir siyasi ve temsile dayalı demokrasi formunun esasen ortadan kaldırılmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Egemen Neo liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor.Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan Neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.
 ‘’Demokrasilerde’’, toplumda bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır. Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıflar bu egemenliklerinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslararası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslararası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.
Radikal demokrasi mi? İşçi demokrasisi mi?
Devrimci sosyalistlerin tehlikeli ütopyacılar olarak tanımlanması saf parlamenter anlamda anlaşılan siyasi demokrasinin zorunlu bir önlemi olarak ‘’karşılıklı bir hoşgörü’’ ile birlikte uzlaşmacı politikanın bir savunmasına dayanır. Temel adaletsizliği kabul eden bir mutabakatın ‘’demokratik kurumların istikrarı’’ için kaçınılmaz olduğu varsayan uzlaşmacı politikaya göre her kes burjuva parlamento-seçim oyununun kurallarını kabul ederse toplumsal nitelikli kanunlar sonunda kapitalizmin temel kötülüklerini ve bürokratik devleti azar, azar yontacaktır. ‘Radikal ve çoğul demokrasi’ perspektifine göre liberal demokrasi reddedilmemeli, taşıdığı kısıtlılıklar içerden bir eleştiriyle radikalleştirilmelidir. Radikal demokrasi söylemi artık evrenselin söylemi değildir. ‘’Evrensel sınıf ve öznelerin içinde konuştukları epistemolojik yuva ortadan kalkmıştır, onun yerini her biri indirgenemez söylem düzeyinde kimliğini kuran seslerin polifonisi almıştır.’’ Radikal demokrasi tezine göre ‘’Toplumun radikal demokratikleşmesi devlet organlarını doğrudan hedef alan bir saldırıya geçmeyip, liberal devletin pekiştirilmesini ve demokratik reformu gerektirmektedir.’’ Siyaseti maddi koşullardan ve sınıflardan bütünüyle bağımsız bir alan olarak düşünen, sınıf siyasetine yer bırakmayan, sınıf mücadelesinin modası geçmiş rafa kaldırılması gereken nostaljik bir düşünce olduğunu belirten radikal demokrasi projesi devlete dair bir analiz önermez. Bu görüşün gözden kaçırdığı şey, artan ölçüde bağımsız ve denetlenmez bir yürütme gücü tarafından desteklenen temel üretim ilişkileri ve siyasi ve toplumsal sınıf iktidarının yapısal karakteridir. İşte bu yüzden yönetici sınıflar ve devlet yöneltilen sistematik suçlamalara ve hemen ulaşılabilir sanılan reformlara direnç gösterip şiddetli misillemelere girişiyor.
Günümüz dünyasında burjuva demokrasisinin verip verebileceği, her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir demokrasi müsveddesinden başka bir şey değil. Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsedilen mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır.  Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir.
Ne yapılmalı?
Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuş, taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte giden demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyor.
Ancak diğer taraftan böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini mevcut seçim sisteminden korumak ve bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapıyor. Eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle. Bugün Kürt sorunu odaklı olarak yeniden yükseltilmeye çalışılan güvenlik söylemi bizi devlete ve onu destekleyen kurumsal şiddete sorgusuz sualsiz teslim olmaya davet ediyor. Bu tür bir güvenlik vizyonunun temelinde olağanüstü hali genelleştirerek şiddet sarmalını her alanda yeniden tetikleme ihtimali var.
Bunun için sadece mevcut siyasi aktörleri sayıp toplayan aritmetik aklın işleyişine bir son verilmelidir. Yaratıcı tahayyüller ve özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni siyasal özneleşme süreçlerini harekete geçiren hareketlere daha çok ihtiyacımız var. Bu tür eylemler belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmamış olsa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan yanıtları bu kitleselleşen hareketlerde bulacağız.
Kuşkusuz demokratik haklar için mücadele edilmeli, ediliyor da. AKP’nin tek başına iktidar olamaması ve Erdoğan’ın elinin altında kukla hükümetle başkanlık hayallerini gerçekleştirme imkânından şimdilik yoksun kalması halklar ve ezilen sınıflar üzerinde ki yoğun baskının hafiflemesine yol açacaktır. HDP’nin seçim başarısı ile atılan adım Kürt halkına olduğu kadar ülkenin batısında ki ilerici, devrimci güçlere de soluk almanın ve yeni bir mücadele dinamiğinin yollarını açabilir.
Ancak HDP, diğer partiler gibi kendisini bir iktidar alternatifi gibi sunmak yerine, bir düzen alternatifi ihtiyacını temsil ve iddiayla siyaset alanına çıkıyor ise, iddiasını yeni dille kanıtlamak zorundadır. Bunu CHP ve MHP’nin AKP’nin otoriterliğine karşı yapacağı yolsuzluk, keyfilik eleştirileriyle sınırlı olarak yapması yeterli olmayacaktır. Çünkü bu eleştiri perspektifi insanlara kendilerini saran, çevreleyen koşulların; devlet iktidarının şu veya bu biçimde el değiştirmesiyle kendi durumlarının da iyiye doğru değişeceği şeklinde devamlı tekrarlanan mesajı verecektir. Ayrıca alternatif olarak ortaya konan toplum tasarımlarında mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesine dair bir öngörü yoksa önerilen proje temelde mevcut liberal demokrasilerin içinde kalarak bu demokrasileri radikalleştirmek ve derinleştirmek olarak kalırsa bu derinleşme ve radikalleştirme alternatifi kapitalizmin aşılamaz olduğunun kabulüne dayanır. Amacı iktidar ilişkilerini ortadan kaldırmak olmayan ‘radikal demokrasi projesi’ de açıkça kapitalist sisteme bir alternatif olma fikrinden vazgeçmek anlamını taşıyacaktır. Oysa bugün verilecek mesajın en önemli özelliği, sözünü ettiğimiz mevcut bilginin tam tersinin yapılmasının mümkün olduğunu ve olması gerektiğini anlatabilme ve ikna edebilme gücüdür. Bu, bunu yapmayı toplumsal bir harekete taşıyarak genişletecek ve bu genişlemeye zemin olacak alanlar açacak bir süreç öngörmek demektir.
Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Trajik sonuçlar ortadayken ve ortadan kaldırılması gereken sorunlar daha da ağırlaşmış olarak hayatımızı kuşatıyorken ya ‘’kökten kurtuluşun’’ mümkün olmadığı gerçeğine boyun eğerek yaşayacağız ya da artık mümkün olmanın eşiğinde duran kendini dönüştürmeyi, devrimi bir toplumsal hareket haline getiren yollarına odaklanacağız.
Günümüzde üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz.
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur.
Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmesi gereken mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir.
Eğer mevcut dar siyasal alanı genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin olası sınırlılıklarını görmek zorundayız. Bugün Kürtlerin ve Arap halklarının ve işçilerinin sokak eylemleri solun bir zamanlar sahip olduğu lakin unutmasına ramak kaldığı toplumsal muhalefet reflekslerini hatırlatmasıyla da ayrıca bir önem teşkil etmektedir. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildiklerini, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldiklerini, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığını gördük.
Bir kez sorunu kâr güdüsünün doğasından, sermayenin kendisinden kaynaklandığını kavrayabilirsek mevcut politika reçetelerinin, bizi bir şekilde koruyacak bunalımdan koruyacak olan her şeye kadir devlet efsanesine yaslanmanın, bireysel ve yerel olarak verilecek savunmaya yönelik mücadelelerin ötesine geçebiliriz. Bu her şeyin ötesinde kârın gereklerine göre değil, insanların gereklerine göre düzenlenmiş bir toplumsal sistemi olanaklı kılmak için çaba göstermek demektir. Yaşadığımız onların bunalımıdır. Ama çözüm bizim çözümümüz olmalıdır.

Hiç yorum yok: