16 Aralık 2016 Cuma

‘KURDUN DİŞİNE KAN DEĞDİ’ VE TÜRK İSLAM SENTEZCİ FAŞİZM!


Ahmet Doğançayır
İslami söylemin yanına Milliyetçiliğin eklenmesi aslında AKP’nin icadı değildir. 1980 öncesi sola karşı İslamileştirme politikaları derinleştirildiğinde Aydınlar ocağı Türk-İslam sentezini formüle edecek ve Milliyetçiliğin bileşiminde dinin etkisi giderek artacaktı.
kurt
Sağın kendisini güçlendirmesi ve solun hegemonyasına karşı durabilmesinin yolu buradan geçiyordu. Bugün ise Milliyetçiliğe yapılan din aşısından değil, İslamcılığa Milliyetçilik aşısı yapılmasından söz ediyoruz.


İslam’ı milli birliği güçlendiren bir unsur olarak görenlerden, milliyet unsuru olarak görenlere kadar uzanan alan, 1950’lerde tohumları atılıp 1960’larda serpilerek Türk sağının ideolojik çerçevesini oluşturan milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin yurdu oldu. 1980’lerde din toplumsal istikrarı ve devlete sadakati güçlendirici bir unsur olarak resmi ideolojiye yapıştırıldı. Dincilik değil ama dindarlık resmi milli kimliğin tamamlayıcı unsuru oldu
 Özal döneminin ‘’devlet millet barışması’’ söylemi dini, milli kültürün en önemli unsuru sayarak dindarları rahatlattı. Bu rahatlama piyasa ilişkilerinin önünün açılması ile ve kapitalistleşme ile birleşti. Piyasa ve onun araçları dini ve milli değerlerin temellerinden koparak yan yana gelmelerini sağladı İslamcılığın piyasaya uyma yeteneği ve zenginleşme yönü takviye edildi.
İslamcı akım 1970lerin sonuna dek milliyetçi-muhafazakâr çizgiye güç sağladı. Bu dönemin İslamcılığı anti-komünist seferberliğin hizmetinde etnik-dinsel toplulukları yücelten şoven ve ırkçı damarı güçlü bir akım oldu. Milliyetçi-muhafazakâr doğrultunun dışına çıkışlar olsa bile bunlar 90larda RP’nin iktidara yaklaşıp sistemin merkezine yerleşmesine paralel olarak geriye döndüler. İslami hareketin geleneksel ana gövdesinde dinin asli önemde bulunduğu bir Türk milliyetçiliği düşüncesinin kabul gördüğünü söyleyebiliriz. İslam ile Türklüğü madde-mana, beden-ruh, ruh-şuur tamamlayıcılığı ile sunmaya çalışılan pratik öğretilere İslamcılarda başvururlar.
Osmanlının sırrının İslam imanı ve Türk gücünün birleşmesi ile açıklanması bunun bir örneğidir. İslamcılıkla milliyetçiliği birleştiren bir diğer unsur öteki ve yabancı sayılana karşı düşmanlık üretme potansiyelidir. Bosna, Azerbaycan, Kıbrıs gibi ‘’milli davalar’’ nedeniyle tarihi ve ezeli düşmanlar olarak algılanan Yunan, Ermeni, Yahudi, Rus, Sırp karşısında kabaran tepkiler kolayca kan-soy-sop sözcüklerinin kullanılmasını sağladı. Bunlar İslamcılığın güya reddettiği şovenizm ve ırkçılığın en açık örneklerini gösterir.
Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dini dünya görüşü ile milliyetçilik arasındaki ihtilafların var olmaya devam etmesinin sol açısından ‘karşı cephenin bölünmesi’ gibi bir değerlendirmenin çok ötesine uzanan bir ufka işaret etmektedir.
Türk-İslam sentezinin yeni dönemi
AKP’nin ilk iktidar yılları ‘’Yeni sağ’’ anlayışın bir yansımasıydı. Bir yanda Neo-Liberal politikalar uyarınca özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi piyasacı uygulamalar yoğun bir şekilde hayata geçiriliyor, öte yandan topluma din, aile, gelenek gibi klasik muhafazakâr değerlerle sesleniliyordu. Bu muhafazakârlığın aslında özdeki İslamcılığı örttüğü zamanla anlaşılacaktı. AKP devlet aygıtını dönüştürerek ve kurumlarını ele geçirerek ‘’gerçek iktidar’’ oldukça Muhafazakârlık örtüsü sıyrıldı ve İslamcılık gözle görülür bir duruma kavuştu.
‘’Türk sağının partisi’’ sağın bütün unsurlarını bünyesinde toplasa da ‘’eksik olan bir şey vardı’’: Milliyetçilik. Bir sağ parti olan AKP’nin ve yöneticilerinin söyleminde milliyetçi vurgular elbette mevcuttu ama daha çok bir ‘’kenar süsü’’ olma niteliği taşıyordu. Bunun ideolojik nedeni Milli görüş geleneğinin Milliyetçiliği İslam’la bağdaştırmıyor oluşu ve yola Milletten değil, ‘’Ümmetten’’ çıkmasıydı.
Ancak ne zaman ki Başkanlık planları adına Türk sağının bütün kesimlerinin toparlanması ve bunun içinde Kürt sorununun siyasal kutuplaşmanın merkezine yerleştirilmesi planı gündeme geldi, işte o zaman eksik parça tamamlandı ve Liberalizmin, İslamcılığın yanına Milliyetçilik de eklendi. Artık ‘’Tek devlet, Tek Millet, Tek Bayrak’’ sloganı giderek daha fazla duyulacak ve Rabia işareti Mısır İhvanıyla dayanışmanın sembolü olmaktan çıkıp AKP’nin bütün sağı bünyesinde eriten bir partiye dönüşmesinin sembolü haline gelecekti.
Seçimlere doğru gidilirken harekete geçirilen ve sokağı teröre boğan yığınları hatırlarsak, 1980 öncesi sola karşı kullanılan ‘’Seferberlik ilanı halinin’’ bir benzeri bugün Kürt Halkına karşı tekrarlanıyor ve sağın bütün unsurlarının bu seferberlik haliyle ‘’Tek parti, Tek şef, Tek lider etrafında kenetlenmesi hedefleniyor.
Özel harekâtçıların operasyonlar sırasında yazdıkları duvar yazıları var olan durumu ifade ediyor. ‘’Kanımız aksa da zafer İslam’ın, Kurdun dişine kan değdi’’ sloganları yeni Türk-İslam sentezinin bugün nasıl kurulduğunu bize gösteriyor. Mevcut durumun kalabalıklarda ki yankısı ise bir tür linç hali olarak kendini gösteriyor. Islıklı protestolar, getirilen tekbirler ve ‘’Şehitler ölmez, Vatan bölünmez’’ sloganları Türk-İslam sentezinin yeni dönemine ilişkin önemli ipuçları veriyor. Türkiye, milliyetçilikle desteklenmiş ve militarist unsurları olan savaşı, ölmeyi öldürmeyi kutsallaştıran bir dinselleşme dalgasıyla kuşatılmış bulunuyor. Buradan varılmak istenen yolun Başkanlık sisteminin yerleştirilmesi ve Tek adam yönetimi olduğu görülüyor.
Aslında Türkiye toplumunda Tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı direnişinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor.
Kabul edilebilir sayılan bu milletin giyim kuşamından, oturuş kalkışından, kadın erkek ilişkilerinden, içtiğinden, sokaktaki davranışından farklı olan hiçbir şeyi içine sindiremeyen, bunlarla aynı toplumu paylaşmayı bile yapılan bir tür saldırı olarak algılayan bir zihniyeti dile getiriyor ve körüklüyor. Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor.
Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Suni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine giren Milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir sorun görmüyor. Mevcut Cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor.
Hegemonya stratejisi ‘düşmanla’ kutuplaşmayı tırmandırma üzerine kuruluyor!
 Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin hegemonya stratejisi, tarif ettiği hasımla -bazen basbayağı düşmanla- kutuplaşmayı tırmandırma üzerine kuruluyor. Bugün AKP ‘’milletin’’ akıl tutulmasına uğraması için ve bu seçmen kitlesini harekete geçirmek istediğinde onun cemaat olarak doğal istek ve korkularını depreştirecek açıklamalara ağırlık veriyor. Bu şekilde doğal içgüdüleri, cemaatçi yaklaşımları harekete geçirilmiş yığınlar ‘kendilerinden olmayanların’ kimler olduğunu verilecek ‘’işaretler’’ e bakarak göreceklerdir.
Tayyip Erdoğan ve partisi ‘’Millet’’ olarak tanımladığı faşist linç kültürü ile yoğurulmuş yığınları bu rotaya sokmak istiyor. Kendi siyasi geleceğini giderek birbirine tahammülü azalan ve düşmanlaşma eğilimleri güçlenen iki toplumsal öbeği geri dönüşü olmayacak biçimde ‘’bölmek’’ siyaseti üzerine inşa ediyor. Eğer bu rotaya sokabilirse kendisi ile birlikte milleti sürükleyebileceği nokta maddi ve insani açıdan sadece ağır bir yıkım değil,  utanç duyulacak bir bilanço olacaktır. Tayyip Erdoğan, gücünün farkındayken bir dirençle karşılaşmasına öfkelendiği kadar, ‘’milletinin’’ dışında tanımladığı halkın çıkardığı sorunlara da öfkeleniyor.
Onun için, bir yandan yine fantastik düşman kuvvetler tarif etmeye çalışırken, bir yandan da halkın bu kısmını millet dışında saymaya, hatta onların millet olma durumunu şüpheli hale getirmeye devam ediyor. Bu millete karşı, ‘’asıl milletini’’ çıkarma ihtiyacı duyuyor. Buna yönelik şiddetli ve celâllenmeli davranışların ardında, işine kimseyi karıştırmak istemeyen iktidar, işine kimseyi karıştırmak istemeyen ‘’Cumhurbaşkanı’’ olduğu kadar, esas olarak işine kimsenin karışmasını istemeyen bir kapitalist akıl duruyor.
Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir biçim kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturuluyor.Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişen depolitizasyonla Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanların parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplanmasına çalışılıyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını faşist ögelerin ağır bastığı bir diktatörlük rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu rejiminin vurucu gücünün ordu değil ‘’destanlar yazan’’ polis gücü olacağı anlaşılıyor.
Baskıcı, inkârcı ve çatışmacı planlara karşı savunma stratejileri oluşturmanın vaktidir.
Türk- Kürt çatışması üzerine inşa edilen politikalar sürekli hazır tutulmakta. Bugün yaşandığı gibi yeri ve zamanı geldiğinde bu çatışmanın (Türk milliyetçiliğinin)  egemen kesimler tarafından tahrik edileceği de bir gerçek. Kürt halkının mevcut güçlerini sürdürmeleri ve politik dengeleri sarsma konumlarını devam ettirmeleri güçlü bir olasılık olarak duruyor ve var olan örgütlü gücün korunması Erdoğan/ AKP’nin politikalarını zorluyor. Ancak Kürtler açısından Türkiye’nin diğer ezilen kesimleri ile buluşmasının sağlanması her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olarak gündeme geliyor. Egemen sınıfların dayattığı çatışma stratejilerini boşa çıkarmak için bu gereklidir. Önümüzdeki dönemde Kürtlere yönelik tasarlanan ve uygulanmak istenen baskıcı inkârcı ve çatışmacı planlara karşı bu politikaları boşa çıkaracak savunma stratejileri üzerine de düşünmenin vaktidir. 
Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları başta işçi sınıfı olmak üzere bütün ezilen ve örgütlü kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuştur. Taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Bu koşullar altında AKP’nin Sünni muhafazakâr gelenek çerçevesinde massetme yaklaşımı, ‘’Batı’’ da ki benzerlerine paralel, yani işçi emekçi kitlelerin örgütlü kalıcı desteğine dayalı bir merkez sol/sosyal demokrat iktidar alternatifi oluşturulamamış olmanın zaafını da lehine kullanacaktır.
İşçi ve emekçi kesimler, kapitalist üretim organizasyonları onları giderek daralan bir etkinlik alanına, insani varoluş durumuna ittikçe bağlayıcılıkları ve inanç kapasitelerini de yitirmiştir. İktidar alternatifi değil, İktidar mücadelesinin araçlarından birisi durumuna düşürülmüşlerdir. Emekçi sınıfların bağımsız siyasal bir güç olmaktan uzaklaşmasında bu derin öz güven ve inanç algısını yitirmelerinin rolü vardır. Dolayısıyla yaşanan sürecin getirilerinin kısa vadede Erdoğan/AKP’nin işine yarayacağı söylenebilir. Bu onun hegemonyasını güçlendirmesine, Neo-liberal politikaları uygulamasına yardımcı olacaktır. Hatta toplumun kültürel düzeyde muhafazakârlaşması süreci devam edecektir.
Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin tarihte yaşanan örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen ve Başkanlık sistemini oturtan Erdoğan/AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını ve harekete geçirdiği yığınları daha etkin biçimde doyurma ve kullanma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemlerine alabildiğine polis terörüyle saldırılacak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmalanmasında daha dizginsiz bir şekilde davranılacak, kentlerde kendi ideolojik yönelimini hâkim kılma yolunda fren mekanizmaları boşaltılacak ve tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Savunmanın örgütlenmeleri mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda savunma komiteleri olmalıdır.
Bu açıdan önümüzdeki dönem Türkiye toplumunun Erdoğan/AKP’nin elinde güç bulan otoriter liderlik ve otoriter, korporatif yönetim tarzını, başka bir otoriter güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi örgütlülüğü ile dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği sınanacaktır.
Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşadığımız süreçte karşılaşılacak şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ise ‘’doğallaştırılmaya’’ çalışılmasıdır.
Günümüzde faşizm ve ırkçılıktan, sadece onu bastırma ya da vaaz yoluyla kurtulmaya umut bağlanamayacağının bilinmesi gerekir. Çünkü faşizm ve ırkçılık, faşist ve ırkçı kişilerin basit bir hezeyanı değil, toplumsal bir ilişkidir. Faşist, ırkçı biçimlenmenin sabit sınırları yoktur yok edilmesi yalnızca kurbanlarının başkaldırmasını değil, aynı zamanda bizzat faşizm ve ırkçılığın var ettiği ‘’cemaatin’’ iç çözülüşünü gerektirir.
 Protestolar toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Kınama ve protesto gösterileri, hukuki ve sosyal kontrolden bağımsız olduğunu düşünen insanları ‘’düşman’’ değil ‘’kendilerinden’’ olmasını sağlayan bir linç gurubuna dönüştürüyor. Bu şekilde kolaylıkla linç topluluğuna dönüşebilecek kalabalıklar kendine düşman ararlar. Zaten faşist hareketin ‘’kitleyle’’ buluşmasını sağlayan da budur. Düşman aramak!
Hemen bütün sosyalleşme yapılarının krizde olduğu, üstelik insanların büyük kısmının canının burnunda olduğu bir toplumda kalabalıkların kendilerini içinde güçlü hissedip milli kimlikle meşrulaştırdıkları reflekslerini dışa vurmaları birileri için gaz alma aracı olarak değerlendirilirken, kimileri için yeni imkânların araştırıldığı bir alışkanlık olacaktır.Milliyetçi İslamcı refleks etkin olabilmek için mutlaka cevap vermesi gereken bir ihtiyaca karşılık düşer. Bu ihtiyaç birilerinden veya bir ulusun üstün oldukları hissiyle doyurulabilir.
Normal işleyişin halen sahip oldukları üstünlük duygunun zedeleyeceğini vaktiyle aşağı saydıklarını eşitleri haline getirebileceğini sezen toplulukların halen hâkim kimlik olan ulusa ait olmayı ön plana çıkarmaları ve buna tutunmaları faşizmin kuralıdır. Bu durum faşist hareketin benzer refleksler ile harekete geçebilecek yığınlarla buluşmasına kitleselleşmesine yol açabilecektir. Karşısında güçlü bir direnişle karşılaşmaması ise ona gereken güveni kazandıracaktır.
Bu aşamada ilk elde yapılması gereken bir savunma çizgisi geliştirmek olmalıdır. Bu savunmanın örgütlenmeleri ise mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda savunma komiteleri olmalıdır. Bunun gerçekleşmediği koşullarda otoriter baskıcı devlet politikalarının zaferi kaçınılmaz olacaktır. Bunun sorumluluğu ise esas olarak bu mücadeleye girişmeyen veya bundan kaçınan önderliklerin sırtında olacaktır.

Hiç yorum yok: