16 Aralık 2016 Cuma

BENİM MİLLETİM, DEVLET BENİM!


Ahmet Doğançayır
Bugün serbest piyasa ve demokrasinin el ele gelişeceğini, tarihin sonunun geldiğini ileri süren görüşler artık pek ortalarda görünmüyor. Liberal demokrasiler de denen Türkiye de ki rejimin de dâhil olduğu ülkelerde yeni bir furyayla karşı karşıyayız.
faşizm
Bu eğilim ekonomik ve toplumsal yaşamın tüm alanlarının devlet tarafından hızla kapılıp siyasi demokrasinin kurumlarındaki belirleyici çöküşe ve ‘’biçimsel’’ denilen özgürlüklere getirilen ve şimdi gerçeklikleri keşfedilen katı ve türlü biçimlerdeki kısıtlamalarla kendini gösteriyor.


Bu değişimlerden bazıları uzun zamandan beri iş başında olmakla birlikte günümüz devleti önceki devlet biçimlerine göre gerçek bir dönemeci işaret ediyor. Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’ girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir.
Bu evrim ülkelere göre farklı yollar izlemekte ve farklı kurumsal düzenlemeler içermektedir. Kalabalık personel tarafından kontrol edilen bakanlıklar arasında yeni düzeneklerin yaratılmasına, memurların geleneksel aşama-düzenini devre dışı bırakan bir dizi gizli kanalların devreye sokulmasına kadar idarenin devletin doruklarına siyaseten tabi kılınması önceki konumlanışı tamamlanmaktadır. Şeklen seçimlerin yapıldığı güçlü bir liderin hâkim olduğu popülist otoriter rejimler bunlar. Türkiye, Rusya, Macaristan yakın örnekleri Avrupa da giderek güçlenen faşist ve aşırı sağcı hareketler bu modelin yayılma tehlikesini gösteriyor. Otoriterlik yanlısı seçmenler kendilerini tehdit altında hissettiğinde, onları korumak için her türlü tedbiri alacaklarını söyleyen ve korkularını giderecek olan güçlü lider arayışına giriyorlar. Hitler’den bu kadar çok bahsedilmeye başlanması da, Erdoğan’ın Hitler tartışmasını başlatması da tesadüf değil.
Benim Milletim, Devlet Benim!
Bu çerçevede Türkiye de devletin bugün uğradığı değişimler ve getirilen başkanlık sistemi önerisi başat durumda devlet partisi olan egemen bir kitle partisinin varlığını ve özel rolünü gerekli kılıyor. İdare toplumsal sınıfların ve hegemonyanın siyasi örgütleme rolünü tekelleştirme eğilimindedir ve bu da iktidar partilerinin, ‘’sosyal demokrat’’ partilerde dâhil olmak üzere dönüşümüyle at başı ilerleyecektir. Bu partiler bundan böyle yürütme gücünün kararları için birer aktarım kayışı olacaktır. Süreç yürütme erkinin hâkimiyeti altında ki plebisitçi ve düpedüz kullanılabilir devrelere doğru yer değiştirmektedir.
İdarenin demokratik bir çerçeve içinde tekelci sermayenin hegemonyası altında burjuvazinin tamamının gerçek siyasi partisi olarak değişim göstermesi kendiliğinden mümkün olmaz ve bir takım sınırlara takılır. İşte egemen bir devlet partisi zorunluluğu böylece ortaya çıkar ve bu parti bürokratik kararları tabana aktarım kayışı görevlerinin dışında fazladan bir görev daha üstlenir. Devlet idaresini birleştirmek, idarenin farklı kolları ve alt aygıtları arasındaki uyumu hem yatay hem de dikey olarak ilerletmek, yürütme gücünün üst yöneticilerine sadakati kanıtlamak. Bundan böyle yalnızca idarenin yerine getireceği siyasi görevler için bu partinin kendisinin de yürütme erkinin zirveleri(Cumhurbaşkanı, Başbakan) tarafından denetlenmesi gerekir. Bunların partinin yöneticisi olmaları denetimi daha da kolaylaştıracaktır. Bu partinin kendisi devlet teşkilatında siyasileşmeyi arttıran bir etken olacaktır. Bu nedenle AKP’nin önerdiği başkanlık sistemi taslağı sadece başkanın değil, başkanın başında olmaya devam edeceği partisinin yönetimine tam hâkimiyeti öngörüyor.
Türkiye de sağ siyasetin başkan ve partisi etrafında kalıcı bir biçimde toparlanması ve bu şekilde bir hegemonya kurulması projenin ana amacı olarak görülüyor. Önerinin sadece kişiye özel ve kısa vadeli taktik nedenlerle sınırlı olmasının ötesinde uzun vadeli yapılanma boyutu var. Bunun zemininin oluşturulması için AKP, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği Referandumundan sonra siyasetini sert kutuplaştırma düzlemine çekti. ‘’Çoğunluk yönetimi’’ üzerinden şekillendirilen siyaseti ona hem ideolojik kutuplaştırma, hem de faydacı yönetim imkânları sağlıyor. Egemen parti idarenin yüksek mevkilerini ele geçirmekte, piyonlarını buraya itmekte, kumanda görevlerini kendi yandaşları için tekeli altına almakta, kendisine kafa tutanları dışlamakta veya kızağa çekmekte, memur kesimindeki geleneksel aşama düzenini bozmakta, devlet kurumlarını en iyi etkileyecek biçimde saptırmaktadır. Bu gelişme kendi saflarından seçilmiş milletvekillerinin sıfatlarına dayanarak değil, partinin yönetimini elinde tutanların denetiminde gerçekleşmektedir. İdarenin doğrudan siyasallaşması nedeniyle egemen devlet partisinin adamlarını devlet teşkilatına yönlendirmesi ölçüsünde devlet memurları ve bürokrasinin de devlet partisi ile bütünleşmesi söz konusu olmaktadır.
Erdoğan/AKP cumhurbaşkanı seçiminden sonra, ‘’çoğunluk oyuyla’’ yetkilendirilmiş ve başkanlık sistemi ile yetkilerini daha da arttırılacak bir sisteme doğru gidişin yolunu açıyor. AKP’nin Türkiye toplumunu ‘’sayısal çoğunluklara’’ dayanarak yeniden yapılandırma çalışması, sadık çoğunluk veya kendi milleti için ‘inayet’, muhalif kesimler için ‘lütuf’ siyasetini öne çıkarıyor. ‘’ Milli çoğunluğunun’’ sayısal üstünlüğü ve haklılığı üzerinden yapılan yatırım, kendisinden olmayanı ikinci sınıf vatandaş haline sokma ve yaşam tarzına uygun olmayanı dışlama siyaseti üzerinden yürütülüyor. Milli kutsal çoğunluk üzerinden siyasetini kuran bu muhafazakâr akıl, zımni olmanın yeniden tanımlandığı yeni bir siyasal hakikat ve yeni bir siyasi terbiye rejimi tasarlıyor. İslamcı-Milliyetçi muhafazakârlık ‘kendi milletinin’ üzerinde yükseleceği yeni bir millet sistemi inşa ediyor.
Erdoğan/AKP artık mutlak çoğunluğa dayalı sayısal iktidarı arzuluyor. Başkanlık sistemi sürecinde ‘’asabi karizmatik liderinin’’ cazibesini, iletişim ve açıklık ahlâkının karşısına koyuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’AYM’nin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum’’ deyişi yoğun bir şaşkınlıkla karşılandı ve ‘olurdu, olmazdı’ tartışmalarını beraberinde getirdi. Oysa bunda şaşılacak bir şey yok. Ülke bu noktaya ‘AKP’nin 12 Eylülü’ de denen 2010 anayasa oylamasından ve sonrasında Cumhurbaşkanının 2014 de halkoyuyla seçilmesinden sonra atılan hızlı siyasi İslamcı ‘toplum mühendisliği’ adımlarıyla taşındı.
Gerçekte gelinen bu nokta yeni bir aşama demektir. Bu yönetim anlayışına göre Ümmetin veya Milletin bedeni ve ruhu birlikte erir, birleşir. Bu birleşim güçlü bir lider öncülüğünde olağanüstü bir güce kavuşur. Her şey kayıtsız ve koşulsuz bu birliğin içinde uyumlu bir biçimde yer alır. Bu anlayışa göre öyle bağımsız yargı, yüksek mahkeme, egemenliği içeren yasama organı, özerk üniversite, özgür basın olamaz. İşte bugün bu güçle ‘Devlet benim!’ sözünün siyasal İslam da ki tam karşılığı bir bakıma hayata geçiriliyor. Seçimlerde elde edilen çoğunluk gücüne dayanarak bir tür sultanlık ya da yeni diye sunulan çok eski bir düzenin yeniden oluşmasına tanık olunuyor. Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor.
Bugünde olduğu gibi Kürt halkına, etnik guruplara ve sola karşı şiddet hâkimiyeti sağladığını ve bunu devam ettirmeyi düşünen iktidar tarafından toplumun bütününü terbiye aracı olarak da değer taşıyor. Yoksa gösterilen şiddetin ölçüsüzlüğünü açıklamak mümkün değildir. Yurttaşlara kamusal alanda eşitler arası eylemin yerini, yetkilerin bir ‘’hükümdarın’’ elinde toplandığı idare edilenlerin siyasal sürece katılımlarının itaat ve rıza ile sınırlandığı modellerin insanların huzurlu, şiddetten arınmış yaşamasının tek yolu olduğu vazedilmektedir. Bu durumda sadece Kürt halkı değil, geniş halk kesimleri de şiddet olmasın diye egemenler karşısında eğilecek, iktidarın taleplerine göre kendi tercihlerinden vazgeçecek, tercihlerini, geleceğe yönelik planlarını iktidarın planlarına terk edeceklerdir.
Erdoğan/AKP’nin Baskıcı, inkârcı ve çatışmacı planlarına karşı savunma hattını kurmanın vaktidir!
Türkiye artık hayat tarzları itibariyle yeniden düzenlenebilir meşruluk- gayrı meşruluk sınırlarının bizzat Erdoğan’ın inançları çerçevesinde belirlendiği bir ülke. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin hegemonya stratejisi, tarif ettiği hasımla -bazen basbayağı düşmanla- kutuplaşmayı tırmandırma üzerine kuruluyor. Bugün AKP ‘’milletin’’ akıl tutulmasına uğraması için ve bu seçmen kitlesini harekete geçirmek istediğinde onun cemaat olarak doğal istek ve korkularını depreştirecek açıklamalara ağırlık veriyor. Bu şekilde doğal içgüdüleri, cemaatçi yaklaşımları harekete geçirilmiş yığınlar ‘kendilerinden olmayanların’ kimler olduğunu verilecek işaretlere bakarak göreceklerdir.
Tayyip Erdoğan ve partisi ‘’Millet’ ’olarak tanımladığı yığınları bu rotaya sokmak istiyor. Kendi siyasi geleceğini giderek birbirine tahammülü azalan ve düşmanlaşma eğilimleri güçlenen iki toplumsal öbeği geri dönüşü olmayacak biçimde ‘’bölmek’ ’siyaseti üzerine inşa ediyor. Eğer bu rotaya sokabilirse kendisi ile birlikte milleti sürükleyebileceği nokta maddi ve insani açıdan sadece ağır bir yıkım değil,  utanç duyulacak bir bilanço olacaktır.
Ancak her şeye rağmen yaşanan mücadeleler, devletin idari teşkilatını eskiye nazaran çok daha doğrudan etkilemektedir, çünkü bu mücadeleler, ücretli orta sınıf burjuvazisinin geniş kesimlerini kapsamaktadır. Nihayet otoriter devletçiliğin bizzat kendisi bir ölçüde yeni mücadele biçimleri doğurmaktadır. Tabandan doğrudan bir demokrasi uygulamasını hedefleyen mücadelelerin yüzeye çıktığı görülmektedir. Bu mücadeleler tipik bir karşı devletçiliğin damgasını taşımakta ve öz yönetimsel odakların ve kitlelerin kendilerini ilgilendiren kararlara doğrudan müdahale kanallarının yayılmasıyla dile gelmektedir. Bu gelişmeler devlete ‘’mesafeli’’ de dursa devletin içinde çok büyük dağılma etkileri yaratmaktadır. Hem daha geleneksel, hem de özellikle yeni mücadelelerin damgasını taşıyan bir görüngüdür bu. Kadın hareketleri, çevreci hareketler, yaşam kalitesi için verilen mücadeleler.
Henüz amacını tam olarak gerçekleştirememiş otoriter devletçilik kitleleri disipline edici ağları içinde toparlamayı, hatta yetkili devreleri içinde bu kitleleri gerçekten ‘’bütünleştirmeyi’’ başaramadığı gibi, tabandan doğrudan demokrasinin genelleştirilmiş hak talebini, gerçek bir demokratik gereklilikler patlamasını kışkırtmaktadır.
Önümüzdeki günler Türkiye toplumunun Erdoğan/AKP’nin elinde güç bulan otoriter liderlik ve otoriter, korporatif yönetim tarzını, başka bir otoriter güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi örgütlülüğü ile dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğinin sınanacağı dönem olacaktır. Bu aşamada ilk elde yapılması gereken bir savunma çizgisi geliştirmek olmalıdır.
Bu savunmanın örgütlenmeleri ise mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda savunma komiteleri olmalıdır. Bunun yapılabilmesinin yolu da etnik, dini, kültürel, cinsel ayrımcılığa karşı olan ve eşit yurttaşların özgürlüğünü savunan, AKP’nin yurttaşları kanlı çatışmalara sürükleyecek dinci gerici rejim hamlesine karşı laikliği savunan somut eylem birliğini yaratmak gerekmektedir. AKP siyasi gericiliğini yenilgiye uğratacak görevi üstlenmesi gereken öznelerin tarihsel bir sorumlulukla davranması durumunda Erdoğan/AKP’nin önü kesilebilir. Bunun gerçekleşmediği koşullarda otoriter baskıcı devlet politikalarının ve Türk-İslam sentezci Faşizmin zaferi kaçınılmaz olacaktır.

Hiç yorum yok: