16 Aralık 2016 Cuma

OLAĞANÜSTÜ HAL REJİMİ VE MİLLETİ HÂKİME SİYASETİ


Ahmet Doğançayır
Siyasette sıkışmayı yönetebileceğini ve bundan amacına uygun sonuçlar çıkarabileceğini düşünen ve planlayan bir Recep Tayyip Erdoğan fenomeni var karşımızda. Seçim sonuçlarını kabul etmeyen, seçim sonuçlarının uygulanmasını yeni seçime kadar askıda tutulmasını isteyen bir konumda tutulmasını istiyor.


 O zamana kadar tek yetkili olarak geri alınması zor kararlar ve dönülmesi zor adımlar emri vakilerle uygulanıyor. Ve böylece silahların sustuğu ve neredeyse hiç çatışmanın olmadığı, siyasi cinayetlerin yaşanmadığı dönem bir çırpıda çöpe atılmış oldu. Sınır ötesi hevesleri hep vardı. Büyük Osmanlı projesi ne kadar içi boş gibi görünse de Başkanlık sistemi planına uyuyor ona hizmet ediyordu. Seçim sonuçları, HDP’nin 80 kişilik bir grupla mecliste temsil hakkını kazanması bütün planlarını bozdu. Durumu özetlemekte yarar var. Ülkeyi istifa etmiş bir hükümet yönetiyor. Bu hükümet seçimde tek başına iktidar olma yetkisini, çoğunluğu yitirmiş bir partiye dayanıyor.
Seçimlerde o parti için mitingler yapmış, konuşmuş, oy istemiş Cumhurbaşkanı olarak o koşullar altında amacına ulaşamamıştır. Ancak şimdi önceki seçimlerde elde ettiği konumu fiili başkanlık olarak kullanmakta kararlı olduğu anlaşılıyor. Seçimlere kadar olan süreyi kendisinin doldurduğu bir boşluk olarak yorumlama ve kullanma eğilimi gösteriyor. Seçime kadar geçecek sürede atılan çözüm sürecini bitirmek, savaşa girişmek, ülke çapında sıkıyönetim uygulamalarını yaygınlaştırmak gibi adımlar bundan sonrası için ipucu sayılmalıdır. Yasalardaki boşlukları, sınıflar arasındaki nesnel konumlanmanın yarattığı ilişkileri ve koşulları siyasetin kendiliğinden diline ustaca çevirerek değerlendirebilirse istediği sonucu elde edebilir. Üstelik uluslararası politik güçleri ikna edebilecek geri dönüşleri hızla yapabilecek fırsatçı yeteneğe de sahip görünüyor.
Tehlike büyüktür kazanılmış ne varsa uçurumdan aşağı yuvarlanmak üzeredir. Sokak ise küçük esnafın karakterini iyi bildiği anlaşılan, HDP’yi baskı altına alarak Güney Doğuyu yeniden kazanma, köylülükten büyük destek alma umudunu her anlamda koruyan tek adamın saldırısı altındadır. Artık sistemin tümü rejim değişikliğinin arifesindedir.
Olağanüstü hal tekniği olarak ‘faili meçhul’    
Suruç katliamı ve arkasından devreye sokulan kanlı tezgâh yukarıda ipucu olarak sıraladığımız politikalardan biri olarak 1990’lar ‘’heyulasının’’ tekrar gündeme sokulabileceğini gösterdi. Fakat olağanüstü hal ve katliamlarla simgelenen bu heyulanın aslında bu ülkeyi hiç terk etmediği, çünkü onun arkasındaki iktidar zihniyetinin bizzat kadrolarının egemenliğini sürdürdüğü gerçeğiyle yüzleşmek gerekir.
1990’lı yıllarla özdeşleştirilen meçhul denilen ama aslında faili belli olan cinayetlerin, kaybetmelerin yargısız infazların işkencenin işaretleridir bunlar. Faili meçhul cinayetler devletin şiddet araçları üzerindeki tekel iddiasına dayanan resmi şiddet ile gayri resmi olağanüstü şiddet arasındaki geçirgen sahaya aittir. Ve bu anlamda da bir olağanüstü hal tekniğidir. 1990’lı yıllarda Kürdistan da dehşet verici şiddet, köy boşaltma faili meçhul kaybetme ve işkence uygulama stratejisiyle kendini gösteriyordu. Amaçlanan Kürt halkını şiddetle tecrit etmeyi, siyasal alanın dışında tutmayı hedefliyordu.
AKP ve onun oluşturduğu olağanüstü hal cihazı, 2010’lardan itibaren 1990’ların bu bakiyesi üzerinden siyaset yapıyor. HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde yeni bir söz ve siyasi projeyle siyaset sahnesinde yerini alması 1990’lar hayaletinin yeniden ve daha açık olarak yeniden canlandırdı. Hukuksal çerçevesi hazırlanmıştı, TBMM tarafından onaylanması ve ilan edilmesi gerekmiyordu.
Geziden beri olağanüstü halle ilgili olarak anlamamız gereken temel mesel olağanüstü halin nerede, ne zaman başladığına, tedbirlere hangi kurumsal süreçler yoluyla karar verileceğidir. Günümüzde polisin askerileştirilmesi, kent meydanlarının savaş alanları haline getirilmesi, düşmanın kim olduğuna karar verilmesinin hallinden, bu kararın kim tarafından ne zaman verileceği konularının mevcut müesses nizamın bir parçası haline gelmesinden sonra mümkündür. Bu süreçler özenle siyasi alanın dışına çıkarılmıştır. Ama aynı zamanda siyasal alanla güvenlik cihazının onu sürekli işgal etmesini kolaylaştıran bir ilişkisi vardır.
Şimdi, olağanüstü hal,  polisin, güvenlik cihazının olağanüstü tedbirler uygulamayı uygun gördüğü her yerdedir. Hatta faili meçhul cinayetlerde, parçalanan bedenlerde, işkenceye maruz kalanların kimliğindedir. Sadece iktidarın kendisine meydan okunması halinde değil, özü gereği siyasal olan ama kapitalist rejimlerin siyasal alanın dışında tutmaya çalıştığı her yerde olağanüstü hal söz konusudur. Meclisin olağanüstü hal olduğuna karar vermesi gerekmez. Bunlar yasalarda tanımlanmış, belirli durumlarda uygulanması kararname ve mevzuata bırakılmıştır. Dolayısıyla olağanüstü hal yetkisi ‘hükümdar’ yetkileriyle donanmış Cumhurbaşkanından veya başka bir deyişle parlamentodan devlet memuruna aktarılmıştır. Şimdi askeri, polisiye tedbirlere maruz kalan herkes düşmandır.
Tayyip Erdoğan, AKP liderliği ve medyası Suruç katliamında olduğu gibi, böylesine büyük bir katliam karşısında ‘asıl katliamın başka yerlerde yaşandığını, asıl mağduriyetlerin başka yerlerde yaşandığını ifade ederek ölenlerin kendileri için hiç de makbul insanlar olmadığını her fırsatta ifade ettiler, ediyorlar. Devlet adına konuşma tekelini ele geçirmiş olan hükümet adamlarının beyanatlarında rakamları nasıl yarıştırdıkları yüzümüze çarpıyor. Asıl söylenen onlar, canlar, suretler değil rakamlardır. ‘Onlardan kaç, bizden kaç kişinin öldüğü’ hesapları yapılıyor. Cenazeler, isimler istatistiki birer iktidar iddiası olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Hukukun bu durumlarda devreden çıkarılması da olağanüstü halin bir gereğidir. Ölüm karşısındaki eşitliği devamlı kılmanın yolu hukuk üzerinden tanımlanmıştır. Oysa kanunlara işlenen istisnalar, kanun karşısındaki bu eşitliğin inkârına dairdir. Yargısal mekanizma bugün suçun mekanizmasına değil, mağdurun kimliğine bakacaktır. Suçlunun tespiti yerine, istisna teşkil eden bir kimliğin söz konusu olup olmadığına bakacaktır.
‘Millet-i hâkime’ siyaseti!
İnsan olduğu için düşman ilan edilen birilerini, insanlıktan çıkarma ve insanlığının yeniden tanımlanması, başkalarının insanlığını reddetme üzerinden bir kabilenin inşasını gerektirecektir. Böyle bir kabilenin inşasında önemli rol üstlenmiş ‘Millet-i Hâkime’ eşitlik talebine bir tepkidir. Türk-İslam sentezinin eşitlik talebinin reddi üzerinden kurulduğunu görmek gerekir. Türklük, devletin bekası veya İslam referansları bile bu yalan ve nefret dünyasının iktidar mücadelesinin tuğlaları olarak tesadüfen seçilmiş araçlar, totaliter bir dil kurmanın yol işareti olmanın ötesine gitmez. Ama aynı zamanda onlar adına kurban talep edilmesi için gayet müsait araçlardır bunlar. ‘Millet-i Hâkime’ okullarda devlet dersinde başkalarının ölümü üzerinden milli bir kazanç, galibiyet olarak da inşa edilir. Türk İslamcılığının söylemine ilişkin önemli bir husus bugün devlet başkanından, partisinden işittiğimiz üzere söylenmemesi, söylemekle kalmayıp nefretin kişisel sorumluluğunu alması ve kendi kimliğiyle aleniyete dökmesidir. Böylesi bir ‘kabileye’ mensup olmak hâkim olanların yani şimdi kendine devlet diyen iktidar sınıfının bakış açısını içselleştirmektir. Bu söylem kamusal alanda neyin düşünülebileceğinin, neyin ifade edileceğinin sınırlarını çizmek ve böylece devlet kavmi inşa etmektir. Devlet kavmi yani milleti hâkime o kavme kimin ait olduğuna ilgili bir sınır üzerinden, sınır olarak inşa edilir.
Aslında Türkiye toplumunda Tek adamın ve etrafında oluşan çevrenin gösterdiği tavır, benimsediği dil yeni değil. Bu topraklarda on yıllardır dile getirilen otoriter yaklaşımların bütün biçimlerini Başbakan ve yakın korumaları kullandı. Bu zihniyetin temelinde Tek adamın milletin ve onun özlem ve değerlerinin tamamını temsil ettiği, bu anlamda milletin bu tek adamda kendini bulduğu, ete kemiğe büründüğünü ifade etmek yatar. Tayyip Erdoğan’ın gezi parkı direnişinin başlangıcından bugüne kadar ki söyleminde de sıradan bir otoriterliği aşan bu yaklaşım fazlaca öne çıktı. ‘Benim milletim’ de ifadesini bulan bu yaklaşım kendine göre makbul olan bu milletin iradesinin de kendi şahsında toplandığını ifade ediyor.
Kabul edilebilir sayılan bu milletin giyim kuşamından, oturuş kalkışından, kadın erkek ilişkilerinden, içtiğinden, sokaktaki davranışından farklı olan hiçbir şeyi içine sindiremeyen, bunlarla aynı toplumu paylaşmayı bile yapılan bir tür saldırı olarak algılayan bir zihniyeti dile getiriyor ve körüklüyor. Tayyip Erdoğan için düşüncesine uygun bir Millet var, bir de var olan haliyle toplum. Kendisine uygun milletin bu toplum içinde çoğunluğu oluşturduğu inancı ile hareket ediyor. Bu milletin değerlerini esas alarak toplumun geri kalanını bu değerlere yabancı ve tehdit unsuru olarak görüyor. Kendinde bütünleşmiş bir hal aldığına inandığı milletin içinde farklı olanların belirlenmiş sınırlar içinde kaldıkları ölçüde müsamaha edildiği, hoş görüldüğü bir hâkim millet anlayışı sergiliyor.
Milli irade diye tanımladığı şey ise ona biat eden, iradesini ona teslim eden ağırlıklı olarak Müslüman- Suni kimliği üzerinde şekillenen kesimlerin iradesi oluyor. Dolayısıyla kendi iradesine karşı duranların aslında milli iradeye komplo kuranlar olduğunu iddia ederek bu şer güçlere karşı dinsel kahraman havasına giriyor. Kendisine yönelik eleştirileri de bu vasıtayla tanımı içine giren Milletine ve onun milli iradesine yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta bir sorun görmüyor.
Mevcut Cumhuriyetin yurttaşlarının sadece sandıkta değil, siyasal ve kamusal alanda da eşit oldukları ilkesini ortadan kaldırarak, demokrasiyi sandıktan çıkan sonuçla açıklayarak burjuva otoriter cumhuriyet rejiminin de ötesine geçiyor. Ben ve onlar ayrımını körükleyerek ve bu ayrımın sınırlarını kendisi çizerek iktidarını yeni bir olağanüstü hal rejimi altında sürdürmeyi hedefliyor. Bu olağanüstü hal rejiminin vurucu gücü ordu değil ‘’destanlar yazan’’ polis gücü olacağı anlaşılıyor. Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor.
Bugünde olduğu gibi Kürt halkına, etnik gruplara ve sola karşı şiddet hâkimiyeti sağladığını ve bunu devam ettirmeyi düşünen iktidar tarafından toplumun bütününü terbiye aracı olarak da değer taşıyor. Yoksa gösterilen şiddetin ölçüsüzlüğünü açıklamak mümkün değildir. Yurttaşlara zaten sınırlı olarak ortak kamusal alanın, siyasal eylemin, bu alanda ortaya çıkan çoğulluğun varlığı bir ‘bela kaynağı’ olarak gösterilmekte, kamusal işlerin bütünüyle bürokrat, teknokrat cihaza bırakılmasının ‘’huzur açısından’’ faydaları hatırlatılmaktadır. Kamusal alanda eşitler arası eylemin yerini, yetkilerin bir ‘’hükümdarın’’ elinde toplandığı idare edilenlerin siyasal sürece katılımlarının itaat ve rıza ile sınırlandığı modellerin insanların huzurlu, şiddetten arınmış yaşamasının tek yolu olduğu vazedilmektedir. Bu durumda sadece Kürtler değil, geniş halk kesimleri şiddet olmasın diye egemenler karşısında eğilecek, iktidarın taleplerine göre kendi tercihlerinden vazgeçecek, tercihlerini, geleceğe yönelik planlarını iktidarın planlarına terk edeceklerdir.
Olağan üstü hal ve ‘Millet-i Hâkime’ siyasetinin sınırları
Türkiye soluna, Kürt halkına ve Alevilere karşı açılan savaş bu topyekûn hâkimiyet talebinin ulaştığı noktayla açıklanabilir ancak. Seçimler vasıtasıyla iktidarını devam ettiremeyeceği telaşına kapılan Türkçü-İslamcı bürokratik, teknokratik sınıf Türkiye’yi şiddet yoluyla yeniden yapılandırma yoluna girmiştir. Esasen bu durum olağanüstü halle sınırlı değildir. Hâkim sınıfın iktidar mücadelesinin benzer bir hadisesi olarak iç savaş, mevcut süreçlerin işlediği şartlarda psikolojik savaş olarak çıkıyor karşımıza. Hâkimiyet siyaseti siyasal meseleleri gündem dışında tutacak, varoluşsal düşmanına; Kürt halkının mücadelesine ve Türk soluna karşı bazen nizami, bazen gayri nizami bir iç savaş yürütülecektir. Nitekim Yalçın Akdoğan’ın mevcut olağanüstü hal durumundan HDP’yi sorumlu tutması ve bunu alenen söylemesi de siyasal bir sürecin söz konusu olmadığını, siyaset dışı bir hükümet tarzının yürüdüğünü işaret ediyordu.
AKP Kürt sorununu siyasetsiz ve hukuksuz olmak koşuluyla ve Kürtlerin eşitliksiz ama İslam kardeşliğini ve hâkimiyet yapısını kabul ettikleri ölçüde çözebileceğini düşündü. Görülüyor ki olağanüstü halin 2015 şeklinin devreye sokulması tam da 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi teşkil eden bütün kesimleri ve tam da HDP’nin siyasallığını hedef alıyordu. Gezi sürecinde nesnel olarak ortaya çıkan sol siyaset dili Türkiye sağının totaliter dilindeki işaret taşlarını yerinden oynattı. Bu açıdan Türk İslamcılığın varoluşunu tehdit altında hissetmesi Türkiye solunu, Kürtleri, Alevileri hedef tahtasına oturttu. Müzakerenin reddedilmesi, muhatap almanın reddedilmesi ve 1990lar devlet terörünün işaretlerinin yeniden piyasaya sürülmesini bu açıdan değerlendirmek gerekecektir.
Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken küme düşen AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Sermayenin Bonapartist özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması Erdoğan-AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açıyor.
Bütün bunların yarattığı öfke ile Tek Adamın daha fazla Ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejimi olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor. Ama bu aşırı saldırganlık ve sürekli konuşma hali, ne yaparsa yapsın artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor.
Muhatap kabul etmeyi, müzakere etmeyi ve siyaseti reddetmesi sonucunda, iktidarın bir türlü elde yoğunlaşmayan yakınlaştıkça uzaklaşan hali sürekli bir zafiyet yaratacaktır. Olağanüstü hal bu durumdan kaçmanın, mutlak hâkimiyet sağlamanın yolu olduğuna ilişkin yanılsamayı tekrar tekrar devreye sokar. Otoriter güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etme yaklaşımı, siyaseti rasyonel olana aşırı indirgediği için demokratikleşme doğrultusunda farklı siyasal özneleşme ihtimallerini, yeni aktörlerin ortaya çıkış dinamiklerini ve mevcut aktörler arasındaki yeni ortaklıkların kuruluş olanağını göz ardı ediyor. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü.
Tayyip Erdoğan, güçlü olduğunu düşünürken, bir dirençle karşılaşmasına öfkelendiği kadar, ‘’milletinin’’ dışında tanımladığı halkın çıkardığı sorunlara da öfkeleniyor. Onun için, bir yandan yine fantastik düşman kuvvetler tarif etmeye çalışırken, bir yandan da halkın bu kısmını millet dışında saymaya, hatta onların millet olma durumunu şüpheli hale getirmeye devam ediyor. Bu millete karşı, ‘’asıl milletini’’ çıkarma ihtiyacı duyuyor, hitap ettiği Türk-İslamcı kitle de mesajları aldığını derhal ilan ediyor. Buna yönelik şiddetli ve celâllenmeli davranışların ardında, işine kimseyi karıştırmak istemeyen iktidar, işine kimseyi karıştırmak istemeyen ‘’Cumhurbaşkanı’’ olduğu kadar, esas olarak işine kimsenin karışmasını istemeyen bir kapitalist akıl duruyor. Bu açıdan önümüzdeki günler de Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği sınanacaktır.
Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olacağı görülüyor, çatışmalı olup olmayacağını ise Tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecek. Yaşadığımız günler Türkiye sınırları dışında olacak her savaşın artık bir ‘’iç savaş’’ olarak yaşanacağı, siyasetin ‘dost-düşman’ karşıtlığı etrafında katılaşarak ‘’ötekiyle’’ her tür karşılaşmayı siyasal varoluşa yönelik bir tehdit haline getireceği bir iç savaşın bütün öğelerini içinde barındıran koşulları yaşadığımızı gösteriyor. Bu aşamada ilk elde yapılması gereken bir savunma çizgisi geliştirmek olmalıdır. Bu savunmanın örgütlenmeleri ise mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda savunma komiteleri olmalıdır. Bunun gerçekleşmediği koşullarda otoriter baskıcı devlet politikalarının zaferi kaçınılmaz olacaktır.
Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağıtımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise ‘şekillendirilmiş kamuoyunun’ tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir.

Hiç yorum yok: