30 Eylül 2015 Çarşamba

Yükselen duvarlar, parçalanan ‘egemenlikler’!


Ahmet Doğançayır
Küresel dünya diye adlandırılan bu dünya çeşitli çelişkiler sergiliyor. Bu çelişkiler bir taraftan sınırların giderek liberalleşmesiyle, bir taraftan da sınır tahkimatlarıyla görülmemiş düzeyde kaynak, enerji ve teknoloji yatırımı yapılmasıyla somutlaşmaktadır. Kapitalist dünya sistemi birbiriyle bağlantılı birçok çelişkiyi belirleyici özellik olarak bünyesinde taşıyor.
göçmen
Uluslararası ağlar ile yerel milliyetçilikler, sanal güçler ile fiziksel güç, özel mülkiyet ile açık kaynaklar, gizlilik ile şeffaflık, yurt sahibi olma ile yurtsuz kalma arasındaki çelişkileri. Bunun yanında ulusal çıkarlar ile uluslararası piyasa, dolayısıyla ulus ile devlet ve tebaanın güvenliği ile sermaye hareketleri arasındaki gerilimlerde sistemin belirleyici özellikleri olarak karşımıza çıkıyor.



Bu gerilimlerin ortaya çıktığı yerlerden biri de toplumları, halkları bölen duvarlardır. Bu duvarlar engellemeyi amaçladıkları şeyler açısından çeşitlilik gösterse de ortak boyutları olduğu muhakkaktır. Zenginiyle, yoksuluyla ulus devletler duvar inşa etmeye pek hevesli görünüyor. Devlet egemenliğinin tartışmalı hale gelmesine karşılık inşa edilen bu yeni duvarlar egemen bir yargı gücü varmış görüntüsü uyandırmanın yanı sıra hem varlıklarıyla hem de işlevsel etkileriyle aslında altını oydukları sınırları belli ve güvenli bir devlet varmış havası yaratırlar. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus devlet fikrinden almakta ve devletlerarasındaki sınırlara her zaman riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen, ulus devlet egemenliğinin teatral biçimde payanda olma işlevine hizmet etmektedir. Resmiyette özgür, açık, meşru ve seküler addedilen toplumları izinsiz girişlerden, sömürüden veya saldırıdan korumayı amaçlayan bu duvarlar, hukukun askıya alınmasıyla inşa edilir ve ister istemez savunmacı dar görüşlü milliyetçi ve militerleşmiş bir kolektif bilinç ve öznellik üretir. Savunmayı amaçladıkları açık toplumun yerine giderek kapalı ve zapt altına alınmış bir kolektif kimlik yaratır bunlar. İşte bu nedenle yeni duvarlar ortaya çıkış nedenleri olan aşınmış ulus devlet egemenliklerini diriltme konusunda başarısız olmakla kalmaz, yeni yabancı düşmanlığı ve dar görüşlülük biçimlerinin doğmasına da katkıda bulunur. Sadece dünyalılığa karşı korunan tebaaların değil, ironik bir şekilde duvarlarla çevrili demokrasinin bir emanet sıfatıyla koruması beklenen, egemenlikten yoksun tebaaların üretimini de teşvik ederler. Duvarların kapsadığı ulusların içeriğini hem koruduğunu, hem de ürettiğini kabul etmek inşalarını hangi psikolojik gereksinim ve arzuların teşvik ettiği sorusunun yanında milliyetçilikleri, yurttaşların özelliklerini ve iki yanındaki siyasi kendiliklerin kimliklerini şekillendirmedeki olumlu etkilerinin neler olduğunu sormamıza da olanak sağlar. Böyle bir kabul kolektif ve bireysel anlamda içeride tutmanın simgesi olan duvarlarının gerçek ve muhayyel sınırları küreselleşmenin etkisiyle silinmeye yüz tutan kendiliklerin tahkimi olarak iş görüp görmediğini, şayet böyle bir işlevi varsa bunu nasıl yerine getirdiğini değerlendirme olanağı sunar.
Yükselen duvarlar, parçalanan ‘’egemenlikler’’!
Düzenleyici unsurlar arasında en yüksek mevki, bütün modern çağ boyunca devletindi. Devlet tam olarak, belli bir toprak parçası üzerinde işlerin yürümesi sırasında bağlayıcı olan kuralları ve normları koymak ve hayata geçirmek için meşru hak talep eden ve yerli kaynakları elinde bulunduran birim demekti. Dünyanın belli kısmını düzene sokmak, sadece bunu yapmak için gereken egemenlikle donatılmış bir devlet kurma anlamına geliyordu. Devletin toplumda bir güç olarak ayrılması hiçbir biçimde tesadüfî bir olay, tarihin tuhaflıklarından biri değildi. Düzen kurma görevi, gücün kaymağının ayrılması, aktarılması ve yoğunlaştırılması yönünde muazzam ve sürekli çaba gerektirir. Modern devletin yasama ve yürütme egemenliği zorunlu olarak askeri, ekonomik ve kültürel egemenlikler sacayağı üzerine oturtulmuştu. Mevcut alanın hem dışından hem içinden gelen başka düzen modellerinin meydan okuyuşlarına karşı toprağı etkili savunma gücü, ulusal ekonomi hesaplarını dengeleme yeteneği ve devletin, uyruklarının ayırt edici kimliği yoluyla kendi kimliğini ve ayrılığını sürdürmesine yetecek kültürel kaynağı toplama yeteneğiyle desteklenmedikçe bu gücün düzen kurması düşünülemezdi.
Ancak çağımızda, emperyalist sistemde yaşanan değişimler her şeyden önce devletin rolünü etkiledi. Herhangi bir devletin askeri, ekonomik ve kültürel kendine yeterliliği, aslında varlığını idame ettirebilmesi, artık geçerli bir ihtimal olmaktan çıkmıştır. Devletler, yasa ve düzen sağlama yeteneklerini korumak için müttefikler aramak ve egemenliklerinden giderek büyük bir parçayı gönüllü olarak teslim etmek zorunda kalıyorlar. Mevcut hallerini uzun süredir muhafaza etmekte olan devletler gibi yeni devletlerin de, bir zamanlar ulus devlet bürokrasilerinin var olma nedeni olarak görülen çoğu işlevi yerine getirmesi artık beklenmiyor. Zaman, zaman geçici ithalat ve ihracat yasakları, gümrük engelleri ya da yurt içi talebe devlet öncülüğünde Keynes tarzı teşvikler uygulayarak bir dengenin sağlanması egemen olan devletlerin pek çoğunda ellerindeki araçlarla artık mümkün değildir ve aslında onlarında böyle istekleri kalmamıştır. İç Pazar ile dünya pazarı ya da genel olarak devletin ‘’içi’’ ve ‘’dışı’’ arasındaki ayrımın sürdürülmesi ‘’yurdun ve nüfusun güvenliğinin sağlanması’’ gibi en dar anlam dışında başka bir anlamda son derece zor hale gelmiştir.
Egemenlik sacayakları tuzla buz olmuştur. Bunlar arasında en büyük etkiyi yaratanın ekonomik ayağın parçalanması olduğu söylenebilir. Serbest ticaret kurallarının koşulsuz ve önüne geçilmez bir biçimde yayılması ve hepsinden öte, sermaye ve finansın serbest hareketi yüzünden ‘’ekonomi’’ tedrici bir biçimde politik kontrol dışına çıkmaktadır. Sermayenin, finansmanın ve enformasyonun küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel makamların ve öncelikle de ulus devletin denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda, mevcut sığınılacak liman olarak görülen cumhuriyetçi devletin yurttaş katılımı için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’ da yoktur. ‘’Küresel yurttaşlık’’ kavramı içi boş bir kavramı hatta sadece bir hüsnü kuruntuyu temsil etmektedir. Uzak yerlerden esen ve birden bire çıkıp gelen fırtınanın tokadını yemek, ‘’yurttaşlığın’’ tersine olan bir durumdur. Öyle ki yaklaşan bir fırtınayı öngörmek borsada ki bir sonraki çöküşü ve güvenli gibi görülen istihdam alanlarının buharlaşıvermesini öngörmekten daha kolay hale gelmiştir bizler için.
Milletler, bir zamanlar sürekli yaşam garantisi sayılan devletlerin siyasi egemenliklerini sunduğu sığınakta emniyet içinde değildir artık. Bu egemenlik de artık eskisi gibi değildir, kendine yeterliliğin ekonomik ve askeri dayanakları parçalanmıştır. Devlet otoriteleri sorumlulukları altındaki insanların emniyetini garanti etmeye muktedir, istekliymiş gibi bile yapma ihtiyacı duymuyor, kişinin kendi ayakları üzerinde durması gereği ve görevini gittikçe daha fazla dile getiriyor.
Ulus devletlerin egemenliklerinin sonu mu?
Devletlerin hâlâ büyük bir gayretle egemen güç olduklarını ilan ettikleri, uluslararası düzen ve düzensizliği tayin etmede önemli rol oynadıkları ortada olduğuna göre devletlerin egemenliklerinin zayıfladığını söylemek mümkün mü? Bununla birlikte geçtiğimiz yarım yüzyılda giderek yoğunlaşan sermaye, insan, fikir, mal, şiddet, siyasi ve dini bağlılıkların uluslararasındaki akışları ulus devletlerin bu karma nitelikler üzerindeki tekeline fena halde gölge düşürmüştür. Söz konusu akışlar geçtikleri sınırları aşındırmakla kalmayıp bu sınırlar içerisinde birer güç olarak kristalleşmekte böylece egemenliği hem kıyılarından hem de içeriden tehlikeye sokmaktadır. Diğer taraftan Neo liberal sistem ulus devlet egemenliğinin altını oymaktadır. Şirketlerdeki karar alıcılardan başka hiçbir egemen tanımayan, hukuki ve siyasi ilkelerin yerine piyasa ölçütlerini koyan ve siyasal egemeni işletmeci derecesine düşüren bir olgudur bu.
Ancak bu karma gelişmeler egemenliğin siyasi haritadan silinmesi yahut egemenlik sonrası veya devlet sonrası bir çağa girilmesi gibi bir sonuç doğurmaz. Ulus devlet egemenliği zayıfladıkça devlet ve egemenlik eski güç ve anlamını kaybetmekle kalmayıp, birbirinden de kopar. Devletler artık egemen olmayan aktörler olarak varlığını sürdürürken egemenliğin ayıt edici özelliklerinin çoğu artık iki iktidar alanında karşımıza çıkar: Siyasal iktisat ve meşruiyetini dinden alan şiddet. Ne sermaye ne de tanrı destekli şiddet başka bir gücün boyunduruğunu kabul eder. Bu ikisi iç hukuku da uluslararası hukuku da umuruna almaz. Sadece bunları belli stratejiler doğrultusunda taktikleştirir. İkisi de yasal normları ya hiçe sayar ya da onların getirisi olarak ortaya çıkar. İkisi de egemenlik vaadini sahiplenir.
Sık, sık tekrarlanan ve bu yüzdende geçersizleşen düşüncelerin aksine sermayenin yeni yurtsuzluğu ile zayıf bağımlı egemen devletlerin çoğalması arasında mantıksal ve faydacı açıdan bir çelişki yoktur. Hep daha yeni ve hep daha zayıf ve yoksul, ‘’politik olarak bağımsız’ ’yurt temelli devletler oluşturmak uluslararası ekonomik eğilimlerin doğasına aykırı değildir. Politik parçalanma, ortaya çıkan ‘’dünya toplumunun’’ ‘’tekerine sokulmuş bir çomak’ ’değildir. Tam tersine ekonominin bütün yönlerinin ‘’küreselleşmesi’ ’ile ‘’yurt ilkesine’ ’yeniden vurgu yapılması arasında yakın bir kan bağı, karşılıklı koşulama ve pekiştirme vardır. Küresel finans, ticaret ve enformasyon endüstrisinin hareket özgürlüğü ve amaçlarının peşine kısıtlamalar olmaksızın düşebilme özgürlüğü dünya sahnesinin politik parçalanmışlığına bağlıdır. Zayıf olan ama yine de devlet olarak kalan devletlerin varlığından hepsinin de çıkar sağladığı söylenebilir.
Uluslararası sermayenin onayıyla varlık kazanmış bu tür devletlerarası kurumlar sermayenin serbest hareketini engelleyebilecek veya yavaşlatacak ve piyasa serbestliğini daraltabilecek her şeyi sistematik olarak yok etsinler diye kendi üyelerine ya da bağımsız olan devletlere basınç uygularlar. Kapıları ardına kadar açmak ve özerkliğe yönelik ekonomik politikalara dair her türlü düşünceyi terk etmek, dünya bankaları ve para fonlarının finansal yardımına layık olmanın ön ve uysallıkla razı olunması gereken koşuludur. Zayıf devletler ‘’yenidünya düzeninin’ ’kendini sürdürmek ve yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu şeyin ta kendisidir. Zayıf, sözde devletler, kendi ülkelerinde sistemin sürmesi için gerekli olan, ama emperyalist şirketlerin özgürlüklerine etkili kısıtlamalar getirme korkusu yaratmayan, faydalı yerel polis karakolları rolüne kolaylıkla indirgenebilirler.
Duvarlar,  Güvenlik kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik sağlayamaz!
Böylece bu duvarların savunmanın yanı sıra içeride tutma işlevi görüp görmediğini ve aslında her savunmanın içeride tutmayı, her içeride tutmanın da savunmayı beraberinde getirip, getirmediği sorusunu sormamız mümkün hale gelir. Siyasi kendiliklerin etrafına inşa edilen duvarlar insanları içeri kapatmadan abluka altına alamaz. Güvenlik kaygısını bir hayat tarzı haline getirmeden güvenlik sağlayamaz. Biz ve onlar ayrımının temelini çürütmeye çalışırken dahi gerici bir ‘’biz’’ yaratmadan dışsal bir ‘’onlar’’ tanımlayamaz. Duvarlar fiziksel, toplumsal ve siyasi olarak korumalı bir hayat tarzını kaçınılmaz biçimde tutucu bir toplanmaya dönüştürür.
Güvenlik duvarları birbiriyle iç, içe geçmiş iki halkın fiziksel olarak ayrıştırılmasına ve mekânsal olarak bölünmesine yönelik bir teknoloji ve strateji cephaneliğinin sadece bir veçhesidir. Duvar hem ayrılık ve işgalin hem de yerleşimci sömürgeciliğin gerek devlet desteğiyle, gerekse kanunsuz bir şekilde kaydettiği gelişmelerden güç alan bölgesel yayılmanın mimari bir aracıdır. Duvarın temsil ettiği şiddet kavramı siyasi anlaşmaların ve yerleşik egemenliklerin ilga edilmesi ve ertelenmesinin yanı sıra hukukun, hesap verebilirliğin, meşruiyetin tam anlamıyla askıya alınmasını ve olağanüstü durumunda vuku bulan keyfi ve hukuk dışı devlet tasarrufunu vurgulamaktadır. Çoğu duvar meşruiyetini hâlâ ulus devlet egemenliği fikrinden almasına ve ulus devletlerarasındaki sınırlara her zaman riayet etmemesine, kimi zamanda ulus devlet egemenliğinin güç ve öneminin azalmasını simgeleyen birer anıt oluşturmasına rağmen ulus devlet egemenliğini payandalamaya hizmet etmektedir.
Doğası itibari ile iki ülke arasında örülen duvarlar, herhangi bir şehir içerisinde örülen duvarlardan farklı değildir. Ancak ülkeler arasında inşa edilen duvarların ikinci bir uzantısı, vatandaşlık hakları ile ilgilidir. Bir ülke sınırından geçmeye hak kazanamayan kişinin, en basit tanımıyla, hareket hakkı kısıtlanmıştır. Bununla beraber sınırın ötesinde sağlık, eğitim ve çalışma gibi insan hakkı sayılan haklardan mahrum bırakılmıştır. Ülkeler arasında örülen duvarlar, bu hakları belirli bedenler üzerinden uygular. Vatandaşlık çoğu ülkede belirli bir beden-hak ilişkisi üzerinden tasarlanır. Bu inanca göre, herhangi bir toprak üzerinde bulunan/yaşayan/çalışan kişi değil, belirli bir renge, dile, ‘insani sermayeye’ sahip olan kişiler sınırları geçebilir.  Duvarlar herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda örülmez. Duvarların örülebilmesi için, belirli grupların tehlikeli görülmesi, belirli grupların ise güvenliğe ihtiyacı olanlar olarak hissettirilmesi gerekir. Duvarların çizilebilmeleri ve inşa edilebilmeleri için, ‘istila ediliyoruz’, ‘kullanılıyoruz’ fikirlerinin akıllara yerleştirilmesi gerekir. Burada politikacıların günaşırı yaptıkları konuşmalar bir yana, medyanın – genellikle çok az sayıda gruba ait medya holdinglerinin – etkisi büyüktür. Burada ‘güvenliğe ihtiyaç duyan’ kesim, diğer ülkeler ile olan ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini, bu ilişkilerden ne derece fayda sağladığını göremez (ya da görmek istemez). Ancak bedenen var olan tehdit, ürkütücüdür. Duvarların örülmesi ile istenilen sonuca varılamaz, çünkü bütün güç ilişkileri sonsuz bir şekilde gelişir. Duvarların örülmesi ile ilk bakışta: güvenlik sağlanır. Duvarın içerisinde kalan kesim kendi arasında sadece dilediği bedenler ile iletişime girer. Dolayısıyla diğer tarafta olanın daha da ‘tehlikeli’ olarak görülmesine neden olur. İnsanoğlu, aslında ona en yakın olanı kendinden en uzak yere iterek, kendini koruduğunu zanneder. Duvarlar aynı zamanda, bir tarafta ‘güvenlik’ sağlarken, diğer tarafta biriken enerjinin de görülmesini önler. Devletleri ulusal sınırları kapatarak güvenli hale getirmeye sevk eden fiziksel güvenlik ve ekonomik refahtan tutun da ‘’ben’’ ve ‘’biz’’ algısına kadar her konuda endişeye kapılmış yığınlardır. Bugün yabancı düşmanlığı uluslararası sistemin yarattığı ekonomik ve siyasi güvensizlik koşullarının o derece güdümündedir ki sınır tahkimatlarının ancak kısıtlı bir tedbir olduğunun bilincinde olan politikacılar dahi bu meseleyi bir türlü tartışmaya açamamaktadır.
Duvarlar ulusa yönelik birer tehdit diye algılanan farklı şiddet biçimlerine tepki olarak inşa edilmekte, bu şiddet biçimlerini ortaya çıkaran nedenleri dışlamaktadır. Oysa bunu yaparken kendileri de bir takım aileler, topluluklar, geçim kaynakları ve arazilere, içinden geçip şekillendirdikleri siyasi olanaklara karşı farklı türlerde şiddet uygulamaktadır. Gel gelelim duvarlar bir ölçüde inşa eden siyasal yapıların güç ve kaynaklarının ortaya çıkardığı baskı ve şiddete karşı sonuç olarak etkisiz siperlerden ibarettir. Defetmek iddiasında olduğu şiddeti pekiştirirken, tahkimat ve polisiye tedbirlere olan ihtiyacı arttırıyor. Bu anlamda, tam da duvarı örerek oluşturulan şiddet, yeni bir şiddet biçimini doğurur. Çünkü şiddet dediğimiz, aslında dönüştürücü bir güçtür. Şiddetin girdiği her alanda yeni şiddetler oluşur. Karar alıcılarının uyguladıkları şiddet, duvarın gerisinde kalacak olanlar arasında yeni şiddet biçimlerine hazırlık yapar. Şiddete karşı oluşan yeni şiddet biçimleri, bunlara karşı oluşturulan yeni karşı-şiddet uygulamalarını da beraberinde getirir. Şiddeti çözmek için örülen duvarlar ancak spirallerin kalınlaşmasını sağlar. Duvar örme ve bedenen dışlama süreçleri, aslında iki farklı yeni alanların açılmasını sağlar. Öncelikle yukarıda bahsettiğim gibi, bedenen diğer tarafın görülmesini önler, dolayısıyla bilinmezliği arttırır. İkinci aşamada bilinmezlik akıllarda tehlike olasılıklarını arttırır ve son olarak bu süreç güvenlik politikalarının arttırılmasına imkân tanır. Bu üç etap, birbirini kovalar ve kısır bir döngü içinde devam eder. Duvarlar işte bu koşullarda örülür. Filmin sonu ise her yerde aynıdır: Güvenlik rüyası her zaman son bulur.
Duvarları ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemin ön koşulu, siyaseti, uluslararası bir düzeye çıkarmaktır.
Duvarların içinde dışa kapanma ve güvenlik hisleri bir defa harekete geçirildiğinde ivme kaybetmekten çok güç kazanır. Bir türlü azalmak bilmeyen endişeleri için suçlu arayan seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etme yolları arayan siyasetçiler karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup bu hisleri arttırmak ve desteklemek için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları beraberce üretirler. Böylece uluslararası eylem ihtiyacı kamunun görüş alanından giderek silinir. Bu endişe bir kere saptırılıp ‘’kapıları ve pencereleri kapama’’, gümrük kapılarına elektronik kontrol sistemi, hapishanelere elektronik gözetleme araçları, sokaklara gönüllü asayiş bekçileri ve evlere hırsız alarmları yerleştirme talebine dönüştürülünce güvensizliği yaratan kaynaklara inme ve onu besleyen kaynakları yok etme şansı buharlaşıp gider. Dikkatlerin ‘’cemaatin savunulması’’ üzerine odaklanılması küresel iktidar akışını her zamandakinden daha fazla serbestleştirir. Bu akış ne kadar serbest olursa güvensizlik hissi de o kadar derinleşir. Güvensizlik hissi ne kadar artarsa ‘’dışa kapalılık ruhu’’ o kadar yoğunlaşır. Bu ruhun kışkırttığı ‘’cemaat savunması’’ ne kadar saplantılı bir hal alırsa küresel güçlerin akışı o kadar serbestleşir. Duvar çekme, kendilerini adil ve iyi hiç olmazsa masum görmek isteyenlere bu durumun yarattığı müşkülattan çıkmak için bazı kapılar sunar. Söylem düzeyinde ‘’yasa dışı istilacıları’’ engelliyormuş gibi resmedilen ve bu amaçla devreye sokulan duvarlar aslında uluslararası eşitsizlikle veya yerel sömürgeci tahakkümle yüzleşmeyi önleyen bir perde çeker. Duvarlar dışardakini istilacı olarak yansıtmak, bir taraftan da engelledikleri yoksulluk koşullarını aslında gözlerden saklamak suretiyle, tabiiyet ve sömürüyü tersine çevirmekte ve egemen olanın ihtiyaçlarından türemeyen, o ihtiyaçlarla bağlantılı olmayan muazzam bir tehdit gibi göstermektedir. Bu bağlamda duvar çekme faaliyeti bağımlılığı yeniden yazıp, bunu özerklik olarak ifadelendirmek suretiyle otorite kurgusunun gerisindeki toplumsal ilişkiler ağını gözlerden saklamaktadır.
Şu anda bu ruha karşı seslerini yükseltenler mekânlarla bağlarını kopartmış bulunan sermaye ve finansman sözcüleri olmuştur. Ama onlarda belli şeylere katlanamazlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesinden ve yerli halkların çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin üzerine yerleştirilmesinden şikâyet ederler. Siyasi egemenliklerin parçalanması sürüyormuş, sürmüyormuş onların umurlarında değildir. Hem niye olsun ki? Siyasi birimler ne kadar küçük, dolayısıyla zayıf olursa bunların sermayenin tarzına karşı etkili bir biçimde direnme ve onun karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları da o kadar azalır. Artan çaresizliklerin neden olduğu öfke ülkedeki ‘’yabancılara’’, yabancı göçmen işçilere yönelik düşmanlığa yönlendirildiğinde sevinmemeleri mümkün değildir. Böylece yerel meselelerin içinde bulunduğu durumu düzeltmenin yolları ve araçları hakkındaki tartışmalar ‘’aramızdaki yabancılar’’ üzerinde, onları tespit etme etraflarını kuşatma ve geldikleri yere geri göndermenin yöntemleri üzerinde odaklanır ve gerçek bela kaynağına hiçbir zaman yaklaşamaz.
Globalizm, Neo liberalizm çağında emperyalist sermayenin dünya çapında dolaşımının önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir ideolojidir. Ancak yarın kapitalist dünyanın ekonomik bunalımı derinleştiğinde, ticaret savaşları kızıştığında, döviz piyasaları bunalıma düştüğünde, emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva ideologları dün Keynesçiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar. 
‘’Milli savaş baltalarını’’ çıkarıp ‘’cemaat kalelerini’’ tahkim ederek uluslararası belirsizlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatarak gezegen çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış da olan bir umuttur. Günümüzde belirsizliğin kaynağının yaygın bir biçimde ‘’ kimlik dertleri’’ açısından kavramlaştırılması, yanlış teşhisin ve zararlı olması muhtemel reçete vermenin önemli bir örneğidir. Endişenin kimlik kalıbına dökülmesi bizatihi uzun ve karışık bir faktörler dizisinin sonucudur. Hastalığın nedeni değil, belirtisidir. Siyasi sermaye kokusu alan siyasetçilerin de desteklediği kışkırttığı ve kamçıladığı yaygın kimlik meselesi takıntısı çağdaş koşullara verilen kendine özgü bir rasyonel tepki olabilir. Hatta ‘’anlamlı’’ bile olabilir. Ama kendi sebeplerini yanlış yerlere yerleştirmekte ve önerdiği tedavi bu sebepleri fena halde ıskalamaktadır. Grup kimliğine militanca sahip çıkılması, buna yol açan güvensizlik kaynağını ortadan kaldırmak için hemen hiçbir şey yapamayacaktır.
Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Kapitalizmin büyük halk yığınlarını yoksullaştırır ve mülksüzleştirirken, küçük bir azınlığı zenginleştiren ve besleyen vahşi ve korkunç bir egemenlik sistemi ve somut bireylerin ve onların şeytani niyetlerinin ötesinde küresel ölçekte işleyen nesnel ve sistematik bir el koyma, talan, sömürü ve dolaşım sistemi olduğundan girilmelidir söze. Asıl vurguyu sermayenin, ortaklaşa sahip olduğumuz her şeyi gasp eden yağmalayan en nihayetinde üzerinde yaşadığımız gezegen de dâhil topluca mahvımıza sebep olacak kör ve delice hareketini durduracak, kendini engelsizce yeniden üretme kapasitesini parçalayacak şeye, sınıf mücadelesine yapmalıyız. Bugünün çok kültürlü, kimlikçi ilerici siyasetinde askıya alınan şeye işaret edeceğiz toplumun derin bir uzlaşmazlıkla sınıflara bölünmüş yapısına. Sağcı, Neo liberal, muhafazakâr, İslamcı vb. cephenin topluca sürdürdüğü ‘’hayali ve imkânsız bir şey istediğinizin farkında değil misiniz? ’saldırısı karşısında çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç tereddütsüz evet ‘’imkânsız’’ olanı, bu kahrolası dünya düzenini tümden değiştirmek istiyoruz, temel mesele budur diyerek ileri atılmalıyız.
Devletin sonsuz bir geçmişi yoktur. İşlerini devletsiz yürüten, devletten devlet gücünden habersiz toplumlar var olmuştur. Devlet toplumun sınıflara bölünmesi üzerine zorunlu bir şey haline geldi. Sınıfların varlığı zorunluluk olmaktan çıktığında devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. Üretimi üreticilerin özgürce ve eşitçe ortaklığı temeli üzerinde yeniden örgütleyen bir toplum bütün devlet aygıtını antikalar müzesine postalayacaktır. Mesele siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa etkili sonuç alınır onu bulmaktır. Hayat koşullarının artan ’’esnekliği’ üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz etmekte olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili bir eylemin ön koşulu, siyaseti, günümüz egemen güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslararası bir düzeye çıkarmaktır. Siyaset kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu güçlerin içinde ‘’aktığı’’ mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir. Uluslararası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir ölçekte uluslararası bir kurumdur, bir enternasyonaldir gerekli olan. Bu tür bir evrensellik’’ cemaatlerin’’ ve egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir sosyalist cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur.

Hiç yorum yok: