Mahmut Balpetek
Kürtlerin tarihi her ne kadar özgürlük için mücadele ve yenilgiler tarihi olarak anılıyor olsa da, bir o kadar da ihanet ve bıra küjinin (kardeşin kardeşi öldürmesi) tarihidir.
Kürtler esaretleri altında kaldıkları devletlerin baskı ve zulme dayalı kıyım politikalarının yanında kendi aralarında da, kimi zaman kıyıma varan iç kavgalar yaşadılar. Kürtlerin özgürlük mücadelesinde verdikleri kayıpların yanında azımsanmayacak kadar kurban da kendi iç savaşlarında (bıra küji ) vermişlerdir.
Bu yazıda Kürtlerin özgürleşmek için verdikleri mücadelenin tarihinden bazı kesitler etrafında bıra küjiliğin nedenlerini ve doğurduğu sonuçları irdelemeye çalışacağım.
Yarı Özerk Yapı Olarak Mirlikler
1516 yılında Kürtlerin Osmanlı ile yaptıkları anlaşma ile bölge çeşitli Emirlikler tarafından yarı özerk bir şekilde yönetiliyordu. 19. yüzyılın başlarına kadar Kürdistan bu statüsünü korudu. Bölgede birkaç emirlik vardı. Güneyde Süleymaniye ve Zaho sancaklarında Baban Emirliği kuzeyine doğru büyük bir alanda Soran Emirliği, Soran’ın batısında Bedirhan Emirliği, Soran Emirliğinin daha kuzeyinde Hakkari Emirliği, Hakkari ve Bedirhan Emirliğinin daha batısında merkezi Cizre olan Botan Emirliği yer alıyordu. Yarı özerk idari yapı sorunsuz bir yönetim modeline karşılık gelmemekteydi. Emirlikler Kürdistan coğrafyasında yaşanan sorunlar kendi aralarında çözmek yerine, Dersaadet’e taşıyarak merkezi iktidarın içişlerine müdahalesini kolaylaştırmışlardı. Dolayısıyla merkezi iktidarın Mirlikleri birbirine karşı konumlandırarak çatışmalarına olanak sağlamayı kolaylaştırıyorlardı. Yani, yarı özerk statülerine rağmen emirlikler, merkezi iktidarın müdahalesini ortadan kaldıracak olan kendi iç birliklerini kurma feraseti gösteremiyorlardı. Kürdistan 19. yüzyılın başına kadar bu emirlikler aracılığı ile yarı özerk olarak yönetildi. Ancak, Osmanlı’nın İmparatorluğunun merkezileştirme politikası Kürtlerin verili bütün kazanımlarını ortadan kaldırılmaya neden oldu. Yeni durum Osmanlı ile Emirliklerin çatışmasını da beraberinde getirdi. 1821 yılında Emir Bedirhan, Botan Emirliğinin başına geçtiğinde Osmanlının başında 2. Mahmut vardı. Sultan Mahmut, Sultan Selim döneminde yarı otonom durumundaki Kürt beyliklerine sıcak bakmıyordu. 2. Mahmut Kürt liderlerini tanımadığını ortaya koymuş ve onların yerine Kürtlerin başına Türk memurlar atamıştı. Buna rağmen Kürtlerden sürekli asker ve vergi talep ediyordu. Osmanlıya asker ve vergi vermek istemeyen Kürtler tepkilerini farklı yollar ile dile getiriyorlardı. Bu tepkiyi örgütlemek ve bir başkaldırıya dönüştürmek isteyenlerin başında Mir Bedirxan bey vardı. Bu yüzden Osmanlı Bedirxan Beyle ilişkiler kurmayıp cezalandırmak istiyordu. 1838 yılında merkezi iktidar hizaya getiremediği Bedirxan Beye bir ders vermek için ordularını gönderip Cizre’yi abluka altına aldırdı. Ardından Bedirxan bey teslim olmak zorunda kaldı, yetkileri kısıtlandı, sonra da serbest bırakıldı. Kürt beyleri içerisinde Bedirxan bey örgütçü, zeki oluşuyla tanındı, ilk çarpışmadan yenik çıkmış olsa da pes etmedi. Kolay kolay bir araya gelip tek bir bey etrafında toplanmayan Kürt beylerini kendi liderliğindeki beylik etrafında toplamayı başardı. Osmanlıya karşı Van beyi Mahmut bey ve kardeşi Abdullah beyi bu birliğe katmaya ikna etti. Hedef Osmanlıya karşı ayaklanmak, Kürdistan’ı özgürleştirmekti.1840 yılında Bedirxan Bey önderliğinde ittifaka giren Kürt beyleri Viranşehir Sincan, Siverek, Diyarbakır, Siirt, Urmiye, Sablah, Musul ve Ravendiz, Osmanlının elinde olan yerleri, Bedirxan Bey kendi egemenliği altına aldı. Bedirxan Bey bu genişlemeden dolayı bir gün büyük devletlerden kendine tepki geleceğini bildiğinden, devlet gibi davranıp ordusunu güçlendirmek için Avrupa’dan askeri alanda uzmanlar getirdi, savaş teknolojileri konusunda eğitim görmelerini sağladı. Savaş hazırlıkları Miri Van gölünde tersaneler kurarak gemi yapmaya kadar götürdü. Ordusunu güçlendirmek için her yola başvurduğunu gören Kürdistanlılar Botan’a akın etti ve Kürt ordusu inanılmayacak kadar büyüdü.
Tarih 1842’yi gösterdiği zaman Bedirxan bey Kürdistan’daki tüm Kürt beylerini hâkimiyeti altına alıp onlarla ‘’kutsal ittifak’’ adı altında bir anlaşma imzaladı, Kürt beyleri kendisine boyun eğmek zorunda kaldı. Bunun belirleyici nedeni; Bedirxan bey dışında hiçbir mir, Barut ve silah imal eden fabrikalar kuracak, Van gölünde gemi yapacak kadar güçlü olmamasıydı. Bedirxan bey en sonunda 1842 de bağımsızlığını ilan etti. Para bastırarak Cizre’nin başkent olduğunu duyurdu.
Osmanlı bu arada boş durmadı. O güne kadar dostça yaşamanın da ötesinde, 1838’de, Osmanlı’ya karşı savaşan Kürtlere destek veren Nasturiler ile Kürtler karşı karşıya getirdi. Bedirxan bey 100.000 kişilik ordusuyla sayıları binler olarak anılan Nasturi’yi katletti. Gerekçesi ne olursa olsun, katliam sonuçları itibari ile Osmanlı’nın istediği doğrultuda , onun hesaplarını hayata geçirmeye yardımcı olan bir kalkışma olmuştu. Zira Osmanlı kendisine karşı gerçekleşecek bir başkaldırının arifesinde Kürt coğrafyasında büyük bir iç çatışma yaratmış ve kendisine karşı ortak hareket etme potansiyeline sahip olan güçleri karşı karşıya getirme becerisini göstermiştir. Bu durum aynı zamanda, emperyalist ülkeleri yanına çekmek için sahici bir neden olmuştu. Osmanlının merkezileşme politikasını boşa çıkarmak yerine ona nesnel zemin hazırlayan bu kalkışma, tarihe Nasturi katliamı olarak geçecekti.
Doğal olarak, katliama Osmanlı ve Batının tepkisi gecikmedi, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar Osmanlı’ya baskı yapıp Bedirxan Bey’in cezalandırılmasını isterler. Ancak içinde bulunduğu koşullar nedeniyle Osmanlı büyük bir savaşa cesaret etmez, ama Bedirxan beyi de Avrupa’nın baskısıyla tutuklayarak Kürt Devletinin oluşumunu dağıtmayı hedefler. Teslim olmayı reddeden Bedirxan bey, Osmanlı ile savaş odaklı bir strateji devreye sokar.
Bedirxan’ın ikna yoluyla teslim olmayacağını gören Osmanlı, Mısır meselesini çözmesinin ardından, büyük bir ordu kurup iki koldan, 35.000 kişiden oluşan tam teşkilatlı orduyu savaş için harekete geçirir.Bedirxan bey 35.000 kişilik düzenli orduya 15.000 kişilik ordusuyla karşılık verdi. Bölgenin dağlık olması sebebiyle Bedirxan Bey kuvvetleri galip geldi, bu yolla galip gelemeyeceğini anlayan Osmanlı kuvvetleri, başka yollar aramaya başladılar. Tam bu sırada Kürtlerin tipik hastalığı ihanetçilik devreye girdi. Bedirxan beyin liderliğindeki isyanı başarı ile ilerlerken, Cizre’yi savunması için görevlendirdiği Yezdan Şer, Müşir Osman Paşa’nın vaatlerine kanarak saf değiştirip halkına ihanet eder ve başkaldırı yenilgiyle sonuçlanır.
Bedirxan uğradığı ihanetin şokunu üzerinden atarak harekâta geçti. Cizre’yi tekrar almak için ordusunu seferber etti. Çok geçmeden Cizre’yi geri aldı. Ama bu durum fazla sürmeyecekti. Yorgun düşen orduya kolera hastalığı bulaştı, Osman Paşa Cizre’yi kuşatıp Bedirxan’ın başkenti bırakıp kaçmak zorunda bırakır ve Bedirxan Bey Ewrax kalesine sığınır.
Burada altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken tarihsel bir olay da, Bedirxan Beyin de 1838 yılında bir Kürt Beyi olan Sait Beye ihanet ederek kendisini Osmanlıya yakalatmasıdır. Yaşanan başkaldırılar, Kürtler için adeta ‘tarih tekerrürden ibaret’ dedirtecek cinsten gelişmekte, her başkaldırı kendi içinde ihaneti / bıra küjiyi bir genel kural gibi var etti.
Ewrax kalesi 4 gün süren kuşatma sonucu düştü. Bedirxan’ın teslim olması halinde canına, malına ve ailesine dokunulmayacak sözü verildi ve 28 Temmuz 1847’de teslim oldu. Önce İstanbul sonra Girit’e sürgün edildi. Bedirxan Bey ölmeden önce çocuklarını çağırıp ‘‘Hepiniz evlerinizde Kürtçe konuşun, eğer onlarla Kürtçe konuşmazsanız Kürtçeyi unutursunuz, Kürtçeyi unutursanız Kürdistan’ı unutan benim evladım değildir.’’ Diye vasiyet etti.
Mir Bedirhan İsyanın en önemli sonuçlarından biri de Kürtler içinde farklı aşiretler ve bu yapılara dayalı ihanetçilik ve bıra küjiliğin yanında, coğrafyada yaşayan farklı inançların da Emperyalistlerin böl yönet politikasına araç olabileceğini göstermiş olması idi. Mirlik sonrasını Osmanlının bölgeyi yeniden inşa çabaları
Kürt’ler; Yavuz Selim döneminden başlayarak, yarı bağımsız ‘’Mir’’ler aracılığı ile yönetilme biçimini, Osmanlı “Mir’’ kurumunu, kanlı bir biçimde derdest ederek sonlandırdı. ‘’Mir’’lerin elindeki erki, kendine direkt bağlı olarak, ağalar, melleler ve şeyhler arasında paylaştırır. Bu yeni dönemde, bağımlılık halini pekiştirmek ve kalıcılaştırmak için gerekli idari düzenlemeler yapmayı ihmal etmemişti. Bu saik ile çıkarılmış en önemli kanunlardan biri olan 1858 tarihli Osmanlı arazi kararnamesi, Kürdistan’ın sosyal ve siyasal yapısında önemli değişimlere neden olur. En önemli değişim ise aşiret yapısının çözülme trendine girmiş olmasıdır. Kararname ile toprağa yerleşim artar ve toprağı işlemede modernleşmenin kapısı aralanır. Zengin kent eşrafı, geniş topraklar edindi. Az topraklı köylü, toprağını koruyamadığından, az sayıda olan toprak işçilerine katılmak zorunda kalarak, emekçilerin sayısında artışa neden oldu. Kürdistan’da yerleşik topluluklarla birlikte, göçebe ve yarı göçebe toplulukların da varlığını sürdürdüğü bu zaman periyodunda; toprağa yerleşim giderek arttı. Bu süreç; Kürtlerin, sosyo-ekonomik yapısının değişiminde itenek işlevi gördü. Feodal güçlerin egemen olduğu toplumda, hakim olan kapalı ekonominin doğası gereği malın malla takası belirleyici ticaret biçimiydi. Bölgenin bazı illerinde, ticaret ve el tezgâhları oldukça ileri düzeyde olmasına karşın ekonomik hayatta belirleyici olan hayvancılık ve hayvancılık ürünleriydi. Kararname her ne kadar Kürtlerin statüsünü ortadan kaldırmak amacı ile çıkarılmış olsa da yeni üretim ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştu. İlkel göçebe Kürt aşiretlerini toprağa yerleştirerek, burjuva ekonomik sisteme doğru evirilmesine katkı koymuştu. Haberleşme ve iletişimi gelişmesi, uluslaşma sürecine olumlu etkide bulunmuştu. Osmanlının hayata geçirmeye çalıştığı asimilasyoncu politikalar karşısında gelişen bilinç, ulusal talepler etrafında şiddet ve kanla bastırılan isyanlara yol açmıştı. Bir taraftan bu isyanlar peş peşe gerçekleşirken, öte yandan ihanetler ve bıra küjilik daha da artarak aktüel hale gelmişti.
Merkezi hükümet, kararnamenin Kürt toplumunun sosyolojik yapısındaki ilerlemeye yaptığı katkıyı durdurmak, ya da hızını kesmek için, bir yandan aşiretleri sıkıca denetimine aldı. Diğer yandan coğrafyaya dönük geliştirdiği ekonomik politikalarla feodal yapının çözülmesini yavaşlattı, yeni üretim ilişkilerinin gelişmesine tıkaç koydu.
Osmanlının Tekleştirme Hareketi ve Hamidiye Alayları
Hamidiye Süvari Alayları 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerini dışarıdan tehdit eden Rusya ve bölgede Kürt aşiretleri ve şeyhlerinin kurduğu Osmanlı otoritesine paralel otoritenin gücünü ıslah etmek amacı ile Abdülhamid tarafından kurulmuştu.
Merkezi Osmanlı otoritesinin, periferisini merkeze bağlama ve daha iyi idare etme varsayımlı çabalar büyük ölçüde akamete uğramıştı. İmparatorluğun bekasının tek yolu periferisini merkeze bağlamak iken, söz konusu dönemde palazlanmaya başlayan milliyetçi-devrimci Ermeni siyasi örgütlenmeler ve faaliyetleri, merkezdeki siyasi elitlerin ve Sultan Abdülhamid’in birinci gündem maddesiydi. Bu dönemde Ermeniler Osmanlı hükümet çevrelerince, devlet otoritesine meydan okuyan ve Rusların hesabına çalışan “hain” unsurlar olarak kodlanmışlardı.
Esasında devletin hain ve düşman skalası ve envanterinde bölgedeki başına buyruk, devlete vergi ödemeyen, imparatorluğa asker göndermeyen, imparatorluğun sınır bölgelerini korumadığı gibi güvenliğini tehdit eden, her türlü sadakatten azade ve devletin değişmez dış düşmanı Kürt aşiretleri de varlığını sürdürmekteydi. Ancak, Sultan II. Abdülhamid ve şürekâsı Zeki ve Şakir paşalar, bu “düşman” unsurlardan Kürt aşiretlerine yakınlaşarak, onu devlet otoritesine meydan okuyan yerel bir merkezkaç güç olmaktan çıkarıp merkezin uzantısı ve kendisine “sadık” bir etnisit haline getirmeye çalıştı. Fakat tahayyül edilen bu “sadakat” ziyadesiyle kaygan bir zemine oturuyordu ve kalıcı hiçbir etki taşımıyordu. Zira başına buyrukluk Kürt aşiretlerinin teşkil ettiği Hamidiye Alayları’nın adeta genetiği haline gelmişti ve devletin onlara sağladığı ayrıcılıklar bölgede deyim yerindeyse bir rant ve talan ekonomisinin patlamasına cevaz veriyordu. Günümüzdeki, koruyuculuk sisteminin öncülü olarak kabul gören, Hamidiye Alayları’nın teşkili bu ihtiyacın giderilmesi için hasıl olmuştur.
Hamidiye Hafif Süvari Alayları seçme Kürt aşiretlerinden müteşekkil düzensiz bir milis gücüydü. Bu milis güçlerinin teşkil edildiği coğrafyanın uzamı kabaca Ağrı Dağı’nın kuzeyinden günümüzde İran, Irak ve Türkiye sınırlarının birleştiği alana, güneybatıda Cizre’ye, batıda Erzincan’a kadar genişleyen bir araziyi kapsıyordu. Oldukça stratejik öneme sahip bu coğrafya Çarlık Rusya için hayati bir güç temerküz alanı idi. Mezkur bölge aynı zamanda, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kanlı çarpışmaların cereyan ettiği ve Ermeni milliyetçi-devrimci faaliyetlerinin kuvveden fiile çıktığı bir coğrafyaydı.
Meseleyi Osmanlı devlet otoritesi açısından daha çetrefilli hale getiren, kontrolü zor bir bölge olmasıydı. Islahat hareketleri çerçevesinde merkezi devlet yapısını sağlamlaştırmak adına bölgenin vergiye bağlanması, askerlik hizmetlerinin muntazam ifa edilmesi ve idari reformların gerçekleştirilmesi için atılan adımlar bölge söz konusu olduğunda akamete uğruyordu. Kürt aşiret reisleri ve şeyhlerden teşekkül iktidar odağı bu bölgede Osmanlı yöneticilerinden daha fazla itibar görüyor ve devletin ta kendisi olarak telakki ediliyordu.
Sultan Abdülhamid’in mutlak iktidarına neredeyse alternatif teşkil edecek bu yapılanmanın çözülmesi, bölgenin Osmanlı saflarına katılması, Rus tehlikesine karşı bölgedeki askerî varlığın güçlendirilmesi, Kürtlerin İmparatorluğa sadakatle bağlı kılınması ve daha da önemlisi Ermeni faaliyetlerinin bastırılması gibi nedenler, alayların gelişimindeki arka planı besleyen tetikleyici faktörlerdi.
Silahlandırılarak, devletin birçok ayrıcalıklarından faydalanan aşiretlerin, yerleşik hayata geçmeleri, Sultan’a ve imparatorluğa sadık kalmaları için maddi teşvikler sağlandı. Hamidiye projesi Abdülhamid sonrası da varlığını sürdürdü. İttihat ve Terakki’nin siyaset sahnesine hâkim olduğu dönemde Aşiret Hafif Süvari Alayları olarak ismi değiştirildi ancak işlevi ve ifa ettiği görevleri yeni döneme göre revize edilerek esasını muhafaza etti. İttihat ve Terakki’nin, Birinci Cihan Harbi’ne girince, Alaylar özellikle Teşkilat-ı Mahsusa’nın vurucu timleri haline geldiler ve daha da önemlisi Ermenilerin tehciri ve akabinde imhası siyasasının uygulayıcısı failler olarak görevlerini “layıkıyla” yerine getirdiler.
Unutmamak gerekir ki; Hamidiye Alayları’nın örgütlemesi ve teşkilinin sağlanması için Zeki ve Şakir Paşalar aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in sözüm ona Ermeni reformlarının gerçekleştirilmesi için bölgeye gönderilen unsurlardı.
Bu bağlamda bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Farklı etno-dini toplulukların meskun olduğu bu bölgede toprak gaspı, bunun etrafındaki güvenlik olgusu ve neredeyse bu sorunlarla at başı giden şiddet 20. yüzyıla girerken Kürt toplumunun toplumsal ve siyasi dinamiklerinin önemli bir veçhesini oluşturuyordu. Bu, Kürtler ve Ermenilerle mukim Osmanlı aşiret bölgesinde gücün değişen doğasını açık bir biçimde etkiledi. Toprak gaspı, şiddet ve yükselen etnik çatışmanın geniş arka planı, Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen Ermeni soykırımında önemli bir rol oynadı ve aslında, günümüzde Türk-Kürt ilişkilerinin şekillenmesinin temelini teşkil etti.
Ermeni katliamının mimarı olan siyasi aktörler, yani Abdülhamid rejimi ile İttihat ve Terakki liderlerinin güttükleri amaç ve kuvveden fiile çıkarmaya çalıştıkları “proje”ler de önemli farklılıklar mevcut idi. Ermenilere yönelik uygulanan şiddet bir ölçüde somut olarak süreklilik göstermiş olsa da, esasında İttihatçılar, Abdülhamid’in başlattığı Sünnileştirme siyasetini Türkleştirme projesi ile taçlandırmışlardı.
Bir başka ifade ile, Abdülhamid döneminde Ermenilere yönelik şiddet, onların reform taleplerini bastırma ve bu taleplerle devleti dış baskılara açık hale getirdikleri için bir çeşit cezalandırma ve bu toplumu baskılama “terbiye etme” işlevi görmüştü. Ancak İttihatçılar açık bir biçimde imha siyaseti gütmüşlerdi. Kendi varlıklarına ve ulusal egemenliklerine tehdit olarak gördükleri Ermeni toplumunu topyekûn “hasım” olarak kodlamış ve 1878 Berlin anlaşmasıyla artık uluslararası siyasetin bir parçası haline gelen bu “gaile”yi Talat Paşa’nın kendi ifadesiyle “kamilen izale etmek” saiki ile hareket etmişlerdi. Dolayısıyla uygulamaya konulan şiddetin dozu ve içeriği de buna göre şekillenmişti.
Bu minvalde 1895-96 katliamlarını 1915’in bir provası gibi okumak, süreci anlamak için kaçınılmaz bir yönteme karşılık gelmekteydi. Yine bu bağlamda bugün Türk devlet siyasetinin şiarı haline gelen “Tek devlet, Tek Millet, Tek vatan, Tek bayrak” ‘ın temeli atılmış olundu. Önce İslamlaştırmak, ardından Türkleştirmek, Osmanlının daha o günden devreye koyduğu, TC’nin devamcılığını üstlendiği politikanın adı olageldi.
Dolaylı Bıra Küjilik, Aşiretler ve Şeyhler
Osmanlı döneminde Kuzey Irak’a El Cezire denirdi. El Cezire vilayeti’nin (Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesiştiği nokta) Barzan Bölgesi civarında Nakşibendiliğin Halidye koluna bağlı Barzan ailesi, Osmanlı Dönemi’nde Baban emirliğinin merkezi olan Süleymaniye’de Kadiri tarikatına bağlı Berzenci ailesi hüküm sürmekteydi. Kadiri tarikatına bağlı diğer bir aile ise Kerkük civarında otur an Talabani’lerdi.
Berzenci ve Talabani ailelerinin Şeyhi olan Halid-i Bağdadi, başlangıçta Kadiri iken takipçileri, 1809’da Nakşibendîli tarikatına geçiş yaptı ve Süleymaniye’de ilk Halidi tekkesini kurdu. Bu değişimi Berzenciler ve Talabaniler tarafından şiddetle kınandı. İstanbul ise Halidileri destekler, çünkü Nakşibendîlik 1826’dan beri adeta resmî tarikattı. 1908’de Meşrutiyet ilan edildiğinde, Berzencilerin aşiret lideri Şeyh Sait bu değişimi karşısında devlete isyan etti. Şeyh Sait’in Musul’da İttihatçılar’ın yönlendirdiği halk tarafından linç edilmesi üzerine oğlu isyana devam etti. İsyanı sürdüren bu kişi Kürt milliyetçiliğinin en önemli figürlerinden biri olan Şeyh Mahmut Berzenci‘ydi.
Barzaniler ise ünlü Nakşibendî aileleriyle evlilik yoluyla ‘asalet sahibi’ olmuşlar ve Nakşibendîliğin devlet içindeki ayrıcalıklı konumunun tadını çıkarmaktaydılar. Ancak merkezin Barzan’daki aşiretlerinin yerleşik düzene geçirmek istemesi üzerine 1903 yılında isyan ettiler, liderleri Şeyh Muhammed Barzani asıldı, isyan bastırıldı, Barzan Aşireti’nin diğer liderleri tutuklanarak bir buçuk sene Diyarbakır Cezaevi’nde tutuldu. Şeyh Muhammed’in yerine oğlu Şeyh Abdüsselam geçti. Şeyh Abdüsselam 1907-1913 yıları arasında bir kaç kez İstanbul’la karşı karşıya geldi, 1913’te İran’a sığındı, ardından Tiflis’e geçerek Ruslar’la görüştü. Dönüş yolunda Osmanlı askerlerine yakalandı, Süleyman Nazif’in düzenlediği göstermelik bir mahkemeden sonra 1915’te idam edildi. Kardeşi Molla (Mele) Mustafa Barzani 1950’lerde Kürt milliyetçiliğinin bir diğer önemli figürü olacaktı.
Kerkük civarındaki Talabaniler ise, 1880’de Osmanlı Devleti’ne milliyetçi söylemle isyan eden ilk Kürt beyi olan Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah’ın köyü Nehri’ye yerleştiği için Sadate Nehri adını alan Musul’lu bir ailenin üyeleriydiler. Şeyh Ubeydullah Nakşibendîliğin Halidiye koluna bağlıydı. Sadate Nehri Ailesi’nin şeyhliği ise aynen adı gibi soydan değil, Musul civarında yaşayan bir Kadiri şeyhinden bir zamanlar alındığı iddia edilen icazetten geliyordu. Günümüzde Irak Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani bu ailenin üyesiydi.
30 Ekim 1918’ de Mondros Mütarekesi imzalandı, 10 kasım 1918’de Ali İhsan Sabis Paşa Musulu İngilizlere terk etmek zorunda kaldı. Ardından Binbaşı Noel Süleymaniye’ye giderek başta Şeyh Mahmut Berzenci olmak üzere Kürt aşiretleri ile bir Kürt Federasyonu kurulması doğrultusunda anlaştı. Şeyhe silah, mühimmat ve aylık 10 bin rupi maaş bağlandı. Ancak bütün çabalara rağmen Kürt Federasyonu bir türlü hayata geçmedi. Çünkü, Kürtlerin çoğunluğu Nakşibendi tarikatına bağlı iken Şeyh Mahmut Berzenci Kadiri idi. Dahası Kadiri tarikatına bağlı olmasına karşın Telabaniler de Berzenciler ile çatışma halindeydi. Dolayısı ile Şeyhe kendi aşireti dışında tüm aşiretler karşıydı. Kerkük, Kifiri, Erbil gibi şehirlerin yerleşik aydın sınıfları ise dağlı bir aşiret olan Berzencilerin yönetimi altına girmeyi redederler.
Öte yandan, Şeyh Berzenci, bu konumunu borçlu olduğu İngilizlerle uyum sağlamaya da yanaşmıyordu. İngilizler Şeyh Mahmud’un liderliğinde hayal ettikleri türden bir yapı oluşturamayacaklarını anlayınca Şeyhin yetkilerini kısıtlarlar. Şubat 1919’da Kerkük ve Kifri, Şeyh’in Kürdistan’ından ayrılarak doğrudan Bağdat’a bağlanma kararı alındı. Onları Köysancak, Revandiz, Halepçe ve başka merkezler izledi. Bunun üzerine Berzenci, bazı Kürt aşiret ve öbeklerin yardımıyla 21 Mayıs 1919’da ‘isyan’ çağrısı yapar, Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alıp bağımsız Kürdistan Hükümeti’ni ilan eder. İngilizlerin buna tepkisi sert olur. 17 Haziran 1919 günü Kerkük – Süleymaniye arasında bulunan Baziyan Geçidi’nde yapılan savaşta İngilizler Berzenci güçlerini ağır bir yenilgiye uğratır. Yenilginin bir nedeni de; başta Caf, Pişdar ve Talabaniler olmak üzere birçok Kürt aşiretinin, İngilizlerin yanında yer almasıydı. Yaralı ele geçirilen Mahmut Berzenci, Bağdat’ta yargılandı, idam cezasına çarptırıldı ama idamının yaratacağı sonuçlar düşünülerek, Britanya sömürgesi Hindistan’a sürgüne gönderildi. Ayaklanmaya katılan Kürt köyleri havadan bombalanarak cezalandırma işlemi tamamlandıktan sonra İngilizler kendilerine Kürt aşiretleri arasında yeni müttefikler aramaya koyuldu.
Berzenci ayaklanmasında görüldüğü gibi aşiret ve aydınların egemenlere karşı Kürtlerin özgürleşmesi ortak paydasında, birleşmek yerine kendi aşiret çıkarlarını öncelemeleri, Kürtler açısından ağır sonuçlar doğurmuştu. Bu gün Kürtlerin dünyada statüsüz yaşamalarının altında yatan nedenlerin başında aşiretlerin başlattıkları, erken iktidar kavgası yatmaktaydı. Bu kavga aynı zamanda bıra küji vakasına baz teşkil edegelmiştir. Bıra küjiliğin tipik bir tezahürü olan bu durum, Kürtlerin tarihinde değişmez doğa olayı gibi kendini tekrarladı. Yeni bir aşiretin önderliğinde örgütlenen isyan ve isyanın liderliğine karşı çıkan diğer Kürt aşiretlerin işgalci, emperyalist güçlerle işbirliği sonucu başkaldırının bastırılması adeta bir kurala dönüştü.
Cumhuriyet Dönemi Kürtler
1908 Meşrutiyet’inin ardından İstanbul’da kurulan Kürt örgütleri, yayınları ve aydınları, Kürtler için ’demokratik haklar’ istediler. Ancak aynı kadrolar bu taleplerine karşılık bulamayınca 1919-1920‘li yıllarda ayrılma veya özerklik için mücadele ettiler. Bu eğilim Kürt coğrafyasında da etkin görüş olmuş, diaspora Kürtleri ile Kürt coğrafyasında yaşayan Kürtlerin ulusal taleplerinde, bir uyum ve paralellik kurulmuştu. I. Dünya savaşı sonrası Türkiye toprakları itilaf devletleri arasında paylaşılmış ve egemenliği sınırlandırılmıştır. Kürt coğrafyası İngiliz ve Fransızlar arasında pay edilmiştir. Bu iki itilaf devletinin birinin ya da her ikisinin himayesinde Kürdistan kurmak fikri, geniş bir Kürt kesim tarafından benimseniyor olsa da buna, Kürtler’in Osmanlı Devleti ile olan tarihsel ve kültürel bağları nedeni ile Osmanlı Devleti’nin himayesinde özerkliği gerekli gören küçümsenmeyecek bir direnç de vardı. Örneğin; 1921 Haziran ayında Kürt liderler ile Ankara hükümeti arasında küçük çaplı çatışmalar sonunda karşılıklı delegelerin anlaştığından ve imzalanan bir protokolden söz ediliyor. ( belge Robert Olson’un Kürt Milliyetçiliği ve Şeyh Said adlı kitabında ilk olarak yer aldı. İngiltere belgelerinden alınmıştır.) Mardin’deki aşiret liderlerinden Pirizade Bekir, Derwîn’den Musa Beg ve Millî Aşiret Reisi Mirliva İbrahim Paşa, Kürt tarafının önde gelenleri olarak bu belgede ismi geçenler, Mustafa Kemal liderliğindeki hükümet tarafından otonom bir Kürt devletinin resmen tanınmasından bahseden bu tutanağın Haziran’ın son günlerinde karşılıklı olarak imzalandığı belirtilmekteydi. Fransız arşivlerindeki belgeye göre antlaşma şu noktalardan oluşuyordu:
1-Ankara hükümeti tarafından Kürtlerin yaşadığı bölgede otonom olan bir Kürt devleti tanınacaktır.
2-Sınırlar Kürtler tarafından çizilecektir.
3-Türk jandarmalarının ve Türk devlet görevlilerinin Kürdistan’ın sınırları dışına çağrılacaktır.
4-Otonom Kürdistan örgütlenme işlerinden Türkiye elini çekecektir.
5-Ankara hükümeti tarafından toplanan tüm askeri vergilerin ve askeri bağışıklıklar Kürtlere tahsis edilecektir.
6-Türkiye toprakları içinde kalan Kürtler dış mihraklara karşı korunacak ve orduda bulunan Kürtler özgür bırakılacaktır.
Devamında cumhuriyet kendini konsolide etme doğrusuna girdiğinde, bütün diğer akit ve anlaşmalar gibi, bu protokol de kadük saydı. Bu durum karşısında hangi güçlerle anlaşarak özgürleşmenin sağlanacağı konusunda bölünmüş olan Kürt dinamikleri, gelişmenin seyrini değiştirecek bir direnç göstermeden sonuçları kabul etmek zorunda kaldı.
Bu dönem ülke coğrafyasının zor zamanlarıydı. Umut ile umutsuzluğun, direnmek ile teslim olmanın, kazanmanın ve kaybetmenin birbirine en yakın durduğu yıllardı. Örneğin; aralarında İsmet İnönü, Halide Edip Adıvar ve Refet Bele gibilerinin olduğu birçok Türk yurtsever insanı, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olamayacağını düşünerek, ehven-i şer olarak Amerikan mandasını kabul etmek istemişlerdi. Halide Edip’in 10 Ağustos 1919 tarihli Amerikan Başkanı Wilson’a yazdığı ya da İsmet İnönü’nün Kazım Karabekir’e gönderdiği mektuplarda açıkça Amerikan mandası dışında bir yol görmediklerini ifade etmeleri gibi. Zira aynı dönemde Kürt’lerin de ağırlıklı bir kesimi, İngiltere mandasında Kürdistan kurmak istemişlerdi. Emin Ali Bedirhan (Kürt Teali Cemiyeti Başkan Yardımcısı), Sabri (Kürt Öğrenciler Birliği Başkanı), Kemal Fevzi (Kürt Basını Adına) altına imza attıkları 24 Mart 1920 tarihli ‘Majestelerinin Britanya Başbakanı’na’ başlıklı mektupta, bağımsız Kürdistan için İngiltere’nin yardım ve himayesini talep etmişlerdi.
İki ayrı ulusal topluluk adına iki ayrı itilaf devletine yapılan bu başvurular, içeriği ve talepleri bakımından aynı olmasına karşın, Halide Edip ve bu paralelde düşünen İsmet İnönü tarihte yurtsever ve anti-emperyalist olurken, Kürt aydınlarının emperyalist işbirlikçi olmalarının tek izahı, tarih kavramının ideolojik içerikli olmasındandı. Yani tarihin, ezeni ve yeneni aklamak ve yaptıklarının ne kadar haklı olduğunu anlatmak üzere yazılıyordu. Yenilen, yurtsuz ve tarihsizdi. Yenen, yaşanılan dünyanın hâkimiydi. Tarih, muzaffer olanın tarihidir. Bu bağlamda Yazılan tarih “resmi tarih”ten başka bir şey değildi.
Kürtler gerek askeri , gerekse diplomasi alanında üst üste aldıkları yenilgiler onların geleceğini biçimlendiren yapı taşları olmaya namzet gibiydiler. Bu gelişmeler karşısındaki basiretsizlikleri yıllarca esaret altında kalmaları olarak kendilerine fatura edilecekti.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Çözüm Modeli
14 Ocak 1922 günü yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Paşa’ya, 17 Ocak 1922 günü İzmit’teki durağında Vakit yazarı Ahmet Emin (daha sonra Yalman soyadını aldı) ; “Kürt meselesine değinmiştiniz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur” diye soruyordu. Gazi Paşa’nın yanıtı şöyleydi: “Kürt sorunu; bizim, yani Türkler’in çıkarları için kesinlikle söz konusu olmadı. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişti ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşadı. Bu yoğunluklarını da kaybede kaybede, Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştu ki, Kürt adına bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden Erzincan’a, Sivas’a, Harput’a kadar giden bir sınır çizildi. Hatta Konya çöllerindeki Kürtler de göz önünde tutuldu. Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktı. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdi. Bundan başka, Türkiye’nin halkı söz konusu olduğundan, onlarla beraber ifade edildi. İfade olunmadığı zaman, bundan kendileri için sorun çıkardılar. Böylece; Büyük Millet Meclisi hem Kürtler’in, hem de Türkler’in yetkili temsilcilerinden oluştu. Bu iki öğe bütün çıkarını ve bütün kaderlerini birleştirdi. Yani onlar bunun, ortaklık olduğunu bildiler. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”
M. K. Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarında taktik olarak savunduğu bu görüş, kendini güçlü hissettiğinde geleneksel devlet görüşü ile yer değiştirdi. Kürtlerin statüsüzlüğünde ısrar politikaları devreye sokuldu. Ancak özerklik fikriyatı, ile İngilizlerin hamiliğinde Kürdistan kurma fikriyatını savunanları geriletti. Kürtleri yanına çekmeyi başardı ve bu vesile ile Kürtler yeniden bölündü. Bu vesile ile Ortadoğu’yu yeniden biçimlendiren masanın dışında kaldı. Yani sözün özü “alavere, dalavere Kürt Mehmet nöbete” şeklinde tecelli oldu.
Öte yandan Ortadoğu’nun yeniden çizilen sınırları gereği, Osmanlı Kürdistanı’nın bir bölümünü Osmanlı’dan koparan savaşın galibi İngilizler ve Fransızlar; bu bölümü daha sonra Irak ve Suriye devletleri arasında da böldü. Dolayısıyla 1920’li yıllarda Kürdistan 4 farklı devletin egemenliği altına girdi.
Bundan böyle, Kürt halkının ulusal mücadele serüveni dört ayrı devletin egemenliği altında, maruz kaldığı zor ve baskıya dayanan asimilasyon ve sömürgecilik politikalarıyla daha da zorlaştı. Kürtler, üç ayrı alfabe ile okumak ve yazmak zorunda kaldı. Üç ayrı dili konuşan egemen devletlerin kültürel reddini ve inkârını yaşadılar. Genel olarak Sorani ve Kırmançi lehçeleri ile bunların alt lehçelerinin, ulusal bir pazar, edebiyat ve kültür potasında erimesi önlendi.
Kürtler her dört parçada da ulusal ve kültürel kimliklerinin ret ve inkârına karşı çeşitli ayaklanmalar gerçekleştirdi. Ancak daha Osmanlı döneminde başlayarak sağlayamadıkları iç birliğe, devletler arasında eklenen bölünmüşlük onların muzaffer olmasını engellemişti.
Cumhuriyetin inkarcı politikalara geri dönüşüne tepki olarak 1925 Şubat ortalarında Şeyh Said İsyanı patlak verdi, Doğu Anadolu’da hemen sıkıyönetim ilân edildi. Başbakan Fethi Bey (Okyar) , düşürüldü ve yeni hükümet ise 3 Mart’ta İsmet Paşa tarafından kuruldu. Yeni hükümet ilk iş olarak Takrir-i Sükûn Kanunu’nu Meclis’ten geçirdi ve biri isyan bölgesinde, öteki Ankara’da olmak üzere yurdun geri kalan bölgelerinde çalışmak üzere iki İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasını kararlaştırdı. Diğer taraftan ordu birlikleri harekete geçirildi. Yapılan plânlı askerî harekât ile isyancılar dağıtılıp, liderleri yakalandı. Suçlu oldukları hükümet tarafından iddia edilenler İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandılar. Suçlu görülenler idam ve muhtelif cezalara çarptırıldılar. Yapılan soruşturmada isyancıların bir kısmının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup oldukları anlaşıldı. Bunun üzerine memleketteki tek muhalefet partisi de 3 Haziran 1925’te hükûmet kararı ile kapatıldı. Şeh Sait isyanını diğer Kürt isyanları izledi. Ancak ihanet ve iç birliğin sağlanamaması, yaşanan isyanların kanlı bir biçimde bastırılması ile sonuçlandı. Bunu cumhuriyetin diğer isyanları takip etti.
Bu isyanların ortak zaafı, çağın gereği olan Parti, örgüt ve hareketlerin liderliğinde değil, aşiret ve şeyhlerin liderliğinde gelişiyor olmalarıydı. Yenilgilerin altında yatan nedenlerden en önemlisi bu zaafın giderilmemiş olmasıydı.
Mahabad Kürt Cumhuriyeti Deneyimi ve Kimi Sonuçları
İran’ın Kuzeybatısında, bugünkü Batı Azerbeycan eyaletindeki Muhabad şehrinde Sovyetler Birliği’nin desteğiyle 22 Ocak 1946 tarihinde Qazi Muhammed liderliğinde Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Piranşar, Naqada, Ushanviya vilayetlerini kapsadı ve başkenti Mahabad olarak belirlendi. Mahabad Kürt Cumhuriyeti ilanından 20 gün sonra, 11 Şubat 1946 tarihinde Kürdistan Milli Meclisi (KMM) toplantısında Cumhurbaşkanlığına Qazi Muhammed, Başbakanlığa Hacı Baba, Genel Kurmay Başkanlığına Mustafa Barzani ve Kolluk Kuvvetleri Komutanlığına Seyfi Qazi ‘yi seçerek hükümet oluşturuldu.
Mahabad Kürt Cumhuriyeti askeri birliklerinin temelini Hereki ve Şikak aşiretlerine mensup kişiler oluşturuldu. Aynı gün Kürdistan Millet Meclisi Kürtçe dilini devletin resmi dili olarak kabul etti ve milli marşının ‘Ey Reqip’ olmasına karar verildi.
Kültürel faaliyetlerin öneminin altını çizen hükümet, bir süre sonra basın yayın örgütlenmesi yaptı ve 10 Ocak 1946 ‘da yayın hayatına başlayan Kürdistan gazetesinin devamına, Kürdistan adlı resmi bir gazetenin çıkarılmasına karar verildi. Kürdistan Mili Meclisi aldığı kararla eğitim alanında reformlar yaptı, genel ve zorunlu ilköğretimi için yasalar çıkardı. Fakir ailelerin çocukları için para yardımı, giyecek ve ders gereçleri verildi. Kültürel çalışmaların önemini vurgulayan meclis, ilk olarak iki Kürt şairler Hejer ile Hemen’in kitaplarını devlet matbaasında bastı. Kısa süre içinde Kürt okulları açıldı ve Kürtçe eğitim başladı. Havar ve Hilale adında iki yeni dergi yayınlandı. 10 Mart tarihinde Sovyetler Birliğinin yolladığı bir verici istasyonu ile Mahabad radyosu yayın hayatına başladı.
Şah güçleri, 16 Aralık 1946’da Azerbaycan’ın başkenti Tebriz’i aldıktan sonra Barzani’lerin şehirde olmadığına emin olduklarında saldırıya geçtiler ve savunmasız kenti işgal ettiler. Böylece 11 ay süren Kürt Devleti, işgalci kuvvetlerin saldırısına uğrayarak yıkıldı.
Mahabad Kürt Cumhuriyetinin çöküş nedeni ile ilgili, Koohi – Kamali şunları söyledi: “ Öncelikle Kürt toplumunun ana özelliği olan aşiret bölünmüşlüğü, merkezi hükümete karşı direnişin sonucunda, Kürt Cumhuriyetinin kuruluşunda rol oynadığı gibi bu cumhuriyetin yıkılmasına da sebebiyet vermiştir. İkinci iç sebep ise; Cumhuriyetin iyi örgütlenmemiş ve politik deneyime sahip güçlü yönetimden yoksun kalmıştır.”
Mahabad Kürt Cumhuriyetinin yıkılmasında dışsal nedenlerin olduğunu bir tarafa bırakırsak, içsel nedenlerin en başında -Koohi-Kamali’ın de ifade ettiği gibi- sürecin başında aşiretlerin, merkezi hükümete karşı direnişte aldıkları pozitif pozisyonun Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin önünü açtığı gerçeğinin yanı sıra, aşiretlerin de Kürtler içlerinde egemenlik kurmak için giriştikleri iç rekabet ve merkezi hükümetle kurdukları çıkar ilişkileri sürecin akamete uğramasına yol açmıştır.
Muhabat Kürt Cumhuriyeti deneyinden çıkan sonuçlardan biri de; aşiretlerin sosyal yapıları gereği ikili karaktere sahip oldukları gerçeğiydi. Karakter özelliklerinden biri Kürtlerin özgürleşmesi mecrasını derinleştirirken, diğeri ise mecranın korunması noktasında işlev görmesiydi. Aşiret yapılarının bu karakteristik gerçeği, Kürtlerin özgürleşme serüveninin her dönemecinde tayin edici rol oynadı. Zira ‘bıra küji’ vakasına baz teşkil eden bu yaklaşım biçimi, aşiretlerden birinin bir bütün olarak Kürtler üzerine kurmaya çalıştıkları ilkel egemenlik anlayışıydı demek abartı olmaz. Bu anlayış geriletilemedikçe Kürtlerin, özgürleşmesi imkansız değil ama zor görünmekteydi.
Yaklaşık bir yıl hayat süren Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kısacık yaşamının Kürtlerin zihninde yaratığı değişim, kendilerinin özgürleşme fikrini sahici ve inandırıcı kıldığını söylemek mümkündür.
Mahabad Kürt Cumhuriyetinin yıkılmasının ardından Şah iktidarı Qazi Muhammet ile birlikte cumhuriyetin önde gelen kadrolarını idam etti ve büyük bir katliam hazırlığına başladı. Genelkurmay Başkanı olan Molla Mustafa Barzani bir kısım asker ile birlikte sayıları 300 bini bulan Kürt nüfusunu katliamdan kurtarmak için, uzun ve yorucu bir çaba ile İran-Türkiye sınırı üzerinden SSCB’ye götürdü. Mahabad Kürt Cumhuriyetinin yıkılmasında aşiretlerin oynadığı olumsuz role karşın, Barzani örneğinde olduğu gibi Kürtlerin birlikte mücadele etmesi açısından son derece olumlu deneyimleri de içkin kılmıştır.
Ancak bugünden bakıldığında, olumlu tecrübelerin ileriye taşınması yerine, aşiret yapılarının Kürtler üzerinde kurmak istedikleri hegemonya baskın çıkmıştır. Bu dolayım ile ‘bıra küji’ Kürt özgürlük savaşımının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Dolaysız Bıra Küji
Bıra küjiliği iki bağlamda ele almak mümkündür. Birincisi; Kürt halkının özgürlüğü için mücadele eden aşiret veya siyası güçlerin iç çatışması; ikincisi, aşiret ve siyasi yapılardan birinin, bir diğer Kürt aşiret veya siyasi yapısının verdiği mücadeleyi akamete uğratmak için egemen güçlerin yanında pozisyon almasıdır. Birincisi dolaysız, ikincisini dolaylı bıra küjilik diye tanımlamak mümkündür. El Cezire bölgesindeki sosyal yapı ve Berzenci Ayaklanması dolaylı bıra küjiliğinin tipik örnek teşkil ederken, Barzani ve Talabani aşiretleri arasındaki savaş ise dolaysız bıra küjiliğie karşılık gelmektedir.
Otuz yıl süren Barzani ve Talabani aşiretleri arasında meydana gelen doğrudan savaşın adı bıra küjilikdir. Bıra küjiliğin ibret vesikasının hikayesi; Molla Mustafa Barzani’nin, 14 Şubat 1958’de Kürt asıllı General Abdülkerim Kasım ve Yüzbaşı Abdüsselam Arif’in başını çektiği darbeden sonra gittiği Sovyetler birliğinden Irak’a geri dönmesiyle başlar. O güne dek illegal olarak faaliyet gösteren ve İbrahim Ahmad tarafından yönetilen Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), legal hale gelir. Çeşitli kanat ve aşiretlerin var olduğu partide, Barzani ve Talabani aşiretleri bunların en baskın olanlarıydı. Celal Talabani, İbrahim Ahmad’ın damadıydı. Aşiret ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen Barzaniler General Kasım’ın toprak reformuna karşı çıktıkları için gözden düşerken, Soranice konuşan şehirlileri temsil eden Talabaniler, General Kasım’ın yanında yer aldılar. Merkezi iktidarın yanında yer almak kendilerini ayrıcalıklı kıldığı gibi diğer aşiretler karşısında üstünlük kurma evresine girdiler. Bu tarih aynı zamanda 30 yıl sürecek Barzani ve Talabani aşiretleri arasında geçecek dolaysız bıra küjiliğin başlangıç evresine karşılık gelmekteydi.
8 Şubat 1963’te General Kasım, Arap Sosyalist BAAS Partisi’nce düzenlenen bir darbeyle devrildi ve öldürüldü. İktidarın başına yol arkadaşı Abdüsselam Arif geçti. General Arif, 1964’te KDP’yi dışarıda bırakarak, doğrudan Barzanilerle görüşmeler yaptı. Bunun meyvesi geçici anayasa ile Kürtlere Irak’ın bütünlüğünü bozmamak kaydıyla bazı ‘milli haklar’ verilmesi oldu. Bu ilişki elbette Barzanilerin kadim rakibi Talabanileri rahatsız etti. Talabaniler, Barzanileri her ne kadar genel Kürt çıkarlarından çok aile çıkarlarını kollamakla suçlamış olsalar da, bu durumdan Talabani ve diğer büyük aşiretler muaf değillerdi. Konjuktürel olarak güç kazanan aşiret, önüne kendine rakip gördüğü diğer aşiret ya da aşiretleri geriletmeyi siyasal bir görev olarak koymaktaydı.
1968 yılında iktidara doğrudan el koyan BAAS Partisi, 1970’de Kürtlere özerklik tanımak zorunda kaldı. Ancak zengin bir petrol bölgesi olan Kerkük’ün statüsünü belirlemedi. Gerek Kerkük sorunu, gerekse de Barzanilere bağlı 25 bin kişilik Peşmerge gücünün İran ve Türkiye’deki Kürtlere yardım yapılmasına merkezi hükümetin karşı çıkması yüzünden KDP ile merkezi iktidar çelişki içine girdi. BAAS’ın 1972’de Irak petrollerini millileştirmesi üzerine ABD fırsatı kaçırmadı ve o zamanlar Şahlık rejimiyle yönetilen İran aracılığıyla Kürtlerle ilk temaslara başladı. Irak Hükümeti 1974’te petrol bölgeleri Kerkük ve Hanekin’i dışarıda bırakmak kaydıyla bir ‘Özerk Kürdistan’ kurmayı önerdiğinde Barzani buna karşı çıktı. Irak Merkezî Hükümeti, 1975’te Cezayir’deki OPEC toplantısı sırasında İran’ı Kürtlere destek vermekten vazgeçirdi.
Devamında, 1975 yılında Barzani KDP’si Irak rejimine karşı silahlı mücadeleyi bırakma kararı aldı. Ancak KDP içinden Celal Talabani önderliğindeki Bizuti gurubu, dışında ise; aralarında Marksist – Leninist ideolojiye sahip olan Şahap Şıx Nuri önderliğindeki KOMELA Newa ve Ömer Debabe liderliğindeki Xeta Gişti bu karara itiraz etti. Talabani önderliğindeki Bizuti gurubu KDP’den ayrılarak silahlı mücadeleyi sürdürmek amacı ile birleşme kararı aldılar. Birleşme; Yekitina Müştümanı Kürdistan (KYB) çatısı altında Celal Talabani liderliğinde gerçekleşti. Kuruluş kongresinde Irak merkezi hükümetine karşı savaşmaya devam etme kararı alındı. Savaşın başarısı için Kürdistan’ın diğer parçalarındaki dost ve kardeş parti ve hareketlerden lojistik destek almak için temasa geçildi.
Bu tarihten sonra KDP içindeki iktidar savaşı da başka bir boyuta sıçramış oldu. KYB bir taraftan merkezi Irak iktidar ile öte yandan KDP ile savaşmak zorunda kaldı. KDP ile KYB arasında süren savaş öyle derinleşti ki, kapsamı peşmergeler arası savaşı aştı, şehirlerde yaşayan yandaşların mal ve mülkünün talanına kadar genişledi. Böylelikle; bıra küji olgusu siyasal bir boyutla sınırlı kalmayarak, Kürtler içinde sosyal bir çatışmaya dönüştü. 2003 yıllında KDP ve KYB’nin barış anlaşması gereği mal ve mülkleri talan edilenlere tazminat verilmesi kararlaştırıldı.
KDP ve KYB arasında sert çatışmalar sürerken kansere yakalanan Molla Mustafa Barzani ABD’ye gitti ve 1979’da orada öldü. Barzani’nin ölümünden sonra KDP tekrar parçalanarak, Sami Abdurrahman öncülüğünde Kürdistan Demokratik Halk Partisi (KDHP) kuruldu. Kürt siyasal hayatında aşiretlerin ağırlığı devam ederken, parti fikriyatı da kendine yer edinme trendine girdi.
Aynı yıl İran’da İslam Devrimi oldu ve Humeyni başa geçti. Irak’ta ise; Saddam Hüseyin iktidarı ele geçirdi. Saddam, 1975 Cezayir Antlaşması’nın ihlal edildiğini, İran’ın hala Kürtlere yardım ettiğini ileri sürerek İran’a savaş açtı. 22 Eylül 1980 günü Irak orduları sınırı geçti, sekiz yıl süren savaşta bir milyondan fazla kişinin hayatını yitirdi. Aynı dönemde KYP öncülüğündeki birkaç parti 12 Kasım 1980’de Irak Milli-Yurtsever Demokrasi Cephesi’ni kurarken üç hafta sonra KDP öncülüğündeki bazı partiler (ki aralarında Türkmen örgütü de vardı) Irak Milli Demokrasi Cephesi’ni kuracaktı. Kürt siyaseti bu vesileyle cepheleşme fikrini siyasal hayatlarına taşımış oldular.
Bu arada bölgede çeşitli İslamcı Kürt örgütleri (Kürt İslam Ordusu, Kürt Hizbullahları) çatısı altında birleştiler. Bu oluşumlar, düşman kardeşler KDP ve KYP’yi ittifak yapmaya zorladı. 1987’de KDP ve KYP ile üç önemli Kürt partisi Kürdistan Cephesi adı altında birleşti. 1988’de İran orduları Süleymaniye yönünde ilerlerken Irak uçakları Kürt şehri Halepçe’yi ve civarındaki köyleri havadan bombaladı. Sinir gazı ve diğer kimyasal silahlarla beş bini aşkın Kürt öldürüldü. Bu dolayım ile Kürtlere dönük katliamlar zincirine yeni bir halka daha eklenmiş oldu.
1988’de İran-Irak savaşı bitti ama iki yıl sonra Irak, 13. vilayeti olduğunu ileri sürerek Kuveyt’i işgal etti. Uzun zamandır coğrafyadaki enerji kaynakları nedeni ile, bölgeye müdahale için fırsatı arayan ABD’nin başını çektiği Koalisyon Güçleri, 16-17 Ocak 1991’de Irak’ı bombaladılar. Birinci Körfez Savaşı adı verilen bu savaş sırasında, 36. Paralel’in kuzeyi ile 32. Paralel’in güneyi uçuşa yasaklı bölge ilan edilince Kürtler için yepyeni bir dönem başladı. O güne kadar sürekli birbiriyle çatışan KDP ve KYB ‘kurtarılmış bölgede’ 19 Mayıs 1992’de seçime gittiler. KDP yüzde 45, KYP yüzde 44 oy aldı, seçimlerden 105 üyeli bir Kürdistan Parlamentosu çıktı, ardından Kürdistan Hükümeti kurdu. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, yine de KDP ve KYP arasında nihai barış, ABD-Britanya koalisyonunun 2003’te Irak’a müdahalesinden sonra oldu. Bu tarihten sonra Barzan ailesi, Dahok, Zaho ve Hewler, Talabani aşireti ise Sülüymaniye’de ekonomik ve siyasi olarak imtiyazlı olarak yaşamlarını sürdürdüler.
Aşiretlerin Partilerle İlişkisi
Kürdistan Bölgesel yönetiminin kurucu iki gücü olan KDP Barzani aşireti KYB ise; Talabani aşireti tarafından yönetilmekte. Başka bir ifade ile; daha önce direk aşiret olarak Kürtlerin tümü üzerinde hegemonya kurmayı amaçlarken sonraları egemenliklerine aldıkları partiler aracılığı ile bu amacı gerçekleştirmeyi hedeflediler. Parti örgütlerini bu amaç doğrultusunda inşa ederek aile fertlerinin kilit yerlerde konumlanmasını sağladılar. Yine bu bağlamda Kürdistan bölgesel coğrafyasını yönetsel olarak paylaştılar. Kürmanç bölgesini KDP, Soran bölgesini KYB aralarında üleşerek, aşiretlerinin çıkarları doğrultusunda Kürdistan Bölgesinin siyasal, askeri ve idari yapısını inşa ettiler. Örneğin Kürdistan bölgesinin askeri gücü yaklaşık 200 bin KDP, 150 bin KYB peşmergesinden oluşmaktadır. Maaşların iktidar tarafından ödenmesine karşın herkes kendi liderine bağlı çalışmaktadır. Dolayısı ile Kürdistan bölgesel yönetimin tek bir askeri gücünden söz etmek mümkün değildir. Aşiretlerin partiler üzerinden Kürdistan yapısını oluşturmada belirleyiciliği aynı zamanda Barzani ve Talabani aşiretlerini ekonomik, siyasi ve askeri açıdan imtiyazlı konuma getirmiştir. Yani, Kürtlerin özgürleşmesi formel düzeyin bile gerisinde kalmaya mahkum edilmiştir. KDP’de nasıl ki, olası bir lider değişimi babadan oğula ya da amcadan yeğene geçecek gibi kurgulanmış ise, KYB’de bu gaye doğrultusunda kendini formatlanmış vaziyettedir. Örneğin Celal Talabani’nin sağlık nedenleri ile aktif siyasetten çekilmek durumunda kalmasının ardından, KYB’nin başına geçen kavga arkadaşlarından herhangi biri değil oğlu Kubat Talabani oldu.
Kürdistan özerk bölgesi 1990’lı yıllardan Goran (Değişim ) Hareketi’nin ortaya çıktığı 2009 yılına kadar KDP ve KYB’nin hakim olduğu bir bölge olagelmiştir. İki partinin kendi aşiretlerinin çıkarları gereği doğrultusunda birlikte hareket etmesi, bölge yönetimine karşı muhalefet ihtiyacını kaçınılmaz kıldı. Goran Hareketi böyle bir siyasi atmosferde KYB’nin kurucu kadrosu arasındaki anlaşmazlıktan dolayı ortaya çıkmış ve değişim söylemiyle Kürdistan siyasetine katılmıştır. KYB lideri Celal Talabani’nin Marksist kökenli yardımcısı Noşirvan Mustafa, partide reform gerçekleştirmesi, bölgedeki aşiretlere dayalı yönetim sisteminin değiştirilmesi, yolsuzlukların önlenmesi ve şeffaf bir idareye duyulan ihtiyaca işaret ederek Aralık 2006’da partiden istifa etti. Mustafa KYB’den istifa ettikten sonra siyasi faaliyetini medya alanında sürdürdü. Sibey (Yarın) adlı bir haber sitesi kurdu ve 2007 yıllından itibaren Goran hareketinin kuruluşu için teşkilatlanmaya başdı. Nisan 2009’da siyasi parti kimliğini kazanan Goran Hareketi 2009’daki Kürdistan bölgesi seçimlerine katılmış toplam oyların yüzde 23.75 alarak bölgedeki en güçlü siyasi parti haline gelmiştir. Bölgedeki seçimlerin ardından 2010 yılında yapılan Irak parlamento seçimlerine katılan Goran Hareketi yüzde 4,3 oy oranıyla Bağdat’ta 8 milletvekili kazanmıştır. Goran bu oy oranı ile KDP’den sonra KYB’nin yüzde 14,6 oy oranına sahip listenin ardından Bağdat’ta ikinci Kürt partisi konumuna yükselmiştir.2009 seçimlerinde KDP; KYB’den sonra üçüncü Parti olan Goran 2014 seçimlerinde KYB yi geride bırakarak KDP’den sonra ikinci parti oldu.
Aşiretlerin bölgesel Kürdistan üzerinde kurdukları egemenlik ve yolsuzluk düzenine karşı Kürt halkı değişim talebi içinde oldu. Bu değişimin ifadesi olarak Kürt halkının oylarını birleştirdiği Goran hareketinin bu ihtiyaca yanıt verip veremeyeceğini bu günden kestirmek mümkün olmamakla birlikte hızla büyüyor olması aşiretlerin tahtını sarsacak niteliktedir. Bu bağlamda görülen yakın vadede aşiretlerin kurduğu statüko radikal bir değişimle yıkılmayacak gibi görünüyor olsa da tedrici olarak sönümleneceğine ilişkin emarelerinin uç verdiğini söylemek mümkündür.
PKK Realitesi
Kuzey Kürdistan’da, Dersim katliamı sonrası, Kürt siyasi dinamikleri ağır bir darbe aldı, Kürt hareketleri illegal olarak halk yığınlarından uzak kapalı devre iç hayat yaşamak zorunda kaldılar. Ancak, 1961’de işçi liderlerinin kurduğu Türkiye İşçi Partisi ( TİP ) Kürtlerinde legal alanda siyaset yaptığı bir mecra halini aldı. 1969’li yılında TİP’li ya da TİP’ten ayrılmış sosyalist, yurtsever Kürt aydınları ve gençleri DDKO’yu (Doğu Devrimci Kültür Ocakları) kurdular. DDKO ‘nun kuruluşunun ardından gerçekleşen 12 Mart darbesi bütün muhalif örgütler gibi DDKO’yu da kapattı. 12 Mart sonrasına Marksist kökenli, DDKO yu kuran aydınlar bölünerek KAWA, Özgürlük Yolu, DDKD, KUK, Rızgari, Ala Rızgari, Denge Kawa gibi örgütlerle yollarına devam ettiler. Ancak bu örgütlerin hiç biri Kürtler içindeki statükoyu kırma kapasitesine haiz olmadı. Bu siyasal atmosferde kurulan, sosyalist görüşlere sahip PKK güç olma trendine girdi, geleneksel Kürt siyaset anlayışına köklü itirazlara sahip olan, hareket yapısı itibari ile aşiretlere yaslanmak yerine aşiret yapılarının çözülmesi için mücadele eden, yoksul köy ve kent emekçilerine dayandı. Bu dolayım ile, ulusal mücadelenin yanında sosyal mücadeleyi de siyasal hedefinde birleştirmeye özel bir önem atfedildi.
Kürtlerin özgürleşmesini, işgalci güçlerden kurtarmak ve ayrıcalıklı aşiretler yaratmakla sınırlı görmeyen hareket, Kürtlerin kurtuluşunun bütün Kürtlerin maddi kaynaklardan eşit yararlanması, kadınların özgürleşmesi, ekolojik komünal bir hayatın inşası ile mümkün olacağı savını geliştirdiler. Başka bir ifade ile, Kürtlerin ulusal ve sınıfsal kurtuluşunun birlikte gerçekleşebileceğinin mümkün olduğu iddiası içinde oldu. Kısa bir zaman dilimi içinde savunduğu görüşleri ile Kürtlerin özgürleşme mücadelesinde KDP ve KYB ‘den sonra dört parçada etkin olan ilk güç oldu. Geçmişte KDP ve KYB’nin tekelinde olan Kürt siyaseti, bu siyam ikizi iki partiden esastan farklı görüşleri ile ikinci reel güç ulaşmıştır.
12 Eylül öncesi Kürdistan’da işbirlikçi feodal güçlere karşı silahlı mücadele içinde olan hareket, 12 Eylül darbesinin ardından devlete karşı silahlı mücadele vermek için, Başura Kürdistan’a (Güney Kürdistan- Irak Kürdistanı) yerleşir, Türkiye’nin silahlı müdahalesi karşısında KDP direnmek yerine PKK’nin bölgeyi terk etmesinden yana tutum almış. KDP’nin bu tavrı karşısında PKK Barzani’nin hakim olduğu bölge dışına çıktı. Örgüt verdiği uzun erimli bir mücadele sonucunda Ortadoğu siyasetinde varlığını hissettirdi.
PKK ve KDP arasında 1983 yılında Şam’da “PKK ve PDK-I Dayanışma İlkeleri” ismiyle bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre; KDP, Türk devletini “faşist”, “işgalci”, “Kürt halkının düşmanı” olarak görüyor, kendini de “anti-emperyalist ve enternasyonalist” diye tanımlamlar. Ancak PKK’nin 15 Ağustos’ta silahlı mücadeleye başlamasıyla birlikte KDP, bu antlaşmadan çark etmeye başlar. PKK ile olan ilişkisini kesen KDP, sonrasında PKK’ye karşı propaganda yapmaya ve Türkiye ile PKK savaşında, Türkiye ile dirsek temasına geçmeye eğilimine girer. Türkiye’nin bu dönemde hayata geçirdiği koruculuk sistemine destek veren Barzani Van, Hakkari ve Şırnak illerinde ikamet eden kendine yakın aşiretleri korucu olmaları ve PKK’ye karşı savaşmaları için ikna eder.
1998 yıllında Suriye’yi terk etmek kararı alan PKK güçlerinin bütününü Güney Kürdistan’a kaydırarak mücadeleyi bu bölgede sürdürür. KDP, PKK’nin bölgeye girmesinden rahatsız olduğunu her vesileyle ifade eder. Ancak PKK’yi bölgeden çıkaracak güce sahip değildir. KDP’nin PKK’ya karşı beslediği düşmanlık, Türkiye Devleti ile dostluk ve müttefik olarak tezahür eder.
Gün geçtikçe PKK’ye karşı deyim yerindeyse Türkiye ile birlikte savaş girişen KDP, yanına KYB ‘yi de alarak, 1992’de açık bir şekilde PKK ile savaşır.. Türkiye’nin 2 Ekim 1992’de PKK’ye karşı başlattığı “Kazıma Harekatı” isimli saldırıda, KDP ve KYB TSK ile birlikte PKK’ye karşı savaşırlar.
Devamında, 1995’e gelindiğinde İrlanda’nın Dublin kentinde, İngiltere ile ABD öncülüğünde batı ülkeleri ve Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda, PKK’ye karşı yeni bir antlaşma imzalandı. Antlaşma sonucunda, 14 Mayıs 1997’de TSK, 200 bin askerin katılımıyla Federal Kürdistan’da PKK’ye yönelik “Çekiç Harekatı” ismiyle tarihinin en büyük operasyonunu yapılır. Bu savaşa KDP de aktif olarak kalır. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 1998’de de TSK’nin PKK’ye karşı başlattığı “Murat Operasyonu”nda KDP peşmergeleri de yer aldı. Mayıs 1999’da da “Sandaviç Harekatı” adı altında sınır ötesi operasyon düzenlenir. Peş peşe girişilen bu operasyonlarda çok sayıda gerilla ve peşmerge hayatını kayıbeder.
Güney Kürdistan’da bölgesel özerkliğin kurulmasının ardından; KDP’nin daha önce Türkiye ile kurduğu askeri ittifakı, siyasi ve ekonomik alana taşıyarak stratejik ittifaka dönüştürür. Bu bağlamda, Kuzey Kürdistan sorununa Türkiye rejiminin gözü ile bakar olur.
Rojava
Suriye’de Esat iktidarına karşı başlatılan dış destekli isyanın yarattığı olanakları değerlendiren PYD, üçüncü bir güç olarak kendini konumlandırma feraseti gösterdi. Ne Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ne de Esat iktidarının yanında savaşmadı. Demokratik bir toplumsal sözleşme etrafında oluşturduğu Kantonlar ile coğrafyasında halkların ekolojik komünal demokratik iktidarını inşa etmeyi hedefine koydu. Ancak El-Nusra ve IŞİD’i destekleyen AKP bu durumdan rahatsız oldu. Süreci sabote etmek ve devrimi çalmak için ittifak halinde olduğu KDP eliyle bölgeye müdahale etmenin yollarını aramaya başladı.
KDP ve AKP’nin öteden beri kurduğu kirli ittifak, AKP’nin 2014 yerel seçimine de, Barzani’nin 16 Kasım 2013’te Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır mitingine katılmasıyla farklı bir noktaya taşındı. Diyarbakır görüşmesi, AKP ile KDP’nin Kürt Özgürlük Hareketine karşı içinde oldukları ittifakı derinleştirmek çabasından başka bir şey değildi. Bu görüşmede 4 maddelik bir mutabakata varıldığı kamuoyuna yansıdı. Anlaşma gereği Barzani, AKP’nin “çözüm süreci”ne destek vermeye devam edecek, Rojava’da PYD’nin kurmak istediği yönetime müsaade edilmeyecek, Federal Kürdistan Bölgesi petrolünün Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması ve Habur sınır kapısına paralel iki sınır kapısının açılması konusunda mutabakata varıldığı bilgisi basında yer aldı.
Bu mutabakattan sonra KDP, Suriye’de devam eden iç savaşta üçüncü bir alternatif yol olarak halkların özgürlük ve eşitlik temelinde bir arada yaşamasını esas alan Rojava devrimini boğmaya dönük politikalarını sertleştirdi. Suriye’deki iç savaşında Rojava Kürtlerinin Suriye Ulusal Muhalefeti’ne katılması için yoğun çaba içine girdi. 2 Eylül 2012’de Hewler’de, Türk yetkililer ve KDP arasında gizli bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Kürtlerden bir alternatif oluşturuluncaya kadar Rojava Kürtlerinin Suriye Ulusal Konseyi’nin içinde yer alması ve YPG’ye karşı olacak şekilde Rojava’ya peşmerge güçlerinin gönderilmesi konuşuldu.
Bu toplantının ardından ise PYD’ye karşı karalama devreye sokularak, PYD’nin Kürtleri temsil etmediği şeklinde propagandalar yapılmaya başlandı. Bu toplantıda PYD, MGRK ve TEVDEM’in zayıflatılması, Barzani’ye politik yakınlığı ile bilinen ENKS’nin güçlendirilmesi şartıyla, zayıflatılmış bir Kürt Yüksek Konseyi’nin varlığına da izin verilebileceği konuşuldu.
Rojava devrimini hazmedemeyen KDP, Türkiye ile aynı paralelde yaklaşımı sergilemekten geri durmadı. Rojava’ya dönük ambargoyu hayata geçirip, Türkiye sınırına utanç duvarı örülürken, KDP de Samelka Sınır Kapısı’nı kapatarak, bu ambargoya ortak oldu. Bununla da yetinmeyen KDP, Rojava’da kazanımları boşa çıkartmak ve devrimi boğmak amacıyla Rojava sınırına hendekler kazıdı. El- Nusra ve IŞİD’in katliamından kaçan kadın, çocuk, sivil halklara kapısını kapatarak onları ölüme terk etmekte beis görmedi.KDP kendi varlığını her dönem küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda organize etmeye özel bir önem verdi. AKP iktidarı ile geliştirdiği ittifak bu genel bağlamın bir parçasıdır. Barzani ve Talabani Aşiretleri kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak adına bu ittifak kaçınılmaz bir sonuç olarak görmüşlerdir.
KDP ve KYB’nin Başura Kürdistan’da iki aşiretin imtiyazına dayalı, idari ve siyasi yönetime karşı Rojava’da realize edilmeye çalışılan, halkların demokratik iktidarı, bölgede süre giden yönetim modellerine alternatif olarak gelişmektedir. Bu model bölgedeki diktatöryel iktidarlar tarafından kabul edilemez görülürken, KDP’de kendi iktidarı için tehlike olarak addetmektedir. Rojava modelinin, akamete uğraması için her boydan ve renkten düşmanla iş birliği yapmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Zira Rojava’da inşa edilen yapının başarı ile sonuçlanması ve bölgede kabul gören bir yönetsel model olması, gerek Ortadoğu‘da ki, tekçi otoriter yönetimleri, gerekse de verili anlayışı ile Barzani’nin iktidar tahtını sallantıya sokmasını beraberinde getirecek niteliklere haizdir .
Bütün tarih boyunca Kürtlerin genel çıkarları ile aşiretinin çıkarı arasında tercihini, aşiretinden yana yapan Barzani’nin, bu tutumunda ısrarı siyaseten kendi sonunu hazırlayıcısı olduğu gibi, bıra küji damarını da diri tutmaya yol açmaktadır.
Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesi, daha önce aşiret çıkarının gölgesinde yaşanan yapay ayrışmayı ideolojik siyasal boyutlu sahici bir ayrışmaya taşımıştır. Özelikle, Rojava’da yaşanan siyasal süreç Kürt Özgürlük Hareketinin tarafı olduğu ideolojik politik duruşu, teorik bağlamdan gerçekleşebilir pratiğe dönüştürmüştür.
Son Söz Yerine
Ulus kavramı; özü itibarı ile homojen olmayan heterojen toplulukları ifade eder. Kürtler de çeşitli sınıflardan oluşmuş heterojen sınıf ve sosyal katmanlar topluluğudur. Farklı çıkarlara sahip bu sınıf ve sosyal katmanları bir araya getiren üst payda bir bütün olarak ulusun özgürleşmesidir. Ayrı ideolojik politik konumlara sahip sınıf ve katmanlar bu öncül etrafında bir araya geldiler. Ancak bu farklarını ortadan kaldırmadı. Bu aynı zamanda özgürleşmeye giden yol ve yöntemlerde farklı görüşlerin meşruluğunu kabul etme anlamına geldi. Dolayısı ile bir taraftan ortak payda olan ulusal özgürlük için bir arada durdular, öte yandan; eşyanın doğası gereği, kendi aralarında ideolojik çatışma içinde oldular. Bu çatışmanın doğal olanı, şiddet içermeyen demokratik yollarla olmasıydı. Zira dünyada ulusal kurtuluş ve özgürleşme süreçleri bu eğri ve eğilim üzerinden yükselmiş ve başarıya ulaşmıştır. Ezilen ulusların özgürleşmesi için asgari müştereklerde birleşme, kuraldır. Birlikteliklerin örgütsel formatları ihtiyaca göre ulusal cephe, ulusal kurtuluş örgütü ya da ulusal kongre şeklinde gerçekleşebilir. Örneğin; Filistin’in ulusal varlığını devam ettirmek ve bağımsız bir Filistin Devleti kurma amacının gerçekleşmesi için farklı ideolojik – politik hatta sahip olduklarından ayrı ayrı mücadele eden El-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluşu 1964 yılında bir araya gelerek asgari hedefleri etrafında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı altında mücadeleye devam etme iradesini ortaya koydular. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Ulusal örgütlerin bu biçimde örgütlenmesinin nedeni ideolojik politik farklılıkları yok saymamasındandır. Başka bir ifade ile, örgüt olarak tanımlanan aparatlar amaca göre şekillenmek durumundadırlar. Nasıl ki ulus; homojen olmayan bir toplumu ifade ediyorsa onun kurtuluşu için mücadele eden yapılar da homojen olmak zorunda değildir. Başarıya ulaşmak için ulusun bütün farklı sınıf ve katmanlarını kapsamayı hedeflemeleri ulusal bağlam açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Hiç kuşkusuz ki, Kürtlerin dört parçaya bölünmüş olması gibi kendine özgü durumun ortaya çıkardığı zorlukların hakkını teslim etmekle birlikte ortak bir çatı örgütünü inşa etme ferasetini göstermiş olmamalarının bedelini esaret altında yaşamakla ödediklerini söylemek abartı olmaz. Kürtlerin tarihinde, ortaya çıkan bütün özgürleşme odaklı kalkışmaların, kendi iç kavgalarının ortaya çıkardığı dağınıklık duvarına çarpıp berhava olduğunu görmek mümkündür.
Özcesi; bugün Ortadoğu coğrafyasında Kürtler geldikleri konumu dikkate alarak, ideolojik farklılıkları göz ardı etmeden bir çatı örgütü kurmaları kaçınılmaz bir görev olarak kendini dayatmaktadır. Bu görevin ifa edilmesi Kürtlerin özgürleşmesine giden yolu kısaltacağı gibi, daha az acılarla zafere ulaşmalarını sağlayacaktır. Hiç bir siyasal oluşumun bundan kaçmak lüksü yoktur. Zira; bu görevi ıskalayan yapılar, tarih önünde Kürtlerin esaretinden pay sahibi olarak anılmaktan kurtulamayacaklardır.
- Dipnot dergisinde yayinlandi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder