28 Eylül 2015 Pazartesi

Çözüm mü? Çözülme mi?



Ahmet Doğançayır
 Her ne kadar ortada bir çözüm lafı dolaşıyor ise ve Türkiye ile sınırlı olarak sunulsa bile dini, mezhebi, etnik sorunlara dair belirli bir yaklaşımı yansıtacak olması nedeniyle tüm Orta Doğu devlet ve toplumlarını kaçınılmaz olarak etkileyecektir.
dünya
Tümü de bu sorunlara gebe olarak teşekkül ettirilmiş Türkiye’ye komşu Ortadoğu ulus devletleri en büyük ve en donanımlı Kürt nüfusa sahip bu ülkedeki sürecin er geç kendilerini de etkileyeceğinin farkındadırlar. Suriye (dolayısıyla Lübnan) Irak ve her iki ülkedeki durumla doğrudan ilintili İran Türkiye’nin devlet ve toplum olarak Kürt sorununa karşı tutumunun tüm bölgenin geleceğini belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacağını şüphesiz dikkate alacaklardır. Ortadoğu’nun dört büyük ulus devletinin ‘’sorunu’’ olan Kürtler herhalde tarihlerinde ilk kez bu denli birlikte hareket etme ve Ortadoğu satrancının dengelerini değiştirebilecek, oyunun tarzını belirleyebilecek pozisyondadırlar.


Ortadoğu’nun I. Dünya savaşı ertesinde Emperyalist devletlerce çizilen ve II. Dünya savaşı sonrası resmileştirilen statükosu ve bu çerçeve dâhilinde oluşturulan ulus devletlere dayalı düzen fiili olarak sona ermiştir. Yeni düzen ve statükonun nasıl bir şey olacağı, ne kadar bir süre sonra oturmuş sayılabileceği tamamen belirsizdir. Birbirleriyle rekabet içinde olan emperyalist güç ve blokların mutlaka duruma ‘’müdahil’’ olacakları bu ‘’yeniden düzenlenme’’ sürecinde Türkiye gidişatı belirleyecek önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Mevcut durum ‘’bekleyelim görelim’’ tavrıyla geçiştirilebilecek, zamana bırakılacak, diğer aktörlerin tutum ve davranışlarına göre yapılacak ayarlamalar sonucu cevabı bulunacak bir durum değildir, olmamalıdır. AKP’nin bu son derece hayati konu karşısında nasıl bir tutum alacağı belirleyici olacaktır. AKP son yıllarda her konuda yaptığı gibi süreci Erdoğan’ın direktifleriyle yönetmeyi yeğlerse, konuyu/sorunu neredeyse kaçınılmaz olarak milliyetçiliğin dar, sığ mantığına küçük politik çıkar hesaplarına tabi bir mecraya sürüklemiş olur.
Gidişat bu yönde olduğunda bölge çapında ‘’Kürt politikasının’’ tüm Kürt nüfus yoğun yörelerini de kapsamaya çalışacak bir Kürt ulusal devleti kurmaya yöneleceğini tahmin etmek zor değildir. Her ne kadar bölgede halen mevcut ulus devletlerin bu yönelime karşı birlikte hareket etme ihtimalinin mevcut durumda bile kuvvetli oluşu, Kürt topluluklarının aralarındaki çatışma, sürtüşme faktörlerinin asgariye indiği birleşik bir hareketi mümkün kılacak kanal ve kurumların giderek güçlendiği olgusu karşısında pekâlâ göze alınabilir bir risk olarak görülebilir. Kaldı ki bu durumda bile onları destekleyecek uluslararası ve bölgesel güçlerde olacaktır.
 AKP‘nin ‘’ açılımı’’ Nereye?
Türk milliyetçiliğinin bütün bildik çeşitleri uzunca bir süre Kürtleri ‘’aslen Türk’türler’’ diyerek inkâr ederken, zımnen onları ‘’Türkleştirilebilir’ ’sayıyordu. Bir kaynaşma mümkün ve istenebilir görünüyordu. Ama bu eşitleyici gibi algılanabilecek yaklaşım Kürtlerin alt etnik köken olduğunu varsayan, kökenin unutturulması, reddi veya en azından gizlenmesi kaydıyla geçerlidir. Bu anlayış Kürt’ün Kürtlüğünü açıklaması ve hele bir de sahiplenmesiyle derhal ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya hazır bir tutum üzerinde kuruludur.
AKP de kurucu kadro ve omurgasının dini-muhafazakâr içeriği nedeniyle Türk milliyetçiliğini bu süzgeçten geçirerek içselleştirdiği için buna karşı çıkamaz. İşte bu nedenle AKP’nin ‘’Kürt sorununa ‘’ yaklaşımı arada farklı tonlarda konuşma denemeleri olsa da esas itibariyle yerleşik devletçi çerçevenin içinde kaldı. Bunun en basit kanıtı Erdoğan’ın meseleyi geri kalmışlık ve bölgesel eşitsizlik noktasına indirgemesi, çözümü de ekonomik tedbirlerde gören beyanlarıdır. AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımının bir diğer ayağını Kürt siyasal hareketini etkisizleştirme ondan sonra da istediği şekilde ‘’kontrollü açılım’’ yapma politikası oluşturuyordu. Ancak Kürt hareketinin sergilediği dinamizm ve elde ettiği destek bu ‘’açılımı’’ hazırlayan/zorlayan en önemli faktörlerden biriydi.
Bu durum Kürt sorununun devlet katında sadece önceden belirlenmiş kelimelerle ve sınırları çizilmiş bir çerçevede konuşulmasına izin veren resmi-gayri resmi politika duvarının çökmesi anlamına geliyordu. Duvarın yıkılması ile Kürt sorunuyla ilgili söz söylemek birilerinin alanı olmaktan çıkmaya başladı. O güne kadar böyle bir alanın varlığı Kürt sorununun ‘’devlet sorunu’’ olmasının bir yansımasıydı. Bu sistemin siyasal aktörlerine Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarını resmi alanın hassasiyetlerine uygun bir şekilde ve bu alanın sınırları içinde kalarak yapmalarını dayatıyordu. Önemli bir hassasiyet de toplumun bu sorunla ilgili tartışma ve çözüm arama süreçlerine hiçbir şekilde katılmamasıydı. Sistemin büyük siyasi tarafları çalışmalarını mevcut hassasiyetlere uygun davranarak yürüttüler. Arada bir rapor hazırladılar. Ama sistemin hassasiyetleri gündeme geldiğinde bu raporları unutturma, hasıraltı etme görevini büyük bir hevesle yerine getirdiler.
 Artık şimdi durum farklıdır. Kürt sorunu gerçek anlamda siyasallaşma yoluna girmiştir. Öyle ki artık siyasi aktörler bu konudaki görüşlerini sunmak zorunda kalıyorlar. Çünkü aksi durum siyaset dışı bir konuma savrulmak anlamına gelecektir. Kürt açılımının bir devlet projesi olduğu ama ortada detaylı, uzun vadeli alternatifli bir yol haritası bulunmadığı artık biliniyor. Böyle bir süreç stratejik hedefler yerine gelişmelere bağlı taktik adımlarla ilerleyeceğe benziyor. Kürt açılımı bir fikir olmanın ötesine geçmiş olmasına rağmen bu süreçte devlet, devlet bürokrasisi, AKP hükümeti, Abdullah Öcalan, PKK, HDP farklı yaklaşımlarla karşısındakinin atacağı adımlara göre refleks geliştirmek istediği de netleşmiş durumda.
Sonuç olarak başlangıçtan itibaren “AKP’nin Kürt açılımı” olarak hayli şatafatlı bir biçimde siyaset alanını dolduran başlığın, diyalog ve şiddet yöntemlerini birlikte kapsadığından söz etmek mümkündür. Diğer bir deyişle, AKP’nin bir yandan masada kalarak bir yandan da Kürt hareketine karşı saldırganlık göstermesi, bir çelişkiyi değil, AKP çözümünün ne olduğunu gösteriyor. Çünkü diyalog sözlerinin ve çabalarının en fazla olduğu dönemlerde bile, Kürt hareketine baskı ve sertlik yanlısı sözlerle saldırmak, esasında AKP’nin Kürt açılımının gerçek hedeflerini de işaret ediyor.
AKP, Kürt hareketini masada tutmak ve diyalogu sürdürmek istese de, bununla beraber muhatabını masaya olabildiğince güçsüz bir halde oturmaya zorluyor. Yani çatışmalar, diyalogun sona erdiğini göstermiyor, aksine diyalogun sürdürüleceği koşulları oluşturmayı hedefliyor. AKP yönetimi, bu şekilde çok kısa bir süre içinde ülke içi çatışmalı yılların zeminine rahatlıkla dönebileceğini, iç savaş dinamiklerini harekete geçirebileceğini göstermiş oluyor. Bu açından, AKP’nin masadaki muhatabını zayıflatmaya çalışması kadar, ele geçirdiği devlet aygıtını baskıcı ve yasakçı uygulamaları için kullandığı da ortaya çıkıyor.
‘’Tımarhaneden’’ Çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’, ’’demokrasi’’ hangi emperyalist gücün hegemonyası altında olursa, olsun bir’ ’dünya düzeni’ ’değildir.
Bugün Ortadoğu halkları ve emekçileri için tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’, ’’demokrasi’’ hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’ ‘dünya düzeni’ ‘değildir.  Demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvazilere karşı, bir mücadeleden yana olmalıdır. Var olanları korumanın ve yeni mevziler kazanmanın tek yolu budur. Bu aynı zamanda  mücadeleye sunulacak en geçerli ve gerekli destek olacaktır. O nedenle demokratik haklar için birleşik ve kitlesel bir seferberliğin aynı zamanda Kürt halkının barış ve özgürlük talepleriyle dayanışma tutumuyla örülmesi şarttır.
Emekçiler, ezilenler bugünün şartlarında AKP’nin silahlı silahsız saldırıları ve tehditlerinin son bulması hedefini öne çıkarmalıdır. Savaş hazırlıklarını ve silahlı tehdit ve saldırıları durdurması gerekenlerin silah tekelini elinde tutan sömürücü sınıflar olduğunu öne çıkararak, emekçilerin ve ezilenlerin ancak kendi mücadeleleriyle, kendi güç birliği ve eylemlilikleriyle kazanıp koruyacakları mevzilerin kalıcı olabileceğini göstererek hareket etmek gerekir. Bu şartlarda proleterler ve ezilenlerin bir savunma çizgisine çekilmeleri en büyük hata olacaktır. Mevcut durumu istismar ederek mevzileri korumak ve yeni mevziler kazanmak üzere mücadele ederek AKP hükümetini geriletmek için, Kürt halkıyla dayanışma ve eylem birliği içinde olarak seferber olmak gerekir.
Kürt halkı bugün hayatta kalmak için başlarına yıkılan eski yaşamlarının üzerine yepyeni bir yaşam kuruyor. Bu yeni yaşam yepyeni ilişkiler ağı, bir kültürde doğuruyor. Bu kültür zaten politik olan hayatlarında kimi politik şekillenmeler ile birleşince ortaya alternatif bir yaşam tarzı çıkıyor ve bu süreç bir zorunluluk sonucu gelişiyor. Bir yoksunluk yaşandığında ve devlet kendi kurumlarıyla bu yoksullaştırdığı insanları bir de onursuz hale getirmeye çalışınca bir şey yapma fikrinin oluşması ve korku duvarının aşılması çok da şaşılacak bir şey değil. Aynı şeyleri yaşamamak için yepyeni model kuruyor Kürtler. Kendi yöntemlerini, kendi mekanizmalarını kadın ve çocukları için kuruyorlar. Eksikliği yok mu bunların var hem de çok fazla. Ancak atılan adımlar yaşadığı sorunlara kendi başına çözüm üretmeye çalışan bir halk için, otuz yıllık bir savaşın sonuçlarını yaşayan bir halk için gayet anlaşılır bir şeydir.
Sınıfsal güçlerin şu an içinde bulunduğumuz dönemde oluşturduğu güçler dengesine bakacak olursak Türk milliyetçiliğinin gerici ve emperyalist bir faktör, Kürt milliyetçiliğinin ise devrimci ve ilerici bir faktör olduğunu görürüz. Bu olgunun önemini anlamayan, onu hiçe sayan, sahiplenmeyen tam tersine ifade edilen taleplerin taşıdığı önemi hasıraltı edenler egemen Türk burjuvazisinin bilinçsiz payandası olma ve devrimin kaybedilmesinin aracı olacaklardır.  Peki, küçük burjuva ulusal heyecanlar Türk proletaryasını ulusal sorunlar konusunda bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır mı? Evet, böyle bir tehlike vardır. Ancak bu tehlikeye karşı izlenecek yol ezen ulus burjuvazisinin yaptıklarını bıkıp usanmadan teşhir ederek, ezilen ulusun proletaryasının güvenini kazanmak olmalıdır. İzlenecek başka herhangi bir politika ezilen ulus devrimci demokrat milliyetçiliğinin karşısına çıkarılan gerici milliyetçiliğin desteklenmesi anlamına gelecektir.
Kürt ulusal hareketi içinde ki burjuva eğilimler TC hükümetlerinin Kürt ve Türk halklarına karşı oynanan oyunlarda kullanılan kukla görünümünde iken, işçi ve köylüler arasındaki eğilimler sosyal isyanın bir belirtisidir.  Bu iki eğilim arasındaki fark net bir şekilde ortaya konmalıdır. Bu iki çizginin belirlenmesi sürecinde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ayrılma hakkı da dâhil  olarak algılanır.  Tabii ki bu Kürt halkının tercihlerini ayrılmadan, ayrı devlet kurmadan yana kullanmaları yönünde zorlanmaları anlamına gelmez. Tam tersine  bölgelerin geniş bir özerkliğiyle bulunulan coğrafyanın ekonomik birliği, ekonomik ve kültürel açıdan işçiler ve köylülere büyük avantajlar sağlar.
Demokratik barış isteyen herkes, Emperyalist politikalara, hükümetlere ve burjuvazilere karşı, bir mücadeleden yana olmalıdır.
AKP’nin operasyonlara yatmasının en önemli nedeni Türkiye de hegemonik parti haline gelmesi önünde en ciddi engel olarak HDP ve PKK’yi görmesidir. Eğer HDP yi muhatap, PKK yı dikkate alarak Kürt sorununda bir çözüme giderse önümüzdeki seçimlerde istediği oyu alamayacağına ilişkin kaygısı var. Kürt sorununda şiddeti ortadan kaldırmanın en önemli nokta olduğunun farkında. Fakat bunu ortadan kaldırmak için diyalog değil askerin gücüne dayanma yolunu tutuyor.
AKP den söz ederken onun Neo-liberal tarafından bahsediyoruz. Bu Kerkük ve petrol rezervlerinin düşünülmesi demektir. AKP nin belirli güçlere dayanarak yol alması demektir. Bunlar Kürt ağaları ve Kürt sermayedarlarıdır. Bunun en önemli kaynağı Kuzey Irak’ın kendisidir. Eğer burayla iktisadi bağlar kurarsanız bu bağlantılar üzerinden nemalanacak kesimlerle de ittifaklar kurabilirsiniz. Şimdi AKP nin oynadığı oyun bu. Kürt burjuvazisi belirli dönemde Kürdistan sosyolojisi üzerinde otorite sahibi değildi. AKP nin yapmak istediği Kürt burjuvazisini şehir hayatına egemen kılmak PKK yı da bir zabıta meselesine indirgemektir.
Bugün halen ulus-devlet ‘in inşa sürecinde oluşmuş sorunları tartışıyoruz. Kürt sorunu da bunlardan biridir. Kürt sorunu da böyle bir devlet kuruluşu içinde oluşmuş bir sorundur. Taraflar, hareketler ve öneriler bu çerçevede ortaya çıktı. Bunların getirdiği bir miras var. Fakat son 10-15 yıl içinde çok ciddi değişimler oldu. Bu değişimler gerek sorunun tanımını, gerek sorunun konduğu çerçeveyi, gerekse düşünebileceğimiz çözümlerin niteliğini değiştirdi. Kürt sorunu bölge devletlerinin kendilerini koruyup bunun içinde çözüm arayabilecekleri bir sorun olmaktan çıktı.
Ancak eğer siyaseti ulus devletler döneminde oluşmuş ve kaçınılmaz olarak milliyetçiliği içselleştirmiş dil ve mantığın içinden yapacak isek yukarıda sergilediğimiz başlangıç durumu manzarası içinden galip ve mağlup çıkacak her kesimin mutlaka ağır bir kan ve yıkım bedeli ödeyeceği bir ‘’Çözüm’’ den başka bir şey çıkmayacağını şimdiden görebiliriz. Süreç sözünü ettiğimiz aktörlere, onların dil mantık ve araçlarına teslim edildiğinde bölge halklarının makûs kaderi değişmeyecek, yeni yaralarla kin, nefret ve alçalmanın yeni varyasyonlarıyla takviye edilmiş olacak sadece.
Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. O nedenle yepyeni bir dile, Ortadoğu halklarını ulus devletlerin cenderesinden onun ek bir güç sağladığı milliyetçiliklerin, birbirini düşmanlaştırmaktan beslenen dini-mezhebi duyarlılıklardan sıyrılma umudunu verecek milletler, dinler ve mezhepler üstü herkesi bu açıdan eşitleyecek bir büyük siyasal birliktelik tasarımına, bunun çağrısına mutlaka ihtiyaç var. Şu anda Ortadoğu’nun içinde ama onun giderek daha da kanlı hale gelen enkaz yüklü dalgaları, kıyılarını dövmeye başlayan bu ülkede ‘’Çözüm’’ sözünü gereğince ciddiye almak isteyen herkesin yapacağı ilk tercih bu noktada olmalıdır.
Bugüne kadar sorular ve yanıtlar ulus-devlet modeli içinde bunun olabilirliği üzerinden şekilleniyordu. Şimdi Kürtlere, Araplara, Acemlere, Türklere nasıl bir siyasal birlik içinde olabiliriz sorusunu sormak lazım. Öncelikle siyasal model konuşulmalı sonra problemin çözümüne yönelik tartışmaya geçilebilir. Tunus’la başlayan ve Arap ülkelerine yayılan yeni süreç Orta Doğuyu yeniden biçimlendirecektir. Bu halk hareketleri her ne kadar demokrasi, adil paylaşım gibi gerçekçi ve desteklenmesi gereken talepler temelinde gelişiyorsa da biliyoruz ki emperyalist merkezi güçler sürece müdahale ederek restorasyonla sonuca ulaşmak için çaba sarf ediyorlar. Ancak bütün bunlara rağmen süreç derinleşecek ve Ortadoğu yeniden şekillenecektir. Kürt, Türk, Arap, Acem halklarının kaderi bir kez daha Ortadoğu devrimine bağlanmıştır. Kurtuluşun ve özgürlüğün kitlelerin ‘’iyi tavırlarından dolayı’’ emperyalist cömertlikle     elde edileceğini düşünenler yanılmaktadırlar. Bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir.
AKP’nin Emperyalizmin desteğinde uyguladığı stratejinin sadece Kürtlerle sınırlı olmayıp tüm bölge halklarına yönelik bir strateji olduğu görülmelidir. Bu strateji sadece silahla değil, ekonomik ve sınıfsal dinamiklerle de işlemektedir. Dolayısıyla bu stratejik saldırıya onun işini kolaylaştıracak değil, Türk, Kürt ve tüm Ortadoğu halklarının ve emekçilerinin; emperyalizmin oyunlarını bozacak, milliyetçilikleri ve kapitalizmi aşmayı önüne koyan, birlikte mücadeleyi hedefleyen bir yaklaşımla karşılık verilmelidir.

Hiç yorum yok: