16 Aralık 2016 Cuma

AYDIN KAVRAMI ÜZERİNE TEFEKKÜR


Rıza Aydın
Sayın Murat Şahin’in Aydın- Aydınlanma üzerine yazdıkların üzerinde düşünüyordum birden bire frekans değişti “Yahudilere Hitlerin yaptığı iyilik” gibi yanlış bir mecraya kaydı. Bu konuda bir iki çift söz söylemezsem içime dert olur. İzninizle önce bu konuda kısa bir iki çift söz edeyim. Aleviler yetmiş iki millete bir nazarla baka gelmişler, benim en hassas oldum damarım bu. Yunus “Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim” diyor, bizler Yunus’un işlediği bu suçu işlemekten bıkıp usanmayalım.




Tarihte etki tepkiyi doğur diye bir şey vardır. Her zaman artı ile eksi yan yana bulunur. Tarihi ilerleten hem zıtların birliğidir, hem de zıtların mücadelesidir. İşçiler burjuvazinin insafsızca baskısı karşısında tek başlarına güçsüz olduklarını görünce birleşme eğilimine girerler, toplu halde “Grev meydanına” çıkar, bu Grev meydanında boş geçen zamanda harcamak için bir kasa oluşturup normal günlerinde o kasaya koydukları parayı o grev meydanında geçen zamanlarında harcarlar, buradan sendikal örgütlenme çıkar. Bir yerde Sendikanın sandık – kasa anlamından türetildiğini okumuştum. Şimdi buradan kalkıp ta iyi ki burjuvalar işçi sınıfını hunharca ezmişlerde onlarda birleşip örgütlenmeye başlamışlar denilebilinir mi?
Tarih hep böyledir. Her etki karşı tepkiyi doğurur. Marksistlerin tarihi materyalizm anlayışı bu konuyu işler Tarihi materyalizm derslerinde bu konuyu işleyen yüzlerce yazı yüzlerce örnek anlatılır. Enges’in “Önce sen silahını çek bay burjuvazi” demesi bunun içindir. Bu geleneğin (bu okulunun) rahleyi tedrisatından geçenler bu mevzuları okumuşlardır.
Buna Alevi dünyasından örnekler verecek olursak şunları diye biliriz. Emevilerin Halifesi Yazit Kerbela’da, İmam Hüseyin’i yanındakilerle beraber katletmeseydi, Alevi dünyasında ona karşı birleşmede bu kadar olmazdı; Yahudilere uygulanan aynı mantığı burada işletirsen ne olur? … 2Temmuz 1993’te derin devletin örgütlediği gericiler, Pir Sultan Derneği öncülüğünde Pir Sultanı anmaya gelen insanları Madımak Otelinde yakınca buna bütün dünyada büyük bir tepki oldu. Bu Alevi bilincinin gelişmesini zorladı. Buna bir tepki olarak tüm dünyada Alevi bilinci gelişti, Alevi örgütlülüğü -özelliklede PSAKD (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ) örgütlülüğü- ülke sathına yayıldı. Bu örnekleri artırmak mümkün ama bunlardan kalkıp da aslında gericiler Madımak otelini yakmakla Alevilere iyilik etmiştir denilemez, nasıl böyle bir söz denilemezse, Hitler içinde Yahudileri gaz odalarında yakmakla aslında onlara iyilik etti denilemez; denilmemelidir. Bunun kadar insafsızca bir değerlendirme tarihte görülmemiştir, görülemezde. Bu materyalist tarih anlayışında işlenmiş, bu rahleyi tedrisattan geçenlerin bildiği bir konudur. Bu yüzden bunu fazla uzatmadan kıvamında bırakayım.
Ancak söz buraya gelince şunları da söylemeliyiz. Devletler dernek yada şirket kurar gibi kurulmazlar, Devletler oluşurlar. Devletlerin bir oluşum süreci vardır. Örneğin onu yaratan koşullar olmasa, Şah İsmail on üç yaşında bir genç olarak Safevi devletini kuramazdı. Safevi Devletinin oluşumunu anlamak için, 1300 yılının ortalarından buyana takip ede bildiğimiz Safevi tarihinin, tarihsel gelişim sürecini bilmek gerekir. Buda yetmez, bu tarikatla Akkoyunlu devletinin ilişkilerini iyi bilmek gerekir.
Burada görülmesi gereken önemli kilometre taşlarını şöyle sıralaya biliriz. 1402 de Timur un, Osmanlıyı yendikten sonra, oradan aldığı otuz bin esir askeri Erdebil’de Sefevi Şeyhi Ali babaya bırakması. Şeyh Ali’nin bu esirleri Rumlu adını vereceği Erdebil’in bir bölgesine yetiştirip, onları rahleyi tedrisattan geçirdikten sonra geldikleri Rum diyarına (yani Anadolu’ya) göndermesiyle Rum diyarındaki etkinliğinin artması. Şeyh Cüneyd’in Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasanın bacısıyla evlenmesi, bu evlikten doğan Haydarın tekrar Uzun Hasanın kızıyla evlenmesi, bu evlilikten Şah İsmail’in de içinde olduğu üç şeyh zadenin doğması. Uzun Hasan ölünce Akkoyunlu tahtına geçen oğullarının (şehzadelerin) birbirleriyle savaşması sonucu bir boşluğun oluşması, nihayet bu ortamdan Şah İsmail’in öncülüğünde bu tarihi miras üzerinde Sefavi devletinin oluşması. Bütün bu süreçler görülmezse konu anlaşılmaz, konu anlaşamayınca da on üç yaşındaki bir genç nasıl devlet kurar diye düşünür dururuz.
Türkiye Cumhuriyeti de böyledir. Türkiye cumhuriyetini Mustafa Kemal kurmaz, Türkiye Cumhuriyeti yaşanılan tarihsel süreç içinde oluşur. Bu bapta G. Plehanov’uTarihte bireyin rolü” adlı şah eserini anmak gerekir. -Okuyacaklara Kaynak yayınlarından çıkanı bulup okumalarını öneririm- Eğer Birinci Dünya savaşı çıkmasaydı, Birinci dünya savaşında Osmanlı yenilip yenen devletlerce pay edilmeye başlanılmasaydı, Mustafa Kemalin yeni bir devlet kurmak, Osmanlıyı ortadan kaldırmak aklından bile geçmezdi.
İsrail Devletinin de böyle bir oluşum süreci vardır. Burada Yahudilerle ilgili bir kitaptan da bahsetmek istiyorum. Anzo Traverso’nun “Marksistler ve Yahudi Sorunu” diye Yazın yayınlarından (İstanbul 2001’de) çıkan güzel bir kitabı var. Orada daha 1862’de Moses Hess’n bugünkü İsrail’in olduğu yerde, yani “Kağan ülkesinde”, “Vaat edilmiş topraklarda” bir devlet kurmaları gerektiğini söylediğini, bunun çok önceden buyana tartışılır olduğunu görüyorsunuz. Yani burada bir devlet kurma fikri çok önceden beri var. Peki niye buralarda diye soranlar olabilir? Kısaca bunu da yazmaya çalışayım. Bunu anlamak isteyenler ya da istemeyenler hiçbir şey bulamazlarsa Kur’an’a baksınlar, orada İsrail oğullarını Allahın buraya yerleştirdiği -Kur’an’da- yazıyor.
Bu topraklarda Kur’an’ı rehber aldıklarını söyleyen insanların İsrail oğullarına, yani Musa dinine bağlı olan Yahudilere düşmanlığını anlamakta zorlanıyorum. Çünkü ben Kur’an’ı okuyup incelediğimde gördüm ki, Kur’an’ın birçok yerinde İsrail oğulları yüceltiliyor, övülüyor. Mesela Bakara suresinin 471 ile 122 ayetlerine bakın. Bakara suresinin 122 ayet şöyle diyor: “Ey İsrail oğulları, sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve vaktiyle sizi âlemdeki ümmetlerden üstün kılışımı hatırlayın2.”deniyor. Nisa suresinin, 164’ inci ayetinde ise ”Ayrıca Allah Musa ile konuştu.” deniyor. Yunus Suresi 93. Ayette “Doğrusu İsrail oğullarını gerçekten güzel bir yurda yerleştirdik ve hoş nimetlerle rızıklandırdık.” deniyor. İnsan Kur’anı okuyup inceleyince, Kur’an’ı, Allah kelamı olarak kabul edip, kendilerine rehber ettiklerini söyleyen insanların, İsrail oğullarına, İsrail’in buradaki – bu topraklardaki varlığına karşı çıkmalarını anlamakta zorlanıyor. Kuran İsrail oğullarını kastederek, orayı onlara Allah yurt olarak verip yerleştirdi diyor. Buna inananlar içinde, buna niye karşı çıkılır gel işin içinden çık çıkabilirsen.
Sayın Murat Şahin’in Hitleri anarak söylediği o sözleri çok yanlış bulduğumu bilmesini, o yoruma asla katılmadığımı söylemek istiyorum.
Şimdi bunları söyledikten sonra, asıl konumuz olan aydın konusunda düşüncelerimi yazmak istiyorum.
Benim büyüdüğüm sırada babam gilin dilinde Zanaatçı ile zanaat erbabı, zanaatçı ile sanatçı net olarak ayrılırdı. Köye kuyumcu, kalaycı gibi zanaatçılar gelirdi, biz Şarkışla’ya gider demircide, terzide işlerimizi yaptırırdık. Babam o işleri yapan zanaatçılarla o işlerin erbabı olanları birbirlerinden ayırırdı. Çocukluğumda Babamla bir muhabbetimizde ona öğretmenle profesör arasında fark nedir diye sormuştum. Bana öğretmenler hazır olan bilgileri öğrencilere aktarır, onları öğretirler, diğeri tıpkı sanatçılar gibi bilinmeyen sorulara yeni çözümler üretirler, bilinmeyen sorunların cevaplarını araştırılar, onlar bilim insanlarıdır demişti. Yani birinde var olanı, bilinenleri tekrardan üretmek diğerinde ise yeni bir şeyi araştırıp bulup yaratmak vardı. Aralarındaki fark inceydi belki ama farklar fark edilebiliniyordu. Ben bunların ayrımını bilerek büyüdüm.
Bektaşi muhabbetlerinde de kimine muhabbet ehli kimine de muhabbet erbabı diyorlardı.
Sonradan okuyunca kavradım ki Alevilerin- Bektaşilerin dergâhlarında, tekkelerinde oraya gelenlerle muhabbet eden kemalete ermiş insanı kamil insanlar olurmuş. Bunlara “dil ehli, söz ehli, saz ehli (ya da tel ehli), Hal ehli, Harabat ehli” gibi unvanlar (adlar) verirlermiş. Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı “Tasaffuftan Dilimize geçen Deyimler ve Atasözleri” adlı kitabının “Pezevek” maddesinde bakın şunları yazıyor: “ Pezevek: Farsça “pejved”den bozmadır. Muhabbet tellalı anlamına gelir. Bu münasebetle bilhassa Bektaşiler Bektaşi meşrepli tasavvuf ehli, yol gösteren, rehberlik eden anlamına bu sözü söylerler; övgü olarak “koca pezevenk” derler.” Diyor3.
Her toplumun Aydını kendi toplumsal sorunlarının ürünü oluyor.
Aydın insanın işi bir zihni faaliyettir. Şimdi zihni faaliyet gösteren insanlar içindeki bazı farklı davranışları görelim, onları nasıl adlandıracağımızı sonra düşünürüz. Örneğin okuryazar, iyi yetişmiş zümre içinde olup, bir kitabı Türkçeye çevirirken beğenmediği, hoşuna gitmeyen yada doğru bulmadığı kısımları çevirmeyenler var. Buna iki örnek verecek olursam, iki tanınmış profesörümüzün tutumunu gösterebilirim. Semih Tiryakioğlu, “Dinler Tarihi” adlı Fellıcıen Challaye’in kitabını çevirirken kitaptaki İslamiyet’le ilgili bölümü çevirmediğini önsözünde açıklıyor. Kitabın ilk baskısı 1960 ta dördüncü baskısı da 1998 de yapılmış son baskıda birincinin aynısı4. Mürsel Öztürk’te Rumlu Hasan’ın “Tarihlerin en güzeli” anlamına gelen, “Ahsenü’t -Tevârih’in’in” ikinci cildini böyle bir nedenle çevirmediğini yazıyor birinci cildin önsözünde5. Bunları daha önce yazmıştım.
Birde bu tutumun tam zıttı tutum alanlar var, “senin düşüncelerinden nefret ediyorum ama o düşüncelerini savuna bilme hakkın için gerekirse canımı veririm” diyen, bu uğurda her zorluğa göğüs gerenler var. Bunun bu ülkedeki en bilinen örneği Aziz Nesindir. Aziz Nesin, Selman Rüştü’nün “Şetan Ayetleri” kitabı Türkiye’de yasaklandığında bu yasağın karşısında durup bu kitabı yayınlatmak için mücadele verdi. Şimdi bu iki tutumu ayrı adlarla adlandırmalıyız.
Yani bu topraklarda, zihni faaliyet gösteren gurup içinde, çevirdiği kitabın hoşuna gitmeyen bölümlerini çevirmeyende var, çevrilip yayınlanması yasaklanan bir kitabın üzerindeki yasağı kaldırmak için, o kitabı çevirtip yayınlatmak için uğraş verenlerde var; yine unutmayalım ki bu topraklarda düşüncelerinden dolayı ipe çekilenlerde var derisi yüzülenler de. Bunların hangilerine “Aydın tavrı” diyebiliriz? Bu dünyada zorda kalınca, doğru olduğuna inandığı düşünceden vazgeçip, Engizisyon mahkemesinde, “Dünya dönmüyor” diyen Galile gibi insanlarda var, doğru olduğuna inandığı düşüncelerinden vazgeçmeyip öldürülmeyi kabul eden insanlarda var; bu kapsamda olan Sokrat’tan Mansur’a, Mansur’dan Nesimi’ye, Nesimi’den Pir Sultan’a birçok insanın adını sayabiliriz. Biz şimdi bunlardan hangisini takdire şayan bulacağız, hangisine aydın davranışı diyeceğiz. Abdülbaki Gölpınarlı İslam Ansiklopedisine yazdığı Kızılbaşlar maddesine “Kızılbaşlar için, ‘Kızılbaşlar terazi tutamazlar’ derler, çünkü onlar ölçüde tartıda çok hassastırlar, hakkın yenmesinden çekinirler” diyor. Biz geleneğimize uyup bu hassasiyeti göstermeliyiz. Bu yüzden birilerine haksızlık ederim diye çekindiğimden bunları adlandırmıyorum; herkes isimlendirmesini kendisi yapsın.
Bence bu mevzunun bir yanı da şu: bunları niye tartışacağız. Bu muhabbetimiz, bu muhabbetten çıkaracağımız dersler, gelecekte yöneleceğimiz yaşantımıza bir eylem kılavuzumu olacak, yoksa bunu sırf bir masa başı faaliyeti olsun diye mi yapacağız. Gerçi ne için yaparsak yapalım, ben bu işi, yani fikirler üzerinde tasavvur etmeyi severim. Bu tartışmalar kimin işine yarar, bununla kimler ilgilenir onu da bilmiyorum. Yaşar Kemal senin dağarcığında balın olsun, alıcısı Bağdat’tan gelir demişti. Belki Bir gün olur bunları okuyup değerlendirecek birileri de çıkar. Ebem “Güzel bir emek hiçbir zaman zayolmaz” derdi bende buna inanmışımdır.
Bence bizlerin eskiden olduğu gibi, düşüncelerimizi olgunlaştırıp geliştireceğimiz, “çiğ iken pişeceğimiz” bir dergâhımız, bir okulumuz olmalı. Biz bunları toplumsal bir tecrübe edinelim diye buralarda muhabbet etmeliyiz. Ben bunun yokluğunu her adımımda hissediyorum. Eskiden yani Alevilerin dergâhları tekkeleri var iken, onlar şöyle yaparlarmış. Aynı zamanda bir eğitim kurumu da olan dergâhlarında, bütün bunlar üzerine muhabbetler ederlermiş. Bu muhabbetlere katılanlar, bu muhabbetlerde pişer buradan aldıkları ışığı başka yerlere yaymak için uğraş verirlermiş. Bence Alevi edebiyatı bu pınardan beslenerek doğup büyüyüp gelişmiş. Bu edebiyata “Alevi –Bektaşi tekke edebiyatı” denmesinin nedeni de bence bu; bu tanımlamayı doğru buluyorum. Alevi Dergâhları, Alevi Tekkeleri kapandı yavaş yavaş bu edebiyatta bitiyor. Bir pınarı kesersen, o pınardan beslen öz de belirli bir zaman sonra kurur, o pınarın özünden beslenen, kurt, kuş, börtü, böcekte başka pınarlar aramaya çıkarlar. Bize olan budur.
Değerli arkadaşlar, aydın insan kendi çağının kendi toplumunun hem tanığı hem de sanığıdır. Aydın olmak asla okul eğitimi ile ilgili olamaz. Bize işkence eden insanlarda, bir düşünce erbabını sürüm sürüm süründürmek için inceden ince yasa maddeleri yazan insanlarda okumuş yetişmiş insanlardı. Bu yüzden aydın insanla, iyi yetişmiş, iyi eğitimlerden geçmiş, iyi üniversiteler bitirmiş olmayı birbirinden ayırmak gerekir. Bence aydın insan, başına gelecek sıkıntılara rağmen, çağının, toplumunun sorularını çözmek için kendi kendisine görevler verip, her şeyi eleştiri süzgecinden geçirip, doğru bildiği yoldan ayrılmayan kişidir.
Ama aydın insan, sadece güzel düşüncelere sahip olan insan demek değildir, aydın insan bu düşünceleri için evinden çıkıp toplumsal bir mücadeleye katılan kişidir. Yani yemekçi olmanız için evinizde güzel yemekler yapmış olmanız yetmez, bunu toplumun beğenisine de sunmanız gerekir; buda bunun gibi bir şey. Aydın olan kişi bu görüşlerini de güzel bir biçimde ifade edebilmelidir. Örneğin Aleviler inandıkları görüşlerini Hakkın beğeneceği bir olgunluk içinde söylemişlerdir. Alevi edebiyatını Alevi sanatını yaratan ilkelerden biride budur, Aleviler yaptıkları her işi, söyledikleri her sözü, halkın hoşuna gitsin diye değil de Hakkın hoşuna gitsin diye yapma güdüsü içinde olagelmişlerdir. Alevi şiirine bu güzelliği veren şiiriyet duygusu belki de buradan gelir. Ünlü Rus Edebiyat adamı Belinski “Bir şiir, şiiriyet özelliği taşımıyorsa, güzel fikirler öbeğinden başka bir şey değildir” der. Alevi şiiri sadece güzel fikirler taşımaz, bunları güzel bir eda ile estetik duygularla verir. Çünkü onlarda sözün kendisi kutsaldır, bu yüzden onlar “söz uludur” derler. Hatayi “İnsana kıyan suçludur, söze kıyan katildir” diyor. Bu yüzden Aleviler söyleyecekleri her sözü, güzel söylemeye gayret ederler. Bunun için Alevi uluları ta bu yolun başında onlara “Pişir pişir söyle sözü arasında ham bulunur” demişlerdir. Yunus Taptuğun tapısında, kul olduk kapusunda / Yunus miskin çiğ idik / piştik elhamdülillah” diyor. Benim bu söylediklerim içinde çiğ bir söz varsa eğer, bunların bütün suçu sadece bende değildir, birazda bugün benim gibi çiğlerin pişecekleri bir dergâhımızın olmamasından dolayıdır. Utanacaksa bundan bizi (beni) mahrum edenler de utanmalıdır.
Dünyada aydınların, düşünce insanlarının, sanatçıların bu duygularını, düşüncelerini nasıl anlattıkları da ayrı bir konudur. Güzel bir düşünceye sahip olmanız yetmez, bunu o düşüncenin özüne yakışır bir güzellik içinde söylemeniz de gerekir. Şiirin avazıyla söylenirken, söyleyişteki avazın şiirin içeriği ile uyumlu olması da bundan gereklidir. Acıyı, yaslı bir temayı anlatan bir şiiri, şıkırdım şıkırdım bir oyun havasının avazıyla söylerseniz olmaz. Kalıcı olup çağları aşmanız, yani sözlerinizin çağlar geçtikten sonrada okunup söyleniyor olması da ayrı bir konudur. Dünyadaki sanatçıların, düşünce üreten insanların, bunu nasıl başardıkları ayrıca incelenmelidir. Biz şimdi biraz kendimize, yani Alevi sanatını, Alevi şiirini, Alevi edebiyatını yaratanların bunu nasıl başardıklarına bakalım. Şu soruyu kendi kendimize sormalıyız, bugün nasıl oluyor da 1300 yıllarında yaşayan Yunus Emre’nin, Kaygusuz Abdal’ın nefesleri okunup bize bir zevk verebiliyor. Asıl incelenmesi gereken sorunlardan biri de budur. Yunus’un düşüncelerini yazdığı deyişleri 700 yıldır zevkle okunuyor, Hayyam’ın şiirleri bütün dünya dillerine çevriliyor, peki söyler misiniz bugün kaç kişinin eseri böyle asırları aşacak. Bunun sırrı ne?
Nihat Sâmi Banarlı, Edebiyat Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan, “Resimli Türk Edebiyâtı Târihi” adlı eserinde bu durumu şöyle anlatır:
“Derviş sanatkarlar, inanmış insanlardı; Yetiştikleri sanat ve vicdan terbiyesi içinde yarattıkları eşya daima sağlam, güzel, hilesiz ve maddi endişelerin üstünde yapılıyor; bu terbiye Anadolu’da asırlarca bozulmamış bir esnaf ve sanatkar doğruluğu yaratıyor; büyük bir ahlak temeli atıyordu. Derviş sanatkârlar yaptıkları her şeyi, kullardan önce Allahın (Hak’kın -R) beğeneceği güzellikte ve sağlamlıkta yapıyor; böyle bir inançla çalışıyordu.”
“Güzel tekkeler yapmak, onları elde dokunmuş güzel nakışlı kumaşlarla süslemek, güzel giyinmek, güzel konuşmak, en güzel davranışlarla selamlaşmak çevrelerini el sanatlarının en güzel eşyası ile donatmak; yapılan ve yaratılan her türlü sanat eseri’ni kullardan ziyâde Allah (Hak-R) beğensin diye, en iyi, en güzel şekilde yapmak; nihayet şiirin, musikinin, sema’nın güzellikleri içinde coşmak Tanrıya kanatlanmış bu Hak yolcularına bir ibadet neş’esi veriyordu.”
“İslamiyet içinde yalnız bir vicdan hürriyeti olarak değil, bir medeni hamle olarak da tekke medeniyetibu duygudan doğmuştur.6
Nihat Sâmi Banarlı – Resimli Türk Edebiyâtı Târihi adlı kitabında bu yaratılan düşünceleri yaymak içinde şöyle düşündüklerini söylüyor.
Medrese, Kur’an-ı Kerim’in hadislerin tevsirin ve şeriatın ötesinde düşünmeğe lüzüm görmüyor; tekkelerde toplananlarsa: “Mâdem ki insan’sın; mâdem ki duyuyor, düşünüyor, seziyor ve seviyorsun; hergün biraz daha aydınlanmak ve büyük hakikat’i bulmak için idrakini yoracaksın; duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin. Sen söyleyemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları sanatlara sazlara, semalara söyleteceksin.” Şeklinde düşünüyorlardı7.”
Alevi edebiyatındaki güzelliğin, başarının nedenini bizler araştırıp bilince çıkarmalıyız. Nihat Sami Banarlı böyle diyor. Peki buradaki giz sadece bundan mı ibaret. Ben Alevi edebiyatındaki başarıda, onların uyguladığı batini felsefesinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü onlar her şeyi, sorgulamışlar. Babama “Batınilik ne diye” sorduğumda o bana “Görünen ardındaki gerçeği aramak” demişti. Nasıl yani dediğimde de “sen büyüyüp bilgi dağarcığın artıkça her şeyi farklı görmeye, onları farklı değerlendirmeye başlayacaksın” demişti. Sen şimdi baktığın her şeyi bugünkü bilginle, bugünkü görgünle değerlendiriyorsun, bilgilerin artıp çeşitlendikçe bakıp gördüklerini değerlendirmende değişecek, bunun için Hünkâr Hacı Bektaşi Veli “Derya ne kadar geniş olursa olsun, biz kabımız kadar alırız” demiş, demişti. Sahiden de ben büyüyüp bilgilerim yetkinleştikçe baktığım nesnelerde gördüklerimde değişti. Bendeki değişimde böylece sürüp gitti gidiyor.
Alevi şiiri söz konusu olunca Yunus Emre’yi anmadan geçmek olmaz. Profesör İlhan Başgöz hacemize “bugün konuşmakta olduğumuz bu dille (Oguzca’nın bu lehçesiyle) Yunus’tan önce yazılmış bir şiir var mı” diye sordum “yok” dedi. “Yunustan önce bir şiir, bir şiir ölçüsü olduğunu Kaygusuzu incelerken gördüm ama bu günlere kadar gelememiş” dedi. Şimdi düşüne biliyor musunuz, Yunus Emre gelişmemiş, Fuat Köprülünün anlatımıyla söylersek “iptidai bir dille” bir şiir geleneği yaratıyor, ama ne yaratıyor, bu yarattığı şiir türünün merhalesi olarak çağları aşıp ta bu günlere geliyor. Peki bu böyleyse bu nasıl mümkün oluyor. Bunu incelememiz, bilince çıkarmamız gerekmez mi? Fuat Köprülü Yunus’un bıraktığı etkiyi anlatırken şöyle diyor. “Büyük âşıklardan her birinin şahsiyetine, mutasavvıfâne kabiliyet derecesine göre, bu te’sir, farklı derecelerde göze çarpar; bu yüzden, her hangi bir âşıkı tetkik ederken, onun san’atını meydana getiren unsurlar arasında Yûnus te’sirini aramayı hiçbir zaman ihmal etmemeliyiz.8” Bunları okuyunca insanın öf yani öf diyesi geliyor değil mi? Gücün yetiyorsa deme. Peki bu böyleyse, aydın üzerine söz söylerken biz Yunus’u, Kaygusuz Abdalı nereye koyup nasıl değerlendireceğiz. Onlar hangi kategoriye sığabilirler. Onlar çağlarının, toplumlarının tanıkları, her şeyi eleştiri süzgecinden geçirip çağları aşacak derinlikte güzel bir şeyler üretmişler. Onlar toplumun egemen din anlayışını “ti”ye alıp eleştirmekten çekinmemişler. Bunları nasıl ölçüp tartacağız.
Sonuç olarak sadede gel derseniz, ben aydın olma tutumunun düzene, egemen çevrelere yaranmaya çalışmadan, toplumdaki her şeye eleştirel bakıp, çağın, toplumun, bilimin, insanın yararına olacağına inandığı düşüncelerini, o düşüncelere yakışacak güzellikte söyleye bilmeyle ilişkili olduğuna inanıyorum. Bize DAL denen işkence hanelerde işkence eden insanlarda son derece iyi yetiştirilmiş, bu alanda eğitim görmüş insanlardı, Sokrat’ı yargılayıp onu ölüme mahkûm eden insanlarda iyi yetişmiş insanlardı, ama bunlara aydın denilebilinir mi, bu yüzden her eğitimli insan ile aydın insan arasında bir fark olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Benim bu konuda söyleyeceğim son söz budur.
Sözlerimi eleştiriyi anlatan güzel bir dörtlükle bağlamak istiyorum.
Cahil meclisinden firar eyledim
Kamil meclisinde karar eyledim
Övdüler beni zarar eyledim
Tenkit edilince karımdır bildim.”
1 Bakara Suresinin 47. Ayeti şöyle diyor: “Ey İsrailoğulları, size ihsan ettiğim niğmetimi ve bir zamanlar sizi âlemlere üstün kılışımı hatırlayın”. Elmmalı Hamdi Yazır meâli
2 Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an-ı Kerîm Yüce Meâli, Yayına hazırlayan Kasım Yayla, Merve yayınlarından çıkan kitabından. Yazıda Kur’an’dan yapılan alıntılarda bu kitap kullanılmıştır.
3 Abdülbaki Gölpınarlı “Tasaffuftan Dilimize geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkilap yayınları Ankara 2004, sayfa255.
4 Felicien Challaye, Dinler Tarihi, Varlık Yayınları birinci baskı 1960, dördüncü baskısı 1998, önsöz sayfa 5
5 Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t – Tevârîh, Çev: Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kutumu yayınları Ankara 2006, önsöz.
6 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, cilt 1, M.E.B. İstanbul 2004, sayfa 125- 126
7 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, cilt 1, M.E.B. İstanbul 2004, sayfa118-119
8 Prof Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, altıncı baskı Ankara, sayfa 355

Hiç yorum yok: