16 Aralık 2016 Cuma

‘‘Terörle yaşamaya alışmamız’’ gerekmiyor!


Ahmet Doğançayır
Görünen o ki Türkiye sınırları dışında olacak her savaşın artık bir ‘’iç savaş’’ olarak yaşanacağı, siyasetin ‘dost-düşman’ karşıtlığı etrafında katılaşarak ‘’ötekiyle’’ her tür karşılaşmayı siyasal varoluşa yönelik bir tehdit haline getireceği ve dolayısıyla da olağanüstü halin şiddetle donanmış egemenini göreve çağıracağı bir sürece doğru gidiyoruz.
kaos
Bu süreç siyaseti savaşa indirger ve her tür siyasal faaliyeti ‘’iç düşmanla’’ yürütülen savaşın birer uzantısı haline getirirken, siyasetçileri, yurttaşları, basını, yargıyı ve üniversiteleri hem devlet kurumları arasında, hem de devletle toplum arasında daha önce olmadık tarzda bir birliği hayata geçirmeye çağırıyor. Tam da bu nedenle her tür siyasal faaliyetin, fikir beyanının ve siyasal çatışmanın meşruiyetinin bu dost/düşman ayrımı etrafında kurulmasını bütün siyasal aktörlere dayatıyor.


Her tür siyasal fikir ve yaşanan krize yönelik çözüm önerileri öncelikle ‘vatan hainliğinin’, dava düşmanlığının, dış mihrakların uzantısı olmanın ince terazisinde tartılarak dolaşıma sokulup ya da gayri meşru ilan edilerek siyasal alandan derhal men ediliyor. Söz konusu dost/düşman ayrımı sadece siyasal kurumlar düzeyinde değil, kanaatler, arzular ve duygular düzeyinde de üretilerek yürürlüğe konuluyor. Onun ‘’kanaat teknisyenleri’’ ve örgütleyicileri tutku, kanaat ve arzuları ‘’düşmana’’ yönelik kaygı ve hıncı tetikleyecek tarzda oluştururken, süratle gündeme soktukları komplo teorilerinden hareketle siyasal varoluşun büyük bir tehdit altında olduğu algısını uyandıracak imgeleri, kanaatleri ve duyguları üretme işine koyuluyorlar.
Bu durum sadece siyasetin sonlanmasını ifade etmez. ‘’Hukuk devletindeki’’ yeri her zaman belirsiz olan olağanüstü hali ve savaşı istisnai bir durum olmaktan çıkararak güvenlik söylemini her alana genişletir ve eşitliğe ve özgürlüğe yönelik her türlü eylemi ve istemi güvenlik söyleminde boğan bir anti-siyaset pratiğini hayatın her alanında faaliyete geçirir. Türkiye siyasetinde bugün böyle bir durumun çokta uzağında olmadığımız görülüyor.
Aldığı destekle AKP yönetiminde yeni olan, tüm yaşam alanlarında yeni tip muhafazakâr İslami toplum mühendisliğinin uygulanmaya başlanmasıdır. Bu yeni eğilimin en önemli özelliklerinden biri ‘’maneviyatçılık ve mukaddesatçılık’’ üzerine kurulu anlayışın yaşamın tüm alanlarına yerleştirmenin hesaplarının yapılmasıdır. AKP hükümeti yoluyla muhtelif gözetleme, karartma, yaftalama ve dışlama teknikleri kullanılarak otoriter bir toplumsallık inşa edilmeye başlanmıştır. Toplumun tüm alanlarını maneviyat ve mukaddesat sistematiği içinde yukarıdan muhafazakârlaştırma kendisini her noktada etkin kılıyor. Bu kendisini muhafazakâr ideallere uygun çocuklar yetiştirme, kadının toplumsal temsilini ikincil rollerde bulunmaya teşvik etme şeklinde uygulanan tek boyutlulaştırma her düzeyde kendini hissettiriyor. Yeni muhafazakârlık farklı görüşleri devlet aygıtının gücü ve otoriter liderliği vasıtasıyla silikleştirmeye çalışıyor.
İşte son birkaç yıldır süren bu yeni süreçte AKP’nin bu çerçevede yaptıkları toplumun değişik kesimlerinde bir huzursuzluk biriktirmekteydi. Her ne kadar bu kesimler AKP’nin kendi tabanı dışındaki kesimler idiyse de bunların siyasi olarak AKP’yi endişelendirecek düzeyde bir etkinliği ve örgütlülüğü bulunmuyordu. Buna Tayyip Erdoğan’ın şahsında olgunlaşan Tek adam yönetiminin özellikleri ve imkân verdiği müdahale olanakları eklendi. Bu müdahalecilik kafasındaki toplum modelini halka kabul ettirmeyi ilahi bir görev olarak gören bir tek adam otoritesiyle pekişmiş bir müdahalecilikti, ‘’Topluma hizmet götürme’’ görüntüsü altında aslında yeni bir düzen ve görünüş verme hırsının açığa çıkmasıydı. Bu hırs Tayyip Erdoğan’ı kendi çizdiği sınırlar ve biçim aşılmadığı takdirde tahammül eden, ama sınır aşıldığında şiddete başvuran bir otoriteye dönüştürdü.
Türkiye toplumunda Tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan ve yakın korumaları kullandı. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı direnişinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor.
Kaosa sürüklenmek!
Bugün kaos kelimesinin bile açıklamakta yetersiz kaldığı bir ortamdayız. Yarının bugünleri de aratacağı endişesi toplumun büyük çoğunluğunu sarmış durumda. “Ya ben ya da kaos’’  diyerek, oyun kurucu olmaya çalışanların da artık oyunun denetimini büyük ölçüde kaybettikleri, provokasyon, şiddet, savaş ve toplu yıkımın sarmalında, dümeni kilitlenmiş gemi gibi bilinmedik sulara sürükleniyoruz.
Milletin kaosu seçtiğini iddia edecek kadar kibirli olan iktidarın, kaos tehdidi ile ülkeyi sürüklediği yerin kaosun katmerlisi olması elbette bir rastlantı değil. Şiddet yöntemlerinin en kanlısını, en acımasızını ve körünü siyasete ikame etmeye teşne olanların harekete geçeceği ortamı, parlamentoda çoğunluğu kaybetmeyi milletin kaosu seçmesi olarak yorumlayanlar hazırladı. Ortam hazır olunca, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Devrimciliği şiddet ve şehitlik romantizmine indirgemiş olanların ön plana çıktığı, silah ve zorbalık fetişizminin alıp başını gittiği yerde, şimdi güvenlik devleti, “bildiğimiz hava çalıyor, oynama sırası bizde!” diyor.
Kaos tehdidi, 7 Haziran seçimleri öncesinde AKP önde gelenlerinin diline pelesenk olmuştu. 8 Haziran sabahı, AKP milletvekili ve anayasa hukukçusu Burhan Kuzu, “Ya istikrar, ya kaos dedim, millet kaosu seçti; hayırlı olsun” demişti. “400’ü verin, bu iş huzur içinde çözülsün” diyerek, son derece açık ve net konuşmuştu. Başkentinde 5 ay içinde yüzlerce insanın öldüğü, bine yakınının yaralandığı, doğusunun ateşe verildiği, insanların örgüt elemanı sivil demeden öldürüldüğü, evlerin yıkıldığı ve iç savaş tehlikesinin eşikten avluya sızdığı bir zaman diliminde bize ‘daha kötüsünü bekleyin’ mesajı iletiliyor.
Daha kötüsü ve daha kötüleri oldu, olacak. Pazar akşamı, bir kez daha başkentten katliam haberleri geldi. Bir öncekine bile alışamamış toplum çaresizlik halinde kıvranırken, ne olup bittiğini anlamak adına ekranlara kilitlendi. Kısa zaman sonra olayın aslından faslına geçilmiş olduğu, başkenti ateşlere verilmiş bir ülkede, muktedirin adamlarının ekranların başköşelerine kurulup büyük bir manevra kabiliyetiyle, iktidardan başka herkesi sorumlu tuttuğuna şahit olundu. Ölenler, parçalanan bedenler, haber alınamayanlar, ölümle cebelleşenler, geride kalanlar, ülkece travma yaşanmış olması, önemsizdi. Ekranlar ve ekrandakiler her zamanki görevlerini icra ediyor olayı aslından koparıp, insanları fasıllarda boğuyorlardı. Sosyal medyanın paralı trolleri de ‘önümüze gelene bir tekme’ moduyla ona buna ‘hain, alçak, düşman, terörist vs.’ diye hakaretler yağdırıyor, masaya yumruğunu vurması gereken başkan olursa bunların yaşanmayacağı telkininde bulunuyorlardı.
Kime, neden, nasıl inanacağını kestiremese de ‘ülkenin, cehenneme dönmesine tahammülümüz olmamalı, olamaz’ düşüncesinde olanlar, iktidarın yeni dönem kılıç kuşananlarından olan, muhafazakâr camianın itibar ettiği ve hükümetin gayri resmi sözcüsü olarak tanımlanan kişisinin: “Evet, canımız acıyor ama bir süre terörle yaşamaya alışmamız gerekiyor ”söylemine muhatap oldular. Kürt meselesinin dağı taşı bombalamakla, ilçeleri ve şehirleri kuşatmakla çözülemeyeceğine, bu anlayışın iç savaş anlamına geldiğinin kestirilemeyeceğine değinmeden ‘terörle yaşamaya alışmamız gerekiyor’ demek, en basit tabiriyle fikrin terörize edilmesi değil de nedir? Bugün barış çağrılarının şiddet politikalarına, karşılıklı milliyetçi restleşmelere ve zorbalıklara örtü yapıldığı, yapılacağı karanlık sularda ilerliyoruz.
Alternatif nedir?
Devlet bugün sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Eğer mevcut dar siyasal alanı genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin olası sınırlılıklarını görmek zorundayız. Bugün Kürtlerin ve Arap halklarının ve işçilerinin sokak eylemleri solun bir zamanlar sahip olduğu lakin unutmasına ramak kaldığı toplumsal muhalefet reflekslerini hatırlatmasıyla da ayrıca bir önem teşkil etmektedir.
 Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır.
Tarihsel işlev açısından devrimci ve gerici zor, ezenler ve ezilenler tarafından uygulanan zor arasında bir fark vardır. Baskı ve şiddeti ortadan kaldıracak olan,  toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimdir. Sözünü ettiğimiz şey, egemen sınıflar tarafından zihinleri şekillendirilmiş kamuoyunun zorbalığını ve bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır. Bugünkü karşı devrimci durumda şiddet düzenin silahıdır. Her yerde düzenin şiddeti vardır, buna karşılık bu şiddeti sona erdirecek devrimci güç bugün ortada yoktur.  Devrimci güç, kitlelerin ya da sınıfların sosyalist bir toplum inşa etmek amacıyla donanmış ve kurulu düzeni yıkma kudretine sahip sınırsız genel grev, fabrikaların, hükümet binalarının, iletişim ve ulaştırma merkezlerine el konulması şeklinde eylemlerin sonucunda ortaya çıkacaktır.
Burada küçük bir gurubun değil, çoğunluğun eylemlerinden ve uygulayacağı siyasal şiddetten bahsediyoruz. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir. Politik kitle grevi, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının ele geçirilmesi; bütün bunlar, üretimin gelişmişlik derecesi, sınıfsal güçlerin mevzilenişi, proletaryanın toplumsal ağırlığı ve nihayet, devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen etken silahlı kuvvetler olduğu için, ordunun toplumsal bileşimi tarafından belirlenir.  İşçi hareketleri ancak zorlayıcı durumlarda ve barışçı taktikler yenilgiye uğradığında şiddete başvurmuştur. Sosyalist devrimlerde şiddet olmuşsa bunun nedeni egemen mülk sahibi sınıfların mücadele etmeksizin ayrıcalıklarını bırakmak istememeleridir. Marksizm, proletaryanın yetersiz devrimci gücünün yerine hazır ‘’kimyasal formülleri’’ geçirmeyi amaçlayan tüm yöntem ve araçları reddeder.
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin İnsanların kendilerini kulluktan yani yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerçekleşemez. Ayrıca böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir. Bu gücü oluşturmanın yolu burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlerini yaratmaktan ve birliğinden geçer.
Buna çözüm bulmak için sadece mevcut siyasi aktörleri sayıp toplayan aritmetik aklın işleyişine bir son verilmelidir. Yaratıcı tahayyüller ve özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni siyasal özneleşme süreçlerini harekete geçiren gezi benzeri olaylara daha çok ihtiyacımız var. Bu tür olaylar belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmamış olsa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan yanıtları bu kitleselleşen hareketlerde bulacağız.
Artık bundan sonra Kürt halkının hesaba katılmadığı hiçbir seçim, hiçbir toplumsal değişiklik talebi, hiçbir diplomatik hamlenin başarılı olamayacağı görülüyor. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk emekçilerinin taleplerini kapsayacak şekilde ifadesini bulması Kürt siyasetini Kürtlerin yaşadığı kentlerin dışına çıkartıp Türkiye hareketine dönüşmesinin yolunu açacaktır. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk halkının ortak talebi haline gelmesi de AKP karşısında ezilen, sömürülen sınıfların mücadelesinde azımsanmayacak bir aşamayı ifade edecektir.
Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. O nedenle yepyeni bir dile, Ortadoğu halklarını ulus devletlerin cenderesinden onun ek bir güç sağladığı milliyetçiliklerin, birbirini düşmanlaştırmaktan beslenen dini-mezhebi duyarlılıklardan sıyrılma umudunu verecek milletler, dinler ve mezhepler üstü herkesi bu açıdan eşitleyecek bir büyük siyasal birliktelik tasarımına, bunun çağrısına mutlaka ihtiyaç var. Şu anda Ortadoğu’nun içinde ama onun giderek daha da kanlı hale gelen enkaz yüklü dalgaları, kıyılarını dövmeye başlayan bu ülkede ‘’Çözüm’’ sözünü gereğince ciddiye almak isteyen herkesin yapacağı ilk tercih bu noktada olmalıdır.

Hiç yorum yok: