16 Aralık 2016 Cuma

ŞAKİR KEÇELİ’NİN ELEŞTİRİLERİNE CEVABIM


Rıza Aydın
Hacıbektaş süreği içinde, önemli bir yol ayrımı vardır. Bu ayrım, bu yolun dilinde daha çok Çelebi kolu ile Babağan kolu diye söylenir. Bu ayrımı, günümüze kadar, değişik yazarlar, değişik şekillerde tanımlamışlardı; buna kimi Alevilik – Bektaşilik dedi, kimi “köy Aleviliği”, “şehir Aleviliği” dedi, ancak bunların hiçbirisi, bu ayrılığı sosyal bir olgu olarak inceleyip, sınıflar mücadelesi mantığı içine oturtamadığı için pek anlaşılamadı.




Çünkü bu yazarlar, bu ayrılığı (bu olguyu) kelam ile sözel olarak aralarındaki farkları açıklayarak yapmaya çalıştılar, bunu da hakkıyla yapamadılar. Bu yüzden bu tarihsel ayrılık bu güne kadar iyice anlaşılamadı. İlk defa ben, bunu sosyal bir zemine, toplumsal mücadeleler zeminine oturtarak açıkladım. Bana göre bu, Osmanlı hanedanlığının, Hacı Bektaş dergâhına atayacağı kişiler vasıtasıyla, Alevi kitlesini yönetmeyi istemesinden doğmuştu.
Hace Bektaş’ın dünyamızdan göçüşünden buyana, Hacebektaş Dergâhını Hace Bektaş ile Kadıncık ananın (Fatma bacının) sulpundan gelen, Çelebiler diye anılan bir sülalece yönetiliyordu1. Hace Bektaş’ın 1242’da yaşanılan “Babalılar Hurucu” (Babalılar İsyanı) diye bilinen Babayi eylemine katıldığı, 12702 yılları civarında da dünyamızdan göçtüğü varsayılırsa, Hace Bektaş Dergâhının 1550 yılına kadar Çelebiler3tarafından 250- 300 yıl kadar yönetildiğini kabul edebiliriz4. Böylesine, asırlardır süren, köklü bir geleneğin oluştuğu bu yerde, 1550’ li yıllarda, belirginleşen bir ayrılık yaşanıyor. Bu ayrılık belirgin olarak 1551 yılında Dergâha5 gelip, Hacı Bektaş evlenmemişti, o günkü tabirle mücerretti, bu yüzden Çelebileri tanımıyorum, burayı ben yöneteceğim diyen, Sersem Ali Baba lakaplı birinin gelmesiyle başlıyor. Konuyu anlatan yazarlar bunu düşünsel ayrılıklarla anlatıyordu. Bunun içinde konu iyice anlaşılamıyordu. Çünki Alevilik “yol bir sürek bin bir, Hakk bir Hak’ka giden yol bin bir” diyen, kendi içinde çok sesliliği barındıran bir anlayıştı. Bu yüzden, böylesi bir ayrılığın kelam tartışmasından dolayı meydana gelmesi ne akla, ne mantığa, ne de bu yolun geleneğine uygun değildi. Bu yüzden bu ayrılığın sosyal bir olgu olarak, sınıflar mücadelesi pratiğinde anlaşılıp anlatılması gerekiyordu. Bende bunu yapmaya çalıştım.
İlk defa ben bu ayrılığı, sosyal bir olgu olarak inceleyip açıkladım. Bana göre, üç yüz yıllık bir geleneği, bir kişinin gelip, bir çırpıda bozması, Dergâhı ale alıp yönetmesi mümkün değildi, bu görülenin ardında bir sosyal gerçeklilik yatmalıydı. Bende oluşan bu kuşku, Sersem Ali Babanın kim olduğunu incelediğimde şekillenmeye başladı.
Konuyu inceleyince gördüm ki, bu Sersem Ali Dedebaba diye tanınan zatı muhterem, Kanuni Sultan Süleyman’ın Arnavut asıllı eşi olan Mahi Devran’ın abisi, bir zamanlar Server Ali Paşa diye tanınan, vezirlik, bölge valiliği (miri miranlık) yapmış, devlette önemli görevler üslenmiş bir kişi; bunları öğrenince acaba buda bir devlet görevimiydi diye düşünmeye başladım. Bu tarihi süreci inceleyince, durumu anladım ki, Osmanlı Anadolu coğrafyasına 1514’den sonra, özellikle de Mısır seferinden sonra hakim oluyor. 1517de bu bölgelerdeki Beylikler denilen devletleri istila edip, buraları yönetmeye başlıyor6. Osmanlı buraları istila edip, buraları kendi sistemine göre yönetmeye başlayınca, Hacı Bektaş Dergâhını, dolayısıyla da Anadolu’daki Alevileri de kendi bildiği gibi, kendi atadığı bir adamı vasıtasıyla yönetmek istiyor. Bunun için Balım Sultan 1519 ya da 1520 de bu dünyadan göçünce7, Kanuni Sultan Süleyman, bu Dergâhı yönetmesi için Kaynı Server paşanın adını Sersem Ali baba diye değiştirip Hacıbektaşa gönderiyor. Sersem Ali Baba da, Osmanlı devletinin gücüyle, Dergâhı ele geçirip, oradan Alevileri yönetmek istiyor, eski geleneği sürdürenler buna karşı çıkınca, eski geleneğin insanlarıyla bunların arasında ayrılık çıkıyor. İşte Çelebi kolu ile Babağan kolu diye bilinen ayrılık böyle doğuyor. Devletin gücünü arkasına alan Babaganlar, şehirlerdeki tekkeleri ele geçiriyorlar, Çelebilerde yer altına çekilip oradan köylerdeki Alevileri yönetmeyi sürdürüyorlar. Bunu Fuat Köprülüden buyana kimi tarihçiler, “Köy Aleviliği”, “ şehir Aleviliği” diye izah ediyorlar. Ancak bu bölgesel bir oluğuyla, kır şehir ayrımı diye değil, devletle ilişkileride kapsayan sosyal bir olguyla açıklanmalıydı. Bende böyle açıkladım.
Alevilikte Yol Ayrılıkları adını verdiğim yazımda bunları anlatıp, bunu yayınlayınca buna bir takım ihtirazlar- eleştiriler olacağını biliyordum. Bu eleştiri beklediğim yerden, Alevilikteki bu ayrılıkta Babagan kolu diye bilinen çevreden geldi. Bu eleştiriyi Türkiye’deki babağan kolunun önde görülen babalarından biri olan Sayın Şakir Keçeli Baba erenler yazmış, Sayın Kazım Balaban’ın ilginç bir takdimiyle de internet iletişim ağlarına gönderilmiş.
Doğrusu Sayın Şakir Keçeli baba erenlerin, benim gibi sade bir vatandaşı eleştirdiğini duyduğumda, hem mutlu oldum hem de biraz korktum, aklımdan acaba Şakir Keçeli Baba, yazdıklarımdan gönüllenmiş midir, neler demiştir, mutlaka önemli, altından zor kalkılacak şeyler yazmıştır diye düşündüm ama haklılığıma inandığım içimde gönlüm rahattı. Sayın Şakir Keçeli Baba erenlerin yazdıklarını okuyunca gördüm ki, o yukarılardan bakıp, böbürlenen, kendini yücelerden yüce gösterip, beni küçümseyen, o saldırgan edasının dışında eleştirilerinin fikirsel bir kıymeti harbiyesi yok. Bu eleştirileri okuduğumda, kitaplığımdan uzaklarda, yolda yolakta olduğum için, bunlara erbabının anlayacağı şekilde kısa mantıki cevaplar yazmıştım. Şimdi yine kısa ama somut olarak, elifi elifine cevaplar vermek istiyorum.
Şakir Keçeli baba erenler beni, üç ayrı yazı yazarak eleştirmiş. Bende oradaki eleştiri sırasını takip eder cevaplar yazacağım.
O, yukarılardan, aşağılara bakan edasıyla Şakir Keçeli baba, ilk yazısında beni, Pir Sultan konusunda eleştirmiş. Pir Sultan ile ilgili yazdıklarıma iki ayrı cepheden eleştirisi yöneltmiş. Birinci eleştirisinde, Rumlu Hasan’ın8kitaplarında gördüğüm “Rumlu Piri Sultan” ya da “Pir Sultan Halife” adıyla geçen kişinin, bizim Pir Sultan Abdalımız olabilir diye yazmamı eleştirmiş. İkincisinde ise, Pir Sulta Abdal, Çelebi, Babagan ayrışmasında Çelebileri desteklemiştir dediğim için eleştirmiş.
Alevilerde yol ayrımı adlı yazımda, Pir Sultan Abdal için yazdıklarımın ikisi de doğrudur. Şimdi bunları ayrı ayrı inceleyelim.
Alevilşkte Yol Ayrımını incelerken, Pir Sulanın o ayrışmada, Çelebileri desteklemiştir diye söylediklerim, o yazının asıl ruhuyla ilgilidir, diğeri konu ise, “kızım sana söylüyorum gelinim sende anla” türünden yan bir mesaj veriştir. Yani, Rumlu Hasan’ın kitaplarında geçen “Rumlu Piri Sultan” yada “Pir Sultan Halife” bizim Pir Sultan Abdalımızdır diye yazdıklarımı, o yazıdan çıkarsan, o yazı anlattıkları açısından değerinden hiç bir şey kaybetmez. Çünkü o yazı, bunun üzerine kurulmuyor; ama diğer kısım yazının ruhuyla ilgilidir. Bunda da, hiçbir kuşkum yok ki, Pir Sultan Abdal bu yol ayrımında hiçbir şüpheye yer verilmeyecek kadar Çelebilerden yana tavır koymuştur, bu tavrı son derece açık, son derece nettir. Biz anlatımımızda, Oradaki sırayla gidip, diğer konuyu önce konuşayım.
Pir Sultan Abdalın, tarihi kayıtlarda olduğunu, o yazımda anmamın asıl nedeni, kızım sana diyorum gelinim sende anla misali, Erdoğan Çınar’ın malum tezine bir göndermeydi aslında. Çünkü bu düşünceyi savunan arkadaşlarım, dostlarım bize tarihte Pir Sultan’ın adının geçtiği tarihi bir belge gösterin, biz görüşümüzden vazgeçelim diyorlardı. Ben bu yüzden, o konuyu anlatırken, buna da bir gönderme yapayım dedim. Rumlu Hasan’ın Ardıç yayınlarından çıkan Şah İsmail tarihinin 170. Sayfası ile 213. Sayfalarında9 “Rumlu Piri Sultan” diye bir sufiden, bir dervişten söz ediyor. O yazımda bu bölümü olduğu gibi aldım burada ayrıca yazmıyorum. Ben o yazımda burada anılan Rumlu Piri Sultanın bizim Pir Sultanımız olabileceğini söylüyorum. Aslında ben buna inanıyorum ama yinede bir yanılma payı bırakarak ihtimal olarak, o olabilir diyorum. Yukarda da dediğim gibi, bu tezim, o yazımın özüne ilişkin bir tez değil. Yani yazının ana çatısı, yazının ana görüşü bu teze dayanmadığından benim ihtimal dediğim şey doğru olmasa bile yazının değerini, yazının önemini değiştirmez, ama tekrar edeyim ki yinede bu tezim doğrudur. Çünkü Erdebil’de, Safeviler çevrelerinde, adı bazen “Rumlu Pir Sultan”, bazen da “Pir Sultan Halife” diye geçen, bir zat var, bu bizim Pir Sultanımız olabilir. Ayrıca bunu ilk söyleyende ben değilim. Bakınız bu tezi, Pir Sultan araştırmaları konusunda yetkin bir isim olan, Ali Haydar Avcı da, Pir Sultan Abdal adlı kitabında, Faruk Sümer’in Sefavi Devletinin Kuruluşu10 adlı kitabına dayandırarak şöyle yazıyor: “1549 yılında Şah Tahmasp’ın Anadolu’ya yürüyüşü ve gerginlik ve çekişmelerin artığı dönemde halifeler arasında Rumlu (Sivaslı) Pir Sultan Halifeadında bir halifenin adı geçmektedir. Adı geçen bu halife Banazlı Pir Sultan Abdal olabilir mi?”11
Ayrıca orda belirtmediğim bir ayrıntıyı burada belirteyim, Hasan Rumlu’nun Türk Tarih Kurumundan çıkan kitabının birinci cildinin önsözünü yazan İranlı Dr. Abdü’l –Hüseyn-i Nevâi, Rumlu Hasanın ağzından, 1539 yılı olaylarını anlatırken şöyle bir bölüm aktarıyor: “ Bu yılda Kazvin ve Savuh Bulag valisi Emir Sultan-ı Rumlu, Tebriz’de vefat etti. Onun torunu olan bu satırların yazarı değersiz zerre, koruculuk hizmetine getirildi. Birliğini, iç temizliğinde akranlarından üstün olan Pir Sultan Halife’ye verdiler”.12 Bunlar apaçık gerçekler, Erdebil’deki ki Safevi çevrelerinde Pir Sultan adında bir önemli zat var. Bu Safevi Dergahınca hazırlanan, Buyruk diye bilinen kitaplarda, Pir Sultanın nefeslerin olmasından da anlaşılıyor zaten. Bunları o yazımda yazmıştım. Ama bütün bunlara rağmen, Şakir Keçeli baba hazretleri, o yukardan bakan edasıyla, Ardıç yayınlarından çıkan kitabın 233. Sayfasını okumadığımı, anlayamadığımı, söz konusu sayfaları okuyup anlamış olsaydım, burada Pir Sultan diye bahsedilen kişinin Piri Bayram olduğunun yazıldığını görmüş olacağımı söylüyor ama ben tekrar tekrar okudum böyle bir şey görmedim. O bülü mü okuyunca Şakir Keçelinin iddia ettiği gibi bir düşünce bende oluşmadı, Hak aşkına sizlerde bu bölümleri okuyun, bakalım sizlerde böyle bir kanı oluşacak mı? Ama şunu tekrar belirteyim ki, Şakir Keçeli babanın üslubu bize yabancı, acayip bir Üslup; bunlar “engin ol gönül engin ol” türküsünün, alevi camiasında nasıl bir içtenlikle söylendiğini hiç mi hiç hissedememişler galiba.
Pir Sultan ismi, toplumda çok konulan, sıkça rastlanılan bir isim değildir, hatta Pir Sultan ismi, bir isim bile değildir, ona verilen bir lakaptır, edebiyatın diliyle söylersek bir mahlastır. Pir sultan’da şu nefesinde, bu ismini kendine pirinin verdiğini söylüyor:
Pirim bana bağışladı ismimi
Deftere yazıldım bir han içinde
Oniki kapılı şehre uğradım
Yedi derya geçtim bir gün içinde.
Yine aynı şiirin değer bir dörtlüğünde:
Ol ruh girdi bana Haydar dost dedi
Yaradan’dan nasibini istedi
Erenler ceminde işte post dedi
Ay olup oturdum bir can içinde” diyor.13
Bu nefes inceleyince anlıyoruz ki, Pir Sultan’ı “Haydar dost” diye çağıran piri, ona bu ismi bağışlamış; yani bu günün diliyle söylersek ona bu ismi, bu mahlası vermiş. Ben bu anlatılanları, bu geleneğin ruhu içinde düşününce, Haydara Pirinin nefeslerinde kullanacağı mahlası bağışladığını anlıyorum. Bu şiirden apaçık anlaşılıyor ki, piri ana “Haydar dost, senin adın bundan sonra Pir Sultan olsun” demiş. Buda bize gösteriyor ki, 1500 yıllarından, yani 16 yüzyıldan önce Alevi edebiyatında pir sultan sözünün geçmemesi, bir tesadüf değil, çünkü daha önce böyle bir ozan yok. Bu yüzden Pir Sultan adına, bu tarihten sonraki ozanların nefeslerinde rastlanır da, öncekilerde rastlanmaz. Eğer Pir Sultan daha önceki yüz yıllarda yaşamış olsaydı14, on altıncı yüzyıldan sonraki ozanların nefeslerinde Pir Sultan adının geçtiği gibi, örneğin Kul Himmetin nefeslerinde olduğu gibi, 16 yüzyıldan önce yaşamış ozanların şiirlerinde de anılıyor olabilirdi. Zaten Pir Sultanın nefeslerinde geçen tarihi olayları, yer isimlerini inceleyip de bunu yazanın daha önceki çağlarda yaşadığını düşünmek için çılgın olmak gerekir.
Ayrıca Pir Sultanin nefeslerinde geçen sıkça Ali Baba’nın15, Sivas’ta bir tekkesi var, hala bu adla anılan bir mahalle var, Ali Babanın Tekkesinin Osmanlıdan aldığı yardımların kayıtları tekkenin defterlerinde kayıtlı16. Pir Sultanın nefeslerinde geçen yer isimleri 1500’lü yıllardan sonraki yer isimleridir. Bunları başka yazılarımda işleyeceğim için bu bölüm için bu yeter diyorum.
Şakir Keçeli Babanın, Pir Sultan konusunda beni eleştirirken savurduğu, konumuz açısından asıl önemli olan tezi şu: Şakir Keçeli, 1551 den sonra bu sürekte çıkan Çelebi ile Babağan ayrılığında, Pir Sultanın Çelebilerin karşısındaki babağanların tarafında yer aldığını söylüyor; yani babağanları desteklediğini iddia ediyor. Şimdi bu tezini inceleyelim.
Nejat Birdoğan’ın, “Çelebi Cemalettin Efendinin Savunması ”, adlı kitabın önsözünde, özlü bir biçimde vurguladığı gibi, “Çelebilik, din tarihi bakımından bir unvandır. Hacı Bektaş Veli soyunun Mürseli veya Hüdâdatlı ayrımı yapılmadan tüm erkeklerine verilen bu unvandır.”17 Babağan kolunda olanlarsa, Hace Bektaşın Müceret (evlenmemiş) olduğunu savundukları için, Hacı Bektaş’ın soyu olmadığını söyleyip, Çelebi sözcüğünü ağızlarına bile almazlar, Çelebi sözcüğünü yazmak zorunda kaldıklarındaysa bunun yanına parantez içerisinde bir ünlem (!) işareti koymayı marifet sayarlar, bakınız Bedri Noyan şöyle diyor: “ Hacı Bektaş Veli soyundan geldikleri yalan ve asılsız, dayanaksız iddiası ile ortaya çıkan ve kendilerineÇelebi(!) adı takan kimsel aslında “biz Bektaşiyiz” dahi demezler.”18 Aleviliğin Babağan kolunda olanlar mücerretliği (evlenmemeyi) savundukları için yola girmek için evlenmeyi şart koşmazlar, bu yüzden onlarda musahiplik yoktur. Şimdi bu açılardan Pir Sultanın tutumuna bakalım.
Pir Sultan Erdebil ocağına varıp Şahın huzuruna çıktığında söylediği anlaşılan bir nefesinde şöyle diyor:
Hacı Bektaşoğlu’n günahkar gördüm
Aradım isyanı özümde buldum
Yüzümün karsın elime aldım
Aman şah’ım mürrüvet deyü geldim”19
Yine başka bir nefesinde şöyle diyor.
Pir Sultan Abdal’ım gönlümüz yaslı
Dudu kumru gibi kafeste belsi
Hünkar Hacı Bektaş Velidir nesi
Dediler bir suna aştı yalınız20
Bunlardan apaçık anlaşılıyor ki Pir Sultan Hacı Bektaş’ın bir nesli olduğunu, o günlerde yaşayan Hacı Bektaş oğlu dediği kişiyi günahkar gördüğünü söylüyor.
Pir Sultan’ın şiirlerinde iki ilginç nefesi vardır. Bunlarda yola giren birinin, kendiyle gelecek olanlarla bir sözleşme yapar gibi sözleşme yaptığını, “şöyle şöyle davranacaklar gelsin, şöyle şöyle davranacaklar gelmesin” dediğini görürsünüz. Bu nefesinin biri şöyle başlar:
Sefasına cefasına dayandım
Bu cefaya dayanmayan gelmesin
Rengine hem boyasına boyandım
Bu boyaya boyanmayan gelmesin21
Gelecek olanları tanımladığı nefesiyse şöyle.
Şimdi bizim aramıza
yola boyun veren gelsin
ikrar ile pire varıp
Hakikati gören gelsin
Bu nefesinin şah beyitinde ise şöyle diyor.
Pir Sultan’ım Çelebi’ye
Eyvallahım var veliye
Yol oğluna yol diliyle
Yolun sırrın soran gelsin22
Pir Sultan bu nefesinde de açıkça Çelebiyi anıyor, daha fazla söze gerek var mı bilmiyorum. Anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az derler ya, bunlar anlayacak olan için iyi bir sazdır, anlamayacak olanlar zaten anlamazlar.
Pir Sultan Abdal’ın, Çelebiler ile Babağanlar ayrışmasında yaşanan ayrışmada, Çelebilerin yanında saf tuttuğunu açıkça göstermek için bir hususu daha belirtip başka bir konuya geçeceğim. Oda şu: Babagan kolu mücerretliği savunduğu için23 onlarda Müsahiplik yoktur. Onlar tek tek ikrar verip yola girerler. Babağan Bektaşilerde bunun nasıl olduğu A. Yılmaz Soyyer’in “Çerağlar Uyanırken” adlı romanı da24, bu bir roman kurgusu içinde güzelce anlatılıyor; dileyen buna bakabilir. Kadim Alevi yolunda ise musahiplik temeldir. Daha önce, Musahiplik nedir, görgü cemi nasıl olur diye bir yazı yazmıştım, burada kısaca yazayım. Alevi süreğinde dört can bir can olup yola girer25, bunlara yol kardeşi anlamında musahip kardeş denir. Bu kısaca şöyle olur. Yola girmek için, Musahip olmaya karar veren iki evli çift, kendilerini bu yola hazırlayacak, daha önceden yola girmiş, bu yolun inceliklerini bilen, bir rehber bulup, onun öncülüğünde hazırlanıp, görgü cemine girerler; bu yüzden yola girecek dört candır ama meydana beş kişi gelir, beşi bir yerde sözü buradan çıkmıştır26. Cem erenleri, onların yola girmesini kabul ederse, bu canlar yola girip yol kardeşi yani musahip olurlar. Babagan kolunda musahiplik yoktur. Pir Sultan musahipliği savunur, O nefeslerinde şöyle der:
İptida tâlip olunca
Düşmana Galip olunca
Dört can bir kalıp olunca
Menzil bî – nihayettir27
Yine Musahipliğe değindiği diğer bir nefesinde ise şöyle der:
Dört kardeşiz bir gölekte yatarız
Gömlek birdirbir vücuda çatarız
Kendimizi ateşlere atarız
Ateş nedir duman nedir köz nedir28
Pir Sultan ile ilgili bu yazdıklarım, Alevilik içinde çıkan Çelebiler ile Babağanlar ayrışmasında, Pir Sultanın Çelebiler safında yer aldığının apaçık kanıtlarıdır. Okurun şunu iyi anlaması gerekir, Pir Sultan’ın nefeslerinde, “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” derken “ dönmezem, dönmezem” diye özel bir vuru ile kastettiği yol ya da “İkrar verdim ikrarımı güderim” derken kastettiği ikrar da Çelebi ile Babağan ayrışması ile ilgilidir. Burada yolun dışından, yola yapılan bir devlet operasyonu, bir devlet müdahalesi vardır29, Pir Sultan’da işte bu dayatmaya karşı direnmektedir, yoksa Pir Sultana kimse Aleviliği bırak ta Sünni ol diyemezdi, dememiştir de tartışılan da bu değildir; Pir Sultan’ın ikrar verip dönmediği yolu bu kadim yoldur, yoludur. Bu açık seçik anlaşılmalıdır. Bu yüzden o yazımda dedim ki, Pir Sultan “bozuk düzende düzgün çark olmaz, sen devlette görev alınca gelir beni bile astırırsın” derken “kızım sana diyorum gelinim sen anla” hesabı Osmanlının atadığı zatı muhteremi kastediyordu, dedim. Bunlar iyice anlaşılamadığı için, Pir Sultan bu vakte kadar iyice anlaşılamamıştır. Bu konuda söylediklerim bundan sonra konun anlaşılmasını sağlar umuduyla, buradan başka bir konuya geçe biliriz artık.
***
Şakir Keçeli, ikinci yazısının sonlarına doğru gelirken, dişe dokunur, ciddiye alınıp üzerinde durulacak bir “sual” soruyor, oda şu: “Fatma Bacı evli değimliydi? Evli bir kadınla bir Alevi ilişkiye girebilir mi?” Bu soruya gelip üzerinde duracağız, buna geçmeden ikinci yazısında oyalandığı, dolgu maddesi olarak kullandığı, bir konu daha var, onun hakkında da kısaca cevap yazayım, oda mahrum kalmasın.
Şakir Keçeli benim memleketim olan Emlek bölgesindeki tekkelere değinip, “bu tekkelerde Kemterler, Âşık Veyseller yetişmişti” diyor, bu doğru bir tespittir. Sonrada söyle devam ediyor: “Ama Rıza Aydın’giller, taşlar ve kayalar içindeki Ortaköy’e okul yaptırırken, (Sanki çevrede taş yokmuş gibi) Tekkeyi yıkmışlar taşlarını okul inşaatında kullanmışlardır.” diyor. Bu satırları okuyan, hem yöreyi hem de konuyu bilmeyen bir kişi, Ortaköy’deki Mustafa Abdal Tekkesini Rıza Aydın’gilin yıkıp taşlarıyla da okul yaptırdığını sana bilirler. Bu sözler doğruyu aksettirmiyorlar. Ortaköy’deki Mustafa Abdal Tekkesini bizler değil, Cumhuriyetimizin kurucu iradesi 1925’te, çıkardığı 677 sayılı Tekkeleri yasaklayan kanunla yıktırıp, yerine de okul değil karakol yaptırmıştır. Bu konuda sözü hiç uzatmadan, Âşık Veysel’in bir mülakatında bu konuyla ilgili söylediklerini buraya aktarıyorum: “Ortaköy’de bir Mustafa Abdal Tekkesi vardı. Yıkıldı sonra, yerine karakol yapıldı. Hasan Baba ve Arapoğlu Derviş Mehmet, babalarıydı. Bu tekkenin… İkisi de mücerret idi. Mücerret demek, dünya evine girmemiş, avrada uçkur çözmemiş demek… İlmiyle tanınmış kimselerden oluşurdu mücerretler. Üç gün, beş gün bazen bir ay kalırdım tekelerde. En çok Hasan Babayı severdim. Olgun bir insandı. Cömertti.”30Tamamen laik, tamamen özerk bir yapıdaki, Alevi, Bektaşi tekkelerinin tümünün kapatıldığı gibi Ortaköy’deki Mustafa Abdal Tekkesininkapatılması da, Cumhuriyetin kurucu iradesinin 677 sayılı kanunuyla Tekkeleri kapatıp onları camiye dönüştürme süreci içerisinde kapatılmış, yerinede karakol yapılmıştır. Şakir Keçeli’nin dediği gibi, bu tekkenin kapatılmasında Rıza Aydıngilin hiçbir suçu, hiçbir günahı yoktur, eğer böylesi bir suç ya da günah aranacaksa başka bir yerde aranmalıdır. Eğer tekkelerin kapatılmasında bir yanlış varsa ki bence vardır, bu Cumhuriyetin kurucu iradesinin bir yanlışıdır, ben bu iradenin yaptığı en büyük yanlışlardan birinin bu olduğunu düşünüyorum.
***
Şimdi Şakir Keçeli babanın, en önemli sorusu gelelim, onun sorusu aynen şöyle: “Fatma Bacıevli değimliydi? Evli bir kadınla bir Alevi ilişkiye girebilir mi?” Alta konuyu enine boyuna anlatacağız ama sorunun yanıtını hemen söyleyelim: Fatma bacı evli değildi, hiçbir Alevi ulusu evli bir kadınla ilişkiye girmez.
Hemen belirteyim ki, 1551 yılına kadar, Alevi dünyasında ne böyle bir soru vardır, nede böyle bir sorun vardır. Bu sorun, devlet içinde birçok önemli görevde bulunmuş, Kanunu Sultan Süleyman’ın Kaynı olan, Server Ali Paşanın, Sersem Ali Baba adıyla Sulucakaraöyüğe gelip, Hacıbektaş Dergâhını yönetmek istediğinde ortaya çıkmıştır. Bu konu Çelebi Cemalettin Efendinin, 1915 yılında31 yayınlanan, Müdefa adlı kitabında enine boyuna incelenmiştir. Ben orya gönderme yapsam da, bildiğimi kendi üslubumla söylemek istiyorum. Ancak konuyu merak edenler buraya iyi bakmalıdır.
Hace Bektaş’ın efsaneleşmiş hayatını anlatan, Vilayat – Name, yazıya geçirilmeden önce, dilden dile Alevi toplumu içinde yayılmıştı. Ben bu öykülerin, yazılısını görmeden, daha okuma yazma bilmediğim dönemlerde, bunları büyüklerimden dinleye dinleye, adeta ezbere bilir hale gelmiştim. Sonra Vilayet Namenin yazılı halini görüp okudum. Bu yüzden kimselerin göremediği yerleri görebiliyorum. Bu ayrıcalığım buradan gelse gerekir.
Adülbâki Gölpınarlı’nın, bulup ilk defa 1958 yılında yayınladığı32 Velayet –Namede bu konu, Hace Bektaş’ın Rum Ülkesine ilk geldiği anda anlatılmaya başlıyor, önce kıssadan hisse diye orada anlatılanları okuyalım.
“… Bundan sonra Hünkâr, Rûm ülkesine yürüdü. Elbistan’da Ashâb-ı Kef Mağrasına uğradı. Orada bir erbağan çıkardı. Kayseri’ye doğru yola çıktı.
Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli Rûm Ülkesine yaklaşınca mâna aleminden Rûm erenlerine, essalamü aleyküm Rûm’daki erenler ve kardeşler diye selâm verdi. Bu sırada Rûm Ülkesinde, elliyedi bin Rûm ereni, sohbette, meclisteydi. Rûm’un gözcüsü de33 Karaca Ahmet’di.
Hünkâr’ın selâm verdiği, Fatma Bacı’ya34 malûm oldu. Bu kadın, Sivrihisar’da Seyit Nurettininkızıydı henüz evlenmemişti, meclisteki erenlere yemek pişirmedeydi. Karaca Ahmed35 de Seyid Nureddin’in müridiydi. Fâtma Bacı ayağa kalkıp Hünkârın bulunduğu tarafa döndü, elini göğsüne koydu, üç kere aleykümesselam dedi, yerine oturdu.
Meclistekiler, bu hali görünce, kimin selamını aldın dediler. Fatma Bâcı, Rûm ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun selamını alıyoruz dedi. Erenler, dediğin er, nerden geliyor dediler. Fâtma Bâcı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt-Allah tarafından geliyor dedi36.
Erenler, ne yapmalı ki dediler, Rûm ülkesine girmesin. Rûm ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhip eder, artık Rûm’da bize oyun kalmaz. Bir şey yapalım da Rûm ülkesine sokmayalım. Bazısı, kanat kanata girelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim, Rûm’a girmesin dedi. Hepsi, bu tedbiri uygun buldu, vilâyet kanatlarını birbirine çattılar, yol bağladılar.”37
Burada görüldüğü gibi, Bizim Kadıncık Ana dediğimiz, Hace Bektaş’ın Rûm ülkesine geldiğini onu ilk hissedip selamını alan, oradaki cem olan erenlere Hünkâr hakkında bilgiler veren, Sivrihisarlı Seyit Nurettin’in kızı olan, Fatma Bacı henüz evlenmemiş biriydi deniliyor.
Bundan sonra burada, adının Fatma Bacı olduğunu öğrendiğimiz Seyit Nurettin’in kızını Sulucakaraöyük köyünde Hace Bektaşın en yakınındaki insanlardan biri olarak görüyoruz, göreceğiz. Vilâyet –Nâme fazla incelenmeye bile gerek görülmeden şöyle bir bakılınca anlaşılır ki Hace Bektaşın etrafında oluşan bu dünyanın en önemli simalarından biri burada gördüğümüz Kadıncık Anadır. Şimdi Kadıncık ananın hamile kalıp çocuklarını doğurduğundan bahseden “Hace Bektaş – Kadıncık ana”, başlıklı bölümdeki anlatımlara bakalım.
Kadıncık’a atasından birçok mal kalmıştı38.Hünkâr39Sulucakaraöyük’e yerleşince bütün malını, mülkünü erenler yoluna harcadı, hiçbir şeyi kalmadı, eğninde yalnız bir gömleği kaldı.
Birgün Horasan tarafından bir bölük Kalender topluluğu geldi. Hünkâr, Saru İsmail’i Kadıncık’a gönderdi, gelen topluluğa sofra yaysın, nimet versin dedi. Saru İsmail Hünkâr’ın sözünü Kadıncık’a söyleyince kadıncık, İsmail’im dedi, işte görüyorsun, nesnem kalmadı, arkamda ancak bir gömlek kaldı. Gömleğini çıkardı, kendi tandır içine girdi, al dedi, sat bu gömleği de ne ederse onunla yiyecek al, o topluluğu ağırla.
Saru İsmail, alıp sattı, yiyecek aldı, sofra yaydı, yemekler yenip dualar edildi. Kadıncık’ın âdetiydi, her gelen topluluğa gelip safa geldiniz derdi. Hünkâr Saru İsmail’e, İsmail dedi, git Kadıncık’a söyle, gelip erenlere safa geldiniz desin. Saru İsmail erenlerin sözünü Kadıncık’a söyledi. Kadıncık, görüyorsunya dedi, çırçıplağım, tandır içindeyim. Saru İsmail gitti, bu hali Hünkâr’a bildirdi. Hünkâr’ın yanında bir dolap vardı. Besmeleyle dolabı açtı. İçinden bir bohça çıkardı, Saru İsmai’e verdi, götür dedi, içindeki elbiseyi giysin Kadıncık, sonra gelsin, Horasan erenlerine safa geldiniz desin.

Kadıncık, erenlerin himmetini ve duasını aldı, evine gitti, karar etti, erenlerin hizmetine meşgul oldu. Kadıncık’ın âdetiydi, Hünkâr abdest alsa, yemekten sonra elini yıkasa o suyu, hemen içerdi. Bir gün Hünkâr, abdest alırken burnu kanadı. Kadıncık dedi, bu suyu ayak değmiyecek bir yere dök. Kadıncık leğeni kaldırıp götürdü. Şimdiye kadar o tertemiz suyu içerdim, bunu neye dökeyim, hayırlısı bu, tiksinmeden bunu da içeyim dedi. Leğeni kaldırıp içti, tekrar Hünkâr’ın önüne getirdi.
Hünkâr, Kadıncık’ın yüzüne baktı, bu hal, malûm olmuştu zaten kendisine, Kadıncık dedi, bu suyu da içtin mi? Kadıncık erenlere ne malum değil, erenlerden artanın bir yudumunu bile dökecek yer bulamadım; ancak karnımı buldum dedi. Hünkâr, Kadıncık dedi, bizden umduğun nasibi aldın; senden iki oğlumuz gelecek adımızla, onlar, yurdumuz oğlu olacak, halkın yetmiş yaşındakileri, onların yedi yaşında olanının elini öpsünler. Dünya, bozulsa onlar sırtları üstüne yatsınlar, hiç zahmet görmesinler.
Bu söz üzerine Kadıncığın üç oğlu oldu. Bunlardan biri Hünkarın sağlığında öldü, ikisi kaldı, onların soyu sopu türedi. Bir müddet sonra, Kadıncık, gene gebe kaldı40. Hünkar umudumun atası Habibim gelecek dedi. Kadıncık, bir oğul doğurdu, Hünkâr’a haber verdiler, Umudun atası Habib’imdir dedi, adını Habib koydular. Bir müddet sonra Kadıncık gene gebe kaldı,41zamanı gelince bir oğlu oldu. Saru İsmail Hünkâr’ın huzuruna vardı, Padişahım42 dedi, Kadıncık’ın bir oğlu oldu. Hünkâr Mahmuttur dedi, adını Mahmut koydular. Derken Kadıncık’ın bir oğlu daha oldu. Saru İsmail haber verdi. Hünkâr, şimdi kardeşim Hızır yanımdaydı, adı Hızır Lâle olsun dedi, ondan sonra Hızır Lâle’m gelmiş, Lâlem çiçeği gelmiş diye onu sevdi. Hünkâr’ın sözlerini Kadıncık’a, haber verdiler, pek sevindi, cocuğun adını Hızır Lâle koydular.”43
Vilayet Namenin bu anlatımlarında garipsenecek bir hal var mı? Hünkâr, Kadıncığa “bizden umduğun nasibi aldın; senden iki oğlumuz gelecek”, “halkımızın yetmiş yaşındakiler onların yedi yaşındakilerin elini öpsünler” diyor. Kadıncık ana’nın, toplam altı oğlu oluyor, Vilayet Namede üçün adı zikrediliyor44. Bu çocuklardan ilkinin hamile kalış şekli, anlatılırken diğerleri bir sır olarak kalıyor. Kimseciklerde, üç yüz yıl, Kadıncık diğer çocuklarına nasıl hamile kalmıştı diye merak edip sormuyor; bu merak ne zaman ki Osmanlı Sultanını Kanüni Sultan Süleyman’ın Kaynı Server Ali Paşa, Sersem Ali Baba adıyla Sulacakaraöyük köyüne geliyor, işte bu o zaman merak konusu oluyor.
Burada, bunları okuyanların ayrıntıya azcık dikkat etmesini isteyeceğim çünkü yıllardır boşu boşuna tartıştırılan sonunun anahtarı bu ayrıntıda gizli. Sulucakaraöyükte, Kadıncık adıyla anılan iki tane kadın var, bunlardan biri, Hünkâr, daha Rum ülkesine gelirken ona malum olan, Hünkâr’ın mana aleminden verdiği selamı alıp, oradaki mecliste bulunan Rum erenlerine bunu haber veren Seyit Nurettin’in henüz evlenmemiş kızı olan Fatma Bacı denilen kadın. Buraya mim koymamız lazım.
Hünkâr’ın, Rum ülkesine gelirken gördüğümüz Fatma Bacıyı, Hünkâr “biz ölmeyiz sûret değiştiririz” deyip, bu ülkeden giderken yine görüyoruz. Kitabın sonunda, “Hace Bektaş’ın Saru İsmail’e Vasiyeti” adlı, bölümde Hünkâr Saru İsmai’e şöyle diyor: “ Benden sonra Fatma ana (Kadıncık) oğlu Hızır Lâle Civan, yerime geçsin. O elli yıl hizmet eder, ondan sonra yerine oğlu Mürsel geçer.”45 Aynı bölümün ilerleyen satırlarında Hünkarın vasiyetine uyulduğu anlatırken, Hünkarın tabutu başına toplananlar bahsinde yine bizim Kadıncık anadan şöyle söz ediliyor: “Saru İsmail, vasiyetine uyup hırkasıyla yüzünü örttü, halvetin kapısını örttü, dışarı çıktı. Erenler anası Fatma Bacı, Seyit Mahmut-u Hayran, Karaca Ahmet, Kolu Açık Hacım Sultan, Resul Baba, Camal Seydi, hasılı bütün erenler, atlı- yaya, hep geldiler, yanıp ağlaştılar.”46 Burada apaçık görüldüğü gibi, “Erenlerin anası” diye anılan bizim Kadıncık anamızdan Fatma ana ya da Fatma Bacı diye söz ediliyor, bunun altına mim koyun.
Şimdi gelelim Hünkâr, Sulucakaraöyük köyüne geldiğinde rastlaştığı, ona ekmek veren, kendi halinde yaşayan, diğer Kadıncık anaya, kimmiş bu, şimdide onu inceleyelim. Bu, Vilayet –Name’de, Hacı Bektaş Sulucakarahöyük’te başlıklı bölümde aynen şöyle anlatılıyor: “Yunus Mukrî’nin, İbrahim, Süleyman, Saru47 ve İdris adında dört oğlu kaldı. İdris babası gibi bilgin ve üstün bir kişiydi. Saru’da okumuştu, fakat –diğer- ikisi okuma yazma bilmezdi. İdris’in, Âhiret Hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendisini sayıp ağırlarlar, Kadıncık diye hitap ederlerdi. Yunus Mukrî’nin ölümünden sonra oğulları, evleriyle barklarıyla Kıyı’dan göçüp Sulucakaraöyük’e geldiler.”48 Yukarda anlatıldığı gibi bu kadıncık kocasının adıyla anılıyor adı daKUTLU MELEK, ancak buna da Kadıncık deniliyor. Buraya da mim koyduk mu? Koyduk.
İdris hocanın karısı olan Kutlu Melek’inSulucakaraöyük’te, Hünkâr’la karşılaşması şöyle anlatılıyor: “Bir gün Kadıncık, bazı kadınlar beraber çamaşır yıkamaya, kaynak başına gitmişti.49İlerden Haca Bektaş50 belirip çıka geldi. Başında kızıl tâç, elinde Arabistan kerrakisi vardı. Çamaşır yıkayan kadınlara, bacılar dedi, karnımız aç, Tanrı rızası için, yiyecek bir şeyiniz varsa verseniz. Kadınlar, derviş dediler, burada yemek ne gezer ki sana verelim. Kadıncık, hemen kalkıp koştu, evine vardı, bir parça ekmeğin içine yağ koydu, getirip Hünkâr’a verdi. Hacı Bektaş,artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin dedi. Ordan kalkıp doğruca Sulucakaraöyük mescidine vardı, mescide girip oturdu. …”51 Görüldüğü gibi bu Kutlu Melek adındaki Kadıncık Hünkârın kim olduğunu hissedip bilmiyor, bir derviş diye ona yiyecek veriyor. Biz aynı yerden bir ayrıntıyı daha verelim:
Akşam oldu, köylüler mescide gelip namaz kıldılar, dağıldılar. Yatsı vakti, gene geldiler, namazlarını kılıp evlerine gittiler. Hiçbir tanrı kulu, Hünkâr’a, kimsin, nesin demedi52.
Kadıncık, çamaşır yıkamaya gidince İdris’in annesi, gelin çamaşıra gitti dedi, bari yemeği ben pişireyim. Yemeği ocağa koydu, yağ almak için yağ küpünü acti. Bir de ne görsün? Küp ağzına kadar yağla dopdolu. Kadıncık, çamaşırı yıkayıp eve gelince gelin dedi, yağı nerden aldın da küpü doldurdun? Kadıncık, ben yağ filan almadım, yalnız çamaşır yıkarken bir derviş gelmişti, yemek istemişti. Kopup eve geldim, biraz ekmekle yağ aldım, götürdüm;olsa olsa onun duası bereketiyle küp dolmuştur dedi. İdris gelince hali anlattılar. O, bu derviş, Mesciddeki derviş olsa gerek, ne yazık ki biz, onu gördüğümüz halde hizmet edemedik dedi. Yatıp uyudular. Gece yarısı İdris, belinleyip uyandı. Kalkıp elbiselerini giydi, abdest aldı, sabaha kadar ibadet etti. Sabahleyin mescide gelince gördü ki pencerelerden aydınlık çıkıyor. Mescide çırağ yakmamıştık. Bu ışık da nedir diye şaşırdı. Gidince Mihrabın sol köşesinde bir aziz gördü, ibadet ederken mübarek ağzından nur çıkmada, başının üstünde de nurdan bir kandil yanmada.
İdris bunu görünce eve geldi, Kadıncık da abdest alıyordu. İdris, Kadıncık dedi, o gördüğün düş, zuhur etti; o er, mescide gelen dervişten başkası değilSonra gördüğünü anlattı. Kadıncık, şükür secdesine kapandı. İkisi de kalkıp mescide geldiler. Kadıncık, sen erkeksin dedi, önce sen gir. İdris, olmaz dedi, önce sen gir,çünkü düşünde, önce sen gördün. Kadıncık, besmele çekip girdi, ardınca da İdris girdi. Hacı Bektaş, tahiyyâta oturmuştu. Huzuruna varıp elini, dizini öptüler, geri çekilip durdular. Hünkâr, niye geldiniz, bu vakitte ne istiyorsunuz dedi. Sultanım dediler, sizi kulunuzun evine dâvete geldik, umarız ki kabul eder, ayağınızı basar, bize şeref verirsiniz, himmet edersiniz. Hünkâr, şimdilik burada itikâfe niyetlendik, bir yere gidemeyiz dedi. Çok ısrar ettiler, razı olmadı.Kadıncık, dönüp eve geldi, bir sofraya, hazırda ne varsa koyup Hünkâr’a götürdü, bari lütfedin, yeyin de bize hayır dua edin dedi. Hacı Bektaş, yemekte yemedi. Orda bir erba çıkardıktan sonra Arafat dağıdaki çilehaneye geldi. …”53
Bu anlatımlarda apaçık görüldüğü gibi, Hünkâr’ın yaşadığı dönemde Sulucakaraöyük’te Kanıncık lakabıyla anılan, muhteva olarak da, isim olarak da, birbirinden tamamen farklı iki ayrı kadın yaşamaktadır. Bunlardan biri İdris (hocanın) karısı olan Kutlu Melek adındaki Kadıncık, bukaynanası ile Hünkârın bazı kerametlerini görünce ondan etkileniyor ama onu önceden bildiği, hissettiği yok; bunlar el yordamıyla bir hakikati bulmaya çalışıyorlar. Bizim Çelebilerin anası olan diğer Kadıncık, ise, farklı bir kadın. O,Hünkâr’ın, Rum ülkesine gelişini herkesten önce hissedip, Rum’daki erenler meclisine haber veriyor, Hünkâr’ın vasıflarını Rum erenlerineO anlatıyor; Sivrihisarlı Seyit Nurettin’in, “henüz evlenmemiş” kızı olan, meclisteki erenlerin yemeğini pişiren Fatma Bacıadındaki bu Kadıncık ise Kutlu Melekten tamamen farklı bir kadın. “Kadıncık”, lakabıyla anılan bu iki kadının farklılığını, iki ayrı nitelik, iki ayrı kişilik olduklarını fark etmemek karışıklıklara, düşüncelerin bulanmasına yol açıyor. Bu düğümün çözümü için bu hakikati iyice anlamak gerekiyor. Bunu bugüne kadar, eşe dosta defalarca anlatım durdum, şimdi bu vesileyle de yazıp kurtulmuş olamayı umuyorum.
Bu konuyla yeni karşılaşan sade biri, bu apaçık gerçekleri okuyunca, peki bunda ne var? Diyebilir; bunda neler olduğunu aşağıda yazdıklarımı okuyunca göreceksiniz.
Şakir Keçleli babanın Dedebabası, Bedri Noyan Sulucakaraöyük’te iki ayrı Kadıncık ana olduğunu “anlayamadığı” için, Çelebilerin Hünkar ile Seyit Nurettin kızılı olan Fatma Bacıdan yada Fatma Anadan zuhur edip sürüp geldiğine inanmaz, o Çelebilerden söz ederken, “İdris Hocanın çocukları”54 diye söz eder. Şakir Keçeli Baba erenlerde Velayet – Nameyi kendi okuyup idrak etmek yerine Dedebabalarının bu yalanına inanıp, bana öyle söz atar, “laf” çaktırmaya çalışır. Ama bilmez ki, her kuşun eti yenmez, herkese de böyle sözler söylenmez, söylenemez. Bakın Şakir Keçeli Babanın Dedebabası Bedri Noyan ne diyor, ibreti alem için okuyun: “Hacı Bektâş Veli Dergahı gibi kutsal bir kuruluşun başında bulunan İdris Hoca çocukları, sonradan bu mevkiye yakışmayacak maddi, manevi yetersizliklere düşmüşlerdir.”55 Başka bir yerde de şöyle diyor: “Hacı Bektâş soyundan geldikleri yalan ve asılsız, dayanaksız iddiası ile ortaya çıkan ve kendilerine Çelebi(!) adı takan kimseler aslında “biz Bektâşîyiz” dahi demezler.”56 Bundan sonra, Bedri Noyan Çelebilerin dergahtan uzaklaştırılmasını ise şöyle izah etmektedir: “1520 Miladi, (927 Hicri)’de Balım Sultan’ın57 Hakka yürümesinden sonra Hüdedatlılar ile ötekiler arasında geçimsizlikler olmuş, bu geçimsizlik yüzünden 1569 m58. (977H.)’ye kadar dergah post-nişinsiz kalmış59, sonunda Sersem Ali Baba, Dedebaba unvanı iledergaha atanmıştır. Böylece İdris Hoca oğullarının tüm ilişkileri kesilmiştir.”60 Dikkat edin, Bedri Noyan’da “dergâha atanmıştır” diyor; peki kim atamıştır diye bunu diyene sormazlar mı, elbette ki Osmanlı padişahı atamıştır. Bunu ben söyleyince alınıyorlar, kırılıyorlar, kızıyorlar ama Bedri Noyan’ın bu anlatımından anladığım kadarıyla kendileri de, kendi aralarında böyle konuşup atandı diyorlar. Dikkat edip, şimdi yeniden gözden geçirdim, bunlar Dedebalar için hep atandı diye söz ediyorlar; bugün Diyanet İşleri Başkanlığına, dün Halifeliğe adam atar gibi devlet Dedebaba atıyormuş, işte sorunda bu buradan çıkmış.
Bu konuyu bitirmeden altını çizerek söyleyeyim, Sersem Ali Baba Devlet tarafından buraya atanıyor, o bu yolun içinde, yol oğlu olan biri değil, dışarıdan, devlet erkânından biri olarak atanıyor. Bu hassasiyetten dolayı, Pirim, Pir Sultan Abdal’ın nefeslerinde “yol oğlu” tabiri özel bir vurgu ile söylenir. “Yol oğlu kâmile yoldaş olmaya, ikrar verdik bir ikrara durmaya” diyor, ya da “Yol oğluna yol diliyle yolun sırrın soran gelsin” diyor. Kanuninin atadığı bu kişi –altta bunun kimliğini konuşacağız- yolun dışından, devlet erkanı içinden atanan biri, işin önemi burada. Yoksa farz edelim ki Çelebiler içinde Post- nişinlik yapacak kimse yok, kalmadı, ya da çeşitli nedenlerden dolayı bulunamadı, bu yolun içinde olan yol kâmillerinden biri bu göreve getirilebilinir. Ben buna bir şey demem. Bence buda yola uygundur. Buna yol içindeki yol kâmillerinin de –sanırım- bir ihtirazı olmaz, ama buraya dıştan, devlet kararnamesiyle bir zatı muhterem atanırsa, işte bu bünye bunu kabul etmez, kabul etmedi, bundan sonrada kabul etmeyecektir. Bu böyle biline, o yazıda anlatılanda buydu.
Konuyu toparlayıp bağlama babında şöyle diyelim, Bedri Noyan gibi Dedebabaların izinden gidenlerin söylediği İdris Hocanın eşi olanKadıncığın adı Kutlu Melek, Hünkâr ise Saru İsmaile vasiyetinde, “ben don değiştirince yerime Fatma Ana – Fatma bacı (Kadıncık) oğlu Hızır Lâle Cüvan geçsin” diyor61. Kadıncık lakabını taşıyan Kutlu Melek ile Fatma bacı ya da Fatma Ana ayrı ayrı insanlar, ayrı ayrı muhtevada varlıklar. Lakaplarına bakıp bunların cisimlerininde aynı olduğunu sanmak fevkalade bir yanlıştır. Peki diyeceksiniz doğal olarak, bu Dedebabalarla, onların izinden gelen bunca insan neden bu “yanlışı”62 yapıyorlar, niye bunu böyle söylüyorlar, buna niye inanılıyor, nedeni gayet basıt çünkü bunların arkasında Osmanlı devletinin iradi gücü var63. Yoksa okuma yazma bilen, Vilayet – Nameyi okuyan her göz, Seyit Nurettin’in kızı olan Fatma Bacının henüz evlenmemiş olduğunun yazıldığını okuyup göre bilir. Bunun Vilayet –Namede nasıl anlatıldığını yukarda yazdık, bir daha tekrar etmeyelim. Alevi bir adam, hele hele de bu kişi bu yola gönül vermiş, yol oğlu kamillerin yanında kalıp onlarla bu yola hizmet etmeyi amaç edinmiş bir kişi ise evli bir kadınla ilişkiye girmez. Evli bir kadın karşısında, O belsizdir. O tarihlerde, Hünkâr’a İdris Hocanın eşi Kutlu Melek ile bir gönül ilişkisi var diye, bir iftirada atılır. Hünkâr bu iftirayı atana başka bir mucize gösterir64. Buradaki esrarı anlamayan, bu yolun diliyle konuşup, bu yolun diliyle anlaşmayı bilmeyenler Hünkârın hep böyle olduğunu sanırlar, bu yüzden onun hadım olduğunu ima edenler bile vardır. Bir Alevi ozanı, “Elsiziz, dilsiziz, belsiziz amma gezeriz âlemde erkekçesine” der; bu nefesi doğru anlamak gerekir. Alevi harama el sürmediği gibi, harama uçkurda çözmez, ama Alevi helal lokmasını yer helâlıyla yaren de olur, sever de sevişir de. Aleviliğin olmazsa olmaz temel kuralı “eline beline diline” sahip olmaktır, helallığıyın dışındaki birine uçkur çözmemektir. Bu nefes bunu anlatır, Hünkâr’da böyledir. Hünkâr’ın İdris Hocanın eşi Kutlu Melekle, Seyit Nurettinin kızı Fatma bacı ile ilişkilerini ayrı ayrı değerlendirip bir birlerine karıştırmamak gerekir. Bunu bazı canlarda karıştırıyordu, bende tekrar etmekten sıkılır olmuştum, bunu böylece yazıp kurtulmama sebep olduğu için buna vesile olan baba erenlere şükranlarımı sunmalıyım. Diğer dostlarda buraya bakıp kendi yazdıklarını kontrol etsinler derim.
***
Şakir Baba, Çelebilerin karşında bulunan Babağan kolunun Osmanlılarca desteklendiğini yazmama da kırılmış, bunun için söyle soruyor: “Acaba Bektaşiler (kastettiği Babağan kolu) Osmanlı Devletinin Emrine girdiler mi? Ya da Osmanlı ile uyumlu mu yaşadılar?” diyor. Evet, Şakir baba erenler, ne yazık ki Dedebabalık müessesesi aynen öyleydi, ama bunun böyle olduğunu söyleme şerefine nail olan ilk kişi ben değilim ne yazık ki. Siz ya da sizler okurken dikkat etmediğiniz için olacak ki, bunlar nazarı dikkatiniz kaçmış. Ben bunlardan bazılarını yazıp zati âlilerinize hatırlatayım mı?
Adülbâki Gölpınarlı, düşüncelerini İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya dayandırarak, Dedebaların Osmanlı ile ilişkisi hakkında şöyle yazıyor: “Hacı Bektaş tekkesindeki65 Dedebaba ölünce yerine geçen baba, İstanbul’a gelir, Ocaklı, onu Ağakapısına götürür, Yeniçeri ağası, tacını giydirir, alayla Bâbıâli’ye gider, orda vezîria’zam, ona bir ferace giydirirdi. Dedebaba, Pirevine gidinceyedek ocağın misafiri sayılırdı.”66
Cevdet Paşa tarihinde, Yeniçeri Ocaklarının kapatılması anlatılırken, vakti zamanında (yanı kapatılmadan önce) bunların Dedebabalarla ilişkileri şöyle anlatılıyor: “O kadar ki Bektaşî babalarından biri daima Hacı Bektaş vekili namıile 94 kışlasında otururdu.” “Hacı Bektaş türbesinde bir şeyh ölünce, halife İstanbul’a gelir, ocaklılar onu merasimle Ağakapısı’na götürürlerdi. Burada şeyhe Yeniçeri ağası taç giydirir, sonra şeyhe Babıâli’de ferace giydirilirdi.”67
Buna benzer bir tasviri Bedri Noyan, Mithat Sertoğlunun Osmanlı ansiklopedisinden şöyle naklediyor: “Pir – Evindeki Baba (Dedebaba), Hacı Bektaş Veli türbesinde oturan Baba’ya verilen isim. Bu vefat edip yerine yenisi geçtiği vakit, İstanbul’a gelir ve Yeniçeriler kendisini alıp alayla Ağakapıs’ına götürürler, Baba orada da sadr-ı a’zam’dan kürk giyerdi. Kendisinin, pir-Evi’ne dönünceya kadar Ocak’ta misafir olması kanundu.”68
Babağan kolunun Osmanlı hanedanlarına yakınlığı, babağan Bektaşilerinin yazılarında daha açık hissedilir, bir Bektaşi babası olan Şevki Koca ile Bedri Noyan Dedebaba’nın yazdıklarına bu açıdan bakın, bunları göreceksiniz. Örneğin bunların Osmanlıya baş kaldıran Şahı Kalendere nasıl hitap ettiklerini bunun karşısında Osmanlı padişahı Kanuniye nasıl hitap ettiklerini inceleyiniz, dediğimin doğrulunu göreceksiniz. Mahir Çayan’ın, sınıflar mücadelesi bazen anlatımında kullandığın kelimeler üzerinden sürdürülür der. Bakınız Bedri Noyan, Osmanlının Anadolu’yu istila etmesine baş kaldırıp, huruç eden, Çelebi zadelerden Şah-ı Kalender’in yenilgisini nasıl anlatıyor: “1527’de kafası uçurularak idam edilen bu Kalender’in, Balım Sultan Türbesi’inde gömülü olan Kalender adına izafe edilen şahıs olup olmadığı da belli değildir. İdamdan sonra cesedinin alınıp buraya getirilmesi olasılığı zayıftır.”69 Şahı Kalender’in, Osmanlı Devletince kellesinin kesilmesini, “kafası uçurularak idam edildi” diye anıyor. Biliyorsunuz, Nazım Hikmet Şeyh Bedretin destanını anlatırken Bedrettinilerin yenilip kılıçtan geçirildiklerini anlatınca, dayanamaz burada kendi duygularını şöyle dile getirir: “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! Deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. / Ama bu yürek, o, bu dilden anlamaz pek. / O “hey gidi kambur felek, hey gidi kahpe devran hey,” der.” Ben tarihe hep böyle baktım, böyle bakarım. Şahı Kelender’in huruç eylemi yenilince de, yenenler, yenilenlerin aklibaslı gömleğin de sildiler kılıçlarının kanını; Şahı Kalender’e de tıpkı Kerbela’da yaptıklarını yapıp başını gövdesinden ayırdılar, babağan kolundan olan bir yazar bunu “başını uçurdular” diye anabiliyor. Bu bana acı veriyor acı. Bunu her gönüle anlatması zor.
Burada şunu da belirtelim. 1826’da bütün dergâhlar, tekkeler kapatılıp Aleviliğin tümü yasaklanınca babağan kolundaki Bektaşilerde devletle ilişkileri açısından Çelebi geleneği ile aynı konuma geliyor. Bu iki gurubun birbirlerine yaklaşmasını sağladı. Dikkat edin bu tarihten sonra bu gurup içinden, Hilmi Dedebaba gibi, Harabi gibi çok önemli insanlar çıkmıştır. Bağımsız olmakla devletin adamı olmak önemlidir. Devlet emrine giren her ruh çürümeye mahkûmdur. Günümüzde Dedebabaları bu yola inanlar kendiler seçiyorlar, artık burada da devletin ataması yok. Ben “Yol ile Yöntemin Önemi” başlıklı yazımı yazarken hep bunu düşündüm. Orada İsyan filminin kahramanının evrimini anlatıp onu örnek vermemin asıl nedeni budur, bunların anlaşılmasını istememden dolayıdır. Değişim her yerde esastır. Anlayan anlasın diye bunları yazmıştım.
***
Şimdi Şakir Keçeli Babanın, benim için yazdığı üçüncü eleştirisine geçelim. Bu yazdıklarında yine o yukardan bakan, o üslubuyla yaptığı bana olan hakaretlerinin, laf kalabalığını bir yana bırakıp, bana sorduğu iki soruya gelmek istiyorum. Birbirine bağlı olan bu iki sorusu şöyle: “Ali Rıza Aydın “Server Paşa” adını nerde bulmuştur? Hangi tarihsel kaynaklara dayanarak bunları yazmaktadır? Bunları en azından Fakir’lerin bilmesine olanak yoktur.” Yazısının ilerleyen satırlarında da şöyle soruyor: “Ali Rıza Aydın, Sersem Ali Dedebaba’nın Hakka yürümesinden sonra Dergâh-ı Pir’e geldiğini ve Kalender Çelebi tarafından kovulduğunu yazmaktadır. Eğer palavra değilse Sayın Aydın sözlerinin kanıtını takdim eder ve herkesi, bu arada Fakir’lerini de aydınlatmış olur. Bize de bu kadar kırıcı sözleri yazdığımızdan dolayı özür düşer.” Yanı bunlar aynı zamanda bu kırıcı sözleri taammüden yazdığının da itirafıdır.
Değerli okur, ben bu konuyu etüt edip, incelerken, daha çok bu konularda babağan kolunun taraftarlarının yazdıklarını okudum, acaba onlar bu konularda ne demişler diye onları inceledim. Bakınız bu konuda babağan kolunda Şakir Keçeli Baba gibi ünlü bir Baba olan, Şevki Koca, Cem Vakfınca yayınlanan, “Bektaşilik ve Bektâşî Dergahları” adlı kitabında şöyle diyor, bu iki soruyu da aydınlatacak nitelikte, birlikte okuyalım: “Sersem Ali Baba Kanuni Sultân Süleyman Han’ın zevcelerinden Mâh-ı Devran Sultanın ağabeyidir. Asıl ismi Server Ali Paşa olup Kanuni’nin vezir-i azamlarındandır. Enderun’da yetişmiş bir devşirmedir. Acemi oğlanlığı esnasında Bektaşiliğe intisab etmiştir. Mürşidi Balım Sultandır. Muhtemel Kalenden Çelebi İsyanı’nda tarafsız kalabilmek amacıyla veziriazamlık görevinden sarfınazar ederek Pîrevi’ne yerleşmiştir. … Hicri 927 (M. 1520) Hacıbektaş İlçesi Pir Evi Postnişinliği’ne atanır. Bektâşi kültürü boyunca dedebaba mahlâs-ı şerifini ilk kullanan tarikat şeyhi Sersem Ali Dedebaba’dır. … Kalender Çelebi’nin Huruc-u Alel Sultân etmesinden ürken padişâh, dedebaba ile organik bağı olan Yeniçeri ordusu üzerinde mutlak etkisini sürdürebilmek amacıyla, ikinci eşi Hürrem Sultân’ın önerisi ile Kanuni üzerinde etkinlik sağlayıp Mâh-ı Devran Sultân’ı gözden düşürmüştür. Pîrevini kapatır ve Sersem Ali Dedebaba’yı dönemin Yunanistan sırırları içinde bulunan Vardan Yenicesi’ne zorunlu ikamete icbar eder. … Bu arada 1527 yılında Kalenden Çelebi İsyanı oldukça kanlı olarak bastırılır. Kalender Çelebinin kesik başı Pirevine getirilerek defnedilir. Bugün Balım Sultan’ın hemen yanındaki türbe Kalender Çelebiye aittir. Bu tarihten sonra İstanbul’da veba (taun) salgınının baş göstermesi üzerine bir şefaat arzusu duyan Kanuni, bu defa Sersem Ali Babayıyeniden Pirevi’nin başına getirir. Hicri 957 (Miladı 1550) yılında yeniden Pirevi postişinliğine getirilen Dedebaba, Hicri 977 (Miladi 1569) yılında Hakk’a yürür.”70 Şevki Koca’nın, yazısında altını çizip koyulaştırdığım yerlerde Şakir Keçeli’nın soruların cevabı var; bu demektir ki bu düşünceleri ben kendimden çıkarmamışım, doğruluğu yanlışlığı ayrı bir konu, bunlar ayrıca tartışılır ama demek ki ben bu düşünceleri buralardan almışım. Şakir Keçeli, kendi gibi o yolun bir baba’sı olan, bu zatların kitaplarını biraz özenli okusaydı, bana bunları bu şekilde sormak durumunda kalmazdı. Şevki Kocanın kitabı 2005’te yayınlanmış ama bundan öncede ben böyle yazılarını -makalelerini okumuştum. Ayrıca bu konuyu, yani Sersem Ali Babanın ilk kez ne zaman atandığını Arnavutlukta yaşayan babağan Bektaşilerine sorup muhabbet ettim; Sersem Ali Babanın Pir Evine ilk görevlendirilişi 1520 yılıdır dediler. Zaten işin mantığı da bunu gerektirir. Balım Sultan 1520’deHakka yürüyünce71, Osmanlıda buraya yeni birini atayacaktı, atamışta.
Sersem Ali Dedebaba ile ilgili Badri Noyan ise şu bilgiyi verir: “Dedebaba’lık, Balım Sultan dervişi olan Sersem Ali Baba tarafından başlatılmıştır. .. Sersem Ali Baba’nın Dedebaba unvanı ile posta oturmasıyla Dedebaba’lık müessesesi esaslı olarak kurulmuştur.”72 “Dergâh-ı Pîr’de 958-977H (1551-1969M) yılları arasında 19 yıl Dedebaba’lık yapmıştır. Mîr-i Mîrân (Beylerbeyi- Paşa) rütbesinde bir kişi imiş. Onun “Sadr-ı a’zam olduğunu” yazan kaynaklar var ise de, bu yanlıştır. … Kanûnî Sultan Süleyman’ın nikâhlı ilk karısı M’ah-ı Devrân Sultan’ın ağabeyidir. Mâh-ı Devrân, Şehzâde Musta’nın da anasıdır.”73
Burada önemli olan, Sersem Ali Babanın Server olan vaftiz adı değil, Kanuni Sultan Süleyman’ın kaynı olduğu için yaptığı devlet görevleridir; bu kişi vezirlik, miri miranlık yapmış, önemli devlet görevlerinde bulunmuş bir devlet adamıdır. Burada bu muhtevayı görmeyip ada takılıp kalmak doğru değildir. Bu zat, önemli bir devlet adamıdır, devletin kendisine verdiği önemli görevleri başarmaya çalışmaktadır. Dedebabalıkta devletinin kendine verdiği ya da atadığı bir devlet hizmetidir. Bu sorun bu kadar açık bu kadar nettir.
Şakir Keçeli Baba erenlerin bana yazdığı eleştiriye söyleyeceklerimi burada bitirmek istiyorum. Eskiler “üslubu beyan aynıyla insan” derlermiş. Bir insanın uslubu kendiyle özdeştir. Üslup bu açıdan çok önemlidir. Şakir Keçeli babanın bana öyle yukarılardan bakan, her satırında beni küçümsemeye çalışan, üslubundan etkilendim, kendisiyle tanıştığımız, didar didara oturup muhabbet etmiş olduğumuz için böyle bir tavır takınması içimi acıttı, daha ne deyim söyleyecek başka söz bulamıyorum. Buna ne deyim, ne demeliyim diye düşündüm durdum. Gençliğimde güreşirdim, güreşlere başlarken perdah atma kısmını severdik. Bizim belimizi sıvazlayıp, güreş meydanına çıkarken gülbengimizi okuyan kişi “Hasmın karıncaysa da merdane takın” derdi. Biz anamızdan, atamızdan, babamızdan böyle görerek, böyle bir ahlakla büyümüştük. Belki bu yüzden Şakir Keçeli babanın o üslubu bana hoyratça geldi, içimi acıttı. Buna ne deyim, ne diyeceğim diye düşünüyordum, işte bu düşünceli halimdeyken sanki Ömer Hayyam gönlüme doğup carıma yetişti, “Rıza can bunu da bana bırak, bu güzel çorbada benimde biraz tuzum olsun” der gibi gelip gönlümü okşadı. Bende bu yazımı gönlümü ferahlandıran Hayyam’ın dizeleriyle bitiriyorum.
Biz aşka tapanlarız, Müslüman değil.
Cılız karıncalarız, Süleyman değil.
Biz eskiler giyen, benzi soluklarız
Pazarda sırma satan bezirgân değil.
Diline sağlık, ustana rahmet Ömer Hayyam
1 Bu aileye, Çelebiler ya da Çelebi zadeler denir, bu konu, “Alevilikte Yol Ayrılıkları” adlı yazım ile bu yazının ilerleyen sayfalarında geniş boyutlu incelenmektedir. Hilmi Ziya Ülken, Çelebi sözcüğünün etimolojik gelişimini şöyle anlatır: “Haç kelimesinin kökü Ermenicedir. İsâ’nın asıldığı belirli şekilde tahta anlamına gelmek üzere “asılmak” fiilinden Arapça Salib denir. Fakat bu kelime şekil değiştirerek “celipa” şeklinde kullanıldığı gibi, İsa’nın Tanrı sayılmasından dolayı “celep” veya “Çalap” şeklinde Allah anlamını almıştır. Nitekim Allaha mensup (Allahlık) insan, derviş anlamında “çelebi” kelimesi doğmuştur. Alevilerin başkanına Çelebi dendiği gibi, Mevleviler de bu kelimeyi benimsemişlerdir. Osmanlı devletinin başında dervişliğin büyük rolu olduğu için Yıldırım’ın oğulları Çelebi mahlasını benimsemişlerdi.” Hilmi Ziya Ülken, Anadolu’da Örf Ve Adetlerde Eski Kültürlerin İzleri” adını taşıyan bu yazı 1970 yılında Strasbourg Üniversitesi Türkoloji kongresinde okunmuş tebliğin Türkçe çevirisi. Nejat Birdoğan’ın Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, sayfa 630-631. Kitapta bu yazının tamamı vardır.
2 Bakınız Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet –Nâme önsöz, sayfa xxıx burada yaklaşık olarak bu tarih veriliyor. Ben İhtirıcı Adlı yazımda bu konuyu geniş boyutlu inceledim. Ayrıca Ahmet Yaşar Ocak ‘ın “Babalılar İsyanı” adlı nefis bir kitabı var.
3 Nejat Birdoğan’ın, “Çelebi Cemalettin Efendinin Savunması ”, adlı kitabın önsözünde, bunu özlü bir biçimde açıklarken şöyle der : “Çelebilik, din tarihi bakımından bir unvandır. Hacı Bektaş Veli soyunun Mürseli veya Hüdâdatlı ayrımı yapılmadan tüm erkeklerine verilen bu unvandır.”. Nejat Birdoğan Çelebi Cemaletin Efendinin savunması sayfa 9, Berfin yayınları.
4 Şimdi beni eleştirmek isteyenlere şunu belirteyim bu tarihleri yaklaşık olarak belirtiyorum. Ayrıca bu dönem Hace Bektaş’ın Vilayet – Namesinde CELEBİLER ZAMANI diye adlandırılır. Bunu benden ilk defa okuyup hayret edenler zahmet edip Vilayet Namenin SARU SALTUK adlı bölümü okusunlar. Sayfa 44 ile 47. Başka bir yazımda inceleyeceğim ama burada söyleyim ben buna bakınca Vilayet – Namenin yazılış tarihi olarak Abdulbaki Gölpınarlı’ın belirlediği tarihten sonraki bir tarih olabileceğini sanıyorum.
5 Ben o yazımda dergah yerine Tekke demiştim. Abdülbaki Gölpınarlıda Vilayet –Namede ki önsözünde Tekke diyor. Şakir Keçeli baba erenler bu konuda benim söylemimi haklı olarak eleştirmiş, buraya tekke değil Dergah denir diye yaptığı bu eleştirisini haklı bulup söylemimi düzeltiyorum. Burası Hacı Bektaş Dergahı.
6 Bu süreci “Tarih Algımız değişmeli” başlıklı yazımda daha geniş olarak yazmıştım.
7 Balım Sultan’ın bu dünyadan ne zaman göçtüğü (öldüğü) de tartışma konusudur. Cemalettin Celebi Müdefa adlı kitabında Balım Sultanın ölüm tarihi olarak1520 yılını verir, bakınız sayfa 52-53 Yayınlayan N. Birdoğan berfin yayınları, Şevki Koca “Balım Sultân 1520 yılında Hakk’a yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şâhsuvaroğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir” diyor. Bakınız Bektaşilik ve Bektaşi Dergâhları, sayfa, 289. Yar. Doç. Dr. Belkıs Temren ise şöyle diyor: “Balım Sultan 927 (1520M) yılında Pir evinde vefat etmiştir. Ölümünden iki yıl önce bitirilmiş olan ve Şahsuvaroğlu Ali Bey tarafından Hacı Bektaş Veli Tekkesinde yapılan özel türbesine gömülmüştür.“Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, sayfa 86-87, Kültür Bakanlığı Yayınları”. Bedri Noyan’da Bektaşilik Alevilik adlı kitabının 1. Cildi sayfa 321de “1520 M. (927 H.)’de Balım Sulta’nın Hakka yürümesinden sonra” diye başlar bir cümlesine; aynı Kitabın 306. Sayfasında ise Balım Sultan’ın 1516 öldüğü tezine karşı şöyle mantıklı bir ihtiraz ileri sürer : “Ne var ki, Kanuni’nin padişahlığı 1520-1566 yıllarındadır. Balım Sultan 922H. (1516M.) de vefat ettiyse Kanuni ile Padişah olduğu zaman görüşmesi olamaz.” Söylemeliyim ki 1520 de Balım Sultan öldüğü için onun yerine Osmanlı Sersem Ali Babayı görevlendirmiş. Konu karmaşık sadece bunun için bir yazı yazacağım.
8İran’da Hasan-ı Rumlu diye söylenip dilimize Rumlu Hasan diye çevrilen bu tarihi şahsiyetin kitabının birinci cildini Türk Tarih Kurumunun “Ahsenü’t- Tevârîh” adıyla yayınladı, ikinci cildini ise Ardıç yayınları “Şah İsmail Tarihi” adıyla yayınladı. Ancak kitaplar incelenince hala yayınlanmayan bölümler olduğu anlaşılıyor.
9 Bakınız Rumlu Hasan, Şah İsmail Tarihi, sayfa 170 ile 213, Ardıç yayınları birinci baskı.
10 Prof Dr. Faruk Sümer” Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolu” sayfa 85 Türk Tarih Kurumu yayınları, 2. Baskı. Faruk Sümer kitabının birçok yerinde Rum (Siva) tan göçüp buraya gelen oymaktan söz ederken Sivasın Rum eyaletinin başı olduğunu da zikrediyor.
11 Ali Haydar Avcı, Osmanlı Tarihinde Pir Sultan Abdal, Sayfa 252, 3. Baskı. Belirtelim ki sosyal bilimlerde kesin – mutlak diye bir şey kolay kolay olmaz. Şakir Keçeli Rumlu sözüyle Sivas kastedilir dememi eleştiriyordu, bakın Ali Haydar Avcı’da böyle demiş.
12 Hasan-ı Rumlu, “Ahsenü’t – Tevârîh, sayfa 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
13 Ali Haydar Avcı, Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler sayfa 171
14 Erdoğan Çınarın iddiası budur.
15 Saim Savaş’ın yazdığı, “Bir Tekkenin Dini ve Sosyal Tarihi, Sivas Ali Baba Zaviyesi” adlı kitapta, Ali Baba’nın kesin ölüm tarihi kesin olarak saptanmış, buna göre Ali Baba 28 Cemaziyelevvel 982 de/ 1574’te ölmüş. Bakınız sayfa 43
16 Konu için bu tekeyi inceleyen şu esere bakınız, Saim Savaş Bir tekkenin dini ve sosyal tarihi
17 Nejat Birdoğan Çelebi Cemalettin Efendi’nin Savunması (Müdefaa), nın önsözü sayfa 9, Berfin yayınları.
18 Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba Bütün Yönleriyle BEKTAŞİLİK ve ALEVİLİK. Birinci cilt sayfa 319 Ardıç Yayınları.
19 Ali Haydar Avcı Pir Sultan Abdal sayfa, 201. Bu nefes bütün Pir Sultan kitaplarında var
20 Ali Haydar Avcı Bizede Banazda Pir Sultan Derler 301
21 Abdülbâki Gölpınarlı –Pertev Naili Baratav Pir Sultan Abdal sayfa 123, Der yayınları 1993. A
22 Ali Haydar Avcı Bizede Banazda Pir Sultan derler 42
23 Ali Haydar Avcının Pir Sultan Abdal adlı kitabının 576-577. sayfalarında Pir Sultan’ın Mücerretliği savunanları eleştirdiği şöyle bir deyişi de vardır. Buna konu içinde değerlendirmek gerekir. Sözünü ettiğim değiş söyle:
MÜCCERREDİM DEYÜ DAVA KILANLAR
Mücerredim deyu dava kılanlar
Murtaza Kırkların başı değil mi?
İmamlar anası Kırklar aynası
Fatıma Ali’nin eşi değil mi?
Bilmem küstah mıdır Âdem’e tapan
Adem’in başında gülleri kokan
Dişi kuş değil mi yuvayı yapan
Erkek aslan ise dişi değil mi?
Anamız Havva’dır atamız Adem
Onlardan ayrılmaz yüzümüz bir dem
Havva anamıza hor bakan adam
Tanrının hışmından şaşı değil mi?
Havaya hor bakıp kendini yakma
Lanet halkasını boynuna takma
Muhammet Ali’nin yediği lokma
Anı sunanların işi değil mi?
Pir Sultan Abdal’ım cümlesi ekber
Murtaz’Ali değil mi onlara rehber
Şah İmam Hüseyin Zülfikar Kanber
Pençe-i Al’aba başı değil mi?
24 A. Yılmaz Soyyer Çerağlar Uyanırken. Doğan kitapları
25 Aleviler “Tarikatte tek başına yol almak isteyen bir talip, pek hoş karşılanmaz” denir.
26 Buyruklara bakınız bu anlatılırken “beşi bir yerde” tabiri sık sık geçer.
27 Abdülbaki Gölpınarlı – Pertev Naili Boratav Pir Sultan Abdal sayfa 135
28 Abdülbaki Gölpınarlı – Pertev Naili Boratav Pir Sultan Abdal sayfa 167
29 Devletlerin bu tür faaliyetlerinin iyi anlaşılması için “(Resmi) Türkiye Komünist Fırkası” diye bilinen 18 Ekim 1920’de Ankara’da ‘ Mustafa Kemal ile arkadaşlarının İttihatcılara kurdurduğu, Komünist fırkasını incelemesi öneririm.
30 Seyit Kemal Karaalioğlu. Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1986,cV.s532. Aktaran Fikri KAYA , Sivas, Cumhuriyet Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi. Bu pasaj Aşık Veysel’in nasıl yetiştiğini de göstermek için önemli bir fikir veriyor bunada dikkat çekmek isterim.
31 Nejat Birdoğan Çelebi Cemalettin Efendinin savunması Mudefaa, sayfa 8
32 Bu kitabın hayat hikayesi bu güne kadar gelmesinin öyküsüde ilginçtir, Abdülbaki Gölpınarlı bunu kitabın önsözünde anlatır.
33 Alevi cemlerinde dışarıya gözcüler koymam bir adettir bir gelenektir. Rıza
34 Hacı Bektaş ölürken Saru İsamile vasiyetinde “Benden sonra Fâtama Ana (Kadıncık) oğlu Hızır Lâle civan yerime geçsin” diyecek Hace Bektaş’ın soyu bu kadından olan cocuklarından yürüyecek. Bak Velayet Name Hacı Bektaşın Saru ismaile Vasiyeti adlı blüm. Sayfa, 90- yeni baskıda 88.
35 Rum erenlerinin gözcüsü bu zat buna dikkat.
36 Dikkat edin bu Fatma bacı Hünkarın kim olduğunu nereden geldiğini biliyor.
37 Abdülbâki Gölpınarlı Velayet – Name sayfa 18. 195 yılında yapılan Birinci baskı. Alıntıları bu kitaptan yapmamın nedeni daha önce bunu çizmiştim aradığımı burda daha kolay buluyorum. Yeni baskı da aynı sayfalarda
38 Bizim Kadıncıkla ilgili buda önemli bir ayrıntı.
39 Hünkâr patişah anlamına gelen bir sözcüktür burada batın aleminin padişahı anlamında kullanılır.
40 Dikkat edin bundan sonra Kadıncık Ananın nasıl olupta gebe kaldığı belirtilmiyor, bunu okur anlıyor.
41 Nazarı dikkatinizi celp ediyor mu bilmem ama Kadıncık’ın bu gebe kalışlarının nedeni hikmetinden söz edilmiyor artık. Bunu kimseciklerde merak etmiyor o zamanlar.
42 Dikkat edin burada Hünkârım yerine direkmen Padişahım diyor.
43 Abdulbâki Gölpınarlı Vilayet –Nâme, sayfa 64- 65. Söylemeye gerek var mı bilmem burada Hünkarın üç oğlunun adı zikrediliyor.
44 Vilayet – Namede Hünkârın çocuklarının adı geçiyor. Bunları yukardandık burada tekrarlayalım : Habib, Murat, Hızır Lâle.
45 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa 90; yeni baskıda sayfa 88.
46 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa sayfa 90- 91; yeni baskıda 89. sayfa
47 Bu Benim küçüklüğümde ebemden dinlediğim öykülerde bu adam İnkar Saru diye geçerdi. Yani bizim İnkar Saru diye bildiğimiz kişi bu kişi.
48 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa 26, yeni baskıda sayfa 26.
49 Siz bu kaynak başı sözünü bir pınar yada dere kenarı diye anlayın, o zaman bu öyle anlatılıyor
50 Dikkat edin HACA sözcüğünü yazarken yanlışlık yapmadım Velayet – Namede hep Haca Bektaş diye geçiyor, Hac oğuz dilinde öğretmen demekmiş.
51 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa 27
52 Burdan anladığım kadarıyla bu köy henüz Alevice reflekslere sahip değil, Alevilerde misafire hizmet etmek ibadetten sayılır. Burada kimse yabancıyı evine davet etmiyor.
53 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa 27- 28. Arafat dağındaki Çilehane denilen yer bu günki Delikli Taş dediğimiz yerdir.
54 Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319-320, birinci cilit.
55 Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa319
56 Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319
57 Bedri Noyan Balım Sultan’ın türbesin de yazılı olan hitabe ile ilgili şu bilgiyi verip bakın nasıl bir düzeltme yapıyor: “Yazıtta, kendisi (yani Balım Sultan-R), Hacı Bektâş Velî hazretlerinin soyundan gelme ve torunu olarak gösterilmiş ise de, bütün bilimsel kaynakların bunu reddettiği bilinmektedir. Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 483. Gördüğünüz gibi 1520 yılında Balım Sultan’ın kabrinin başana yazılan hitabede ki bilgileri düzeltiyor.
58 Burada Bedri Noyan dedebanın bir yazım yanlışı var bu tarihin 1551 olması gerekir. Bu bir dizgi hatası olabilir.
59 Bedri Noyan Balım Sultandan sonra buraya Çelebilerden Şahı Kalenderin geldiğini, Şahı Kalender’in 1528 yılında Osmanlı Padişahı Kanuni’nin Veziri İbrahim Paşa Tarafından kellesinin kesildiğini, bundan sonra Çelebilere Osmanlının göz açtırmadığını unutuyor yada unutmak işine geliyor. Ne demişler Hafızayı beşer nisyan ile maluldür.
60 Bakınız Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 321
61 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa 90, yeni baskıda 88
62 Buraya yalan söylüyorlar desem mi demesem mi diye çok düşündüm yalanla yanlış arasında şöyle bir fark vardır, insanlar bilerek bir şeyi farklı söylüyorsa o iradi olarak bu yanlışı yaptığı için yalan söylemiş olur yoksa bilmeden, yanlış bildiği için söylemişse yanlıştır ama buna yalancı denmez.
63 Çelebi Cemalettin Efendinin ordusu başlıklı yazımda, Muaviye ile ilgili “Dişi devenin daşşağı” diye bir öykü anlatıyorum onu okursanız bununda öyle olduğunu görürsünüz.
64 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namende Hace Bektaş – Elmalar başlıklı bölüme bakınız, sayfa 32
65 Doğrusu Hacı Bektaş Dergahı demektir ama gördüğünüz gibi bazen böyle küçük dil sürçmeleri oluyor, bu konuda beni uyarıp hatamı görmeme yol açtığı için Şakir Babaya teşekkür ediyorum. O hatamı o yazımda da düzelttim.
66 Abdulbâki Gölpınarlı Velayet –Namene sayfa, 128, yeni baskı 126
67 Ahmet Cevdet Paşa, Cevdet Paşa Tarihinden seçmeler 2cilt, Sayfa 273-274, MEB. Yayınları 1994
68 Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 320
69 Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa124-125
70 Şevki Koca, Bektâşîlik ve Bektâşî Dergahları, sayfa 290 – 291. Bu bilgiler Şevki Kocanın yayınladığı “Es-Seyyid Halife Koca Turgut Baba Divanı” adlı kitapta da vardır.
71 Yukarda koyduğum dip notu burada bir daha koymak istiyorum. Balım Sultan’ın bu dünyadan ne zaman göçtüğü (öldüğü) de tartışma konusudur. Cemalettin Celebi Müdefa adlı kitabında Balım Sultanın ölüm tarihi olarak1520 yılını verir, bakınız sayfa 52-53 Yayınlayan N. Birdoğan berfin yayınları, Şevki Koca “Balım Sultân 1520 yılında Hakk’a yürümüş olup, 1516 yılında daha sağlığında ve kendisinin gözetiminde Şâhsuvaroğlu Ali Bey’e bir türbe inşa ettirmiştir. 1520 yılında bu türbeye defnedilmiştir” diyor. Bakınız Bektaşilik ve Bektaşi Dergâhları, sayfa, 289. Yar. Doç. Dr. Belkıs Temren ise şöyle diyor: “Balım Sultan 927 (1520M) yılında Pir evinde vefat etmiştir. Ölümünden iki yıl önce bitirilmiş olan ve Şahsuvaroğlu Ali Bey tarafından Hacı Bektaş Veli Tekkesinde yapılan özel türbesine gömülmüştür.“Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, sayfa 86-87, Kültür Bakanlığı Yayınları”. Bedri Noyan’da Bektaşilik Alevilik adlı kitabının 1. Cildi sayfa 321de “1520 M. (927 H.)’de Balım Sulta’nın Hakka yürümesinden sonra” diye başlar bir cümlesine; aynı Kitabın 306. Sayfasında ise Balım Sultan’ın 1516 öldüğü tezine karşı şöyle mantıklı bir ihtiraz ileri sürer : “Ne var ki, Kanuni’nin padişahlığı 1520-1566 yıllarındadır. Balım Sultan 922H. (1516M.) de vefat ettiyse Kanuni ile Padişah olduğu zaman görüşmesi olamaz.” Söylemeliyim ki 1520 de Balım Sultan öldüğü için onun yerine Osmanlı Sersem Ali Babayı görevlendirmiş. Konu karmaşık sadece bunun için bir yazı yazacağım.
72 Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa 319, birinci cilt
73 Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik sayfa, 325 cilt 1

Hiç yorum yok: