16 Aralık 2016 Cuma

GALİLE’NİN MAHKEMEDE İŞİ NE


Rıza Aydın
Galile denilince aklıma, o tiyatro sahnesinde gördüğüm Kerim Avşar gelir gözümün önüne.
Galile kılığına girmiş Kerim Avşar, teleskopu ile fezaya bakar, bir takım hesaplar yapar, bunları öğrencileri ile tartıştıktan sonra bulgularını sesli bir şekle de kâğıda geçirir. Bütün bu araştırmalarının sonunda Galile, vardığı sonucu topluma açıklar: Dünya sanılanın aksine düz değil, yuvarlak bir nesne olup, Güneşin etrafında dönmektedir.



Galile, bu bulgularının sonuçlarını açıklayınca, Galile’nin bu bulguları Allahın kelamı olan Kutsal kitapta anlatılanlara aykırı olduğu için Galile’yi Engizisyon mahkemesinde yargılamaya başlarlar.

Galile, Engizisyon mahkemesinde yargılanırken, öğrencileri de dışarıda bu savunmaları dinlerler. Galile sonunda bakar ki iş tehlikede, Engizisyon mahkemesindeki papazların karşısında, “Dünya dönmüyor” deyip görüşlerinden vazgeçer. Galile’nin, Engizisyon mahkemesi karşısında “Dünya dönmüyor” demesi, öğrencileri için bir yıkımdır; hepsi perperişan olurlar. Sonunda Galile Engizisyon mahkemesinin kapısından çıkar. Öğrencileri Galile’ye, “Neden Dünya dönmedi” dedin diye isyan edercesine saldırırlar. Engizisyon mahkemesinden çıkan Galile, boynu bükük, onuru kırılmış, üzgün, bıkkın, bir halde öğrencilerine döner, sessizce “Dünya benim mi dinliyor, o yine dönüyor, ben canımı kurtarmaya bakıyorum” der.
***
Yıllar gelip geçse de, o sahnede, Galile’nin, “Dünya benimi dinliyor, o yine dönüyor, ben canımı kurtarmaya çalışıyorum” deyişi hiç gözümün önünden gitmedi.
Kendi kendime hep düşünüyorum: Galile’nin Engizisyon mahkemesinde ne işi vardı?
Bir bilim insanı, neden, ne için böyle bir mahkemeye verilir?
Bu nasıl bir toplumsal düzendir ki, bilim insanının bulgularını din adamlarından oluşan bir kurul denetler. İşte bütün sorun da bu?
***
Galile’nin yaşadığı çağda, bütün Avrupa’da olduğu gibi, İtalya’da da Hıristiyan şeriatı vardı. Şeriat, toplumun her yanına hükmedip, onu kendince düzenlemeye çalışan bir anlayıştır. Şeriatın olduğu ülkede, egemenlik kayıtsız, şartsız, Allahın’dırAllah adına onun yeryüzündeki gölgesi olan, kral ya da sultan ülkeyi yönetir; bundan dolayı kral ya da padişaha karı gelmek, Allaha karşı gelmekle özdeştir. Şeriatın hükmü altında ki din devletlerinde, bilimden sanata, sosyal hayattan ahlaka, kısaca toplumun her yanındaki gelişmeye, dinin kutsal kitabının uygun olup olmadığını denetleyen, din adamlarından oluşan otoriter bir kurum yön verir. Bunun adı Hıristiyan şeriatının olduğu ülkelerde engizisyon mahkemesidir, diğer dinlerin şeriatının bulunduğu yerlerde de bunun benzerler bir kurum vardır.
Şunu iyice anlamak gerekir ki: Her dinin kendine göre bir şeriatı vardır; Museviliğinde, Hıristiyanlığında, Müslümanlığında kendine göre bir şeriatı vardır. Bunların biçimleri, adları değişse de özleri aynıdır.
***
Dinin kutsal kitabına göre yönetile Şeriatın olduğu ülkelerde, halkın bir talebi ya da Galile gibi bir bilim insanının bilimsel bulgularını, önce o dinin ulamaları incelenip, o şeyin kutsal kitaba uygun olup olmadığına karar veren bir din adamları heyeti vardır. Hıristiyan Avrupa’sında buna engizisyon mahkemesi deniyormuş. İşte bu yüzden, Engizisyon mahkemesi Galile’yi, “Dünya dönüyor” dediği için yargılıyor. Çünkü Galile’nin söyledikleri, Allah’ın kutsal kitabı olan İncil’e bu uymuyor. Galile gibi, baldırı çıplak bir bilim adamı, kutsal kitaptan daha iyi bilecek değil ya, işte bundan dolayı Galile yargılanıyor. Ben bunun tiyatrosunu görünce bile dehşet içinde kalmıştım, bunu yaşayanların halini siz düşünün.
***
İşte, 1789 da yaşanılan Fransız Devrimi, Avrupa’daki bu şeriat düzeninin alaşağı edilmesinin yolunu açıyor. Bundan sonra bütün Avrupa’da, Hıristiyan şeriatına son verilmeye başlanıyor.
Ne yapıyor Fransız Devrimi: Önce toplumdaki egemenliği, gökyüzünden yeryüzüne indirip, Allahın yeryüzündeki gölgesi olan krallığa son veriyor. Bunun nişanesi olarak, meclise: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazıyor. Bilimin, sanatın, toplumsal hayatın tümü üzerindeki, dinsel kıskacı ortadan kaldırıp, bunları insan aklının denetimine bırakıyor. Bundan dolayı, laikliğe sadece, din işleri ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrılıp, bunların birbirine baskı yapmayacağı bir sisteme geçiş olarak bakmak eksik bir bakıştır. Laiklik din ile devleti birbirinden ayırdığı gibi, bütün yasaların oluşu ile toplumun sanatı, bilimi, toplumsal hayatı üzerindeki dinin kıskacını da ortadan kaldırır. Avrupa’da 1789 Fransız Devrim süreciyle beraber bunlar sağlanmıştır.
***
Türkiye’de ise laiklik dediğimiz bu süreç, özü itibari ile 1923 devrim süreci ile beraber sağlanmıştır.
1923 de, Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, padişahlık kaldırılıp, Türkiye Büyük Millet Meclisine, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazılmış, Hilafet yani halifelik kaldırılmıştır; bunlarla beraber Anayasa başta olmak üzere, bütün yasalar oluşturulurken, kutsal kitaba uygun olmak zorunluluğundan çıkılıp, toplumsal ihtiyaçların gereğine uygun, Avrupa’daki gelişmiş ülkelerinin yasalarına bakılarak bir yasal çerçeve oluşturulmuştur. Bu anlamda 1923 Osmanlı devlet düzeninden köklü bir kopuşun ürünü olan, sosyal bir devrimdir; her şeyden evvel, padişahlık ile hilafetin yani halifeliğin kaldırılmış olması, ileriye doğru atılmış muazzam bir sosyal adımdır. Solun, sosyalistlerin, Alevilerin bunu açık açık söyleyemiyor olmaları garip bir durumdur. Her devrimin aşırılıkları, yanlışları, hatta hatta geri yanları vardır. 1923’den sonra, Cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan sürecinin de böyle aşırılıkları, yanlışları hatta geri yanları vardır; bunları da ayrıca tartışıp konuşmalıyız ama Cumhuriyetin kazanımlarının değerini de bilmeliyiz.
İnsanın evriminde, dört ayak üzerinde yürüyüp, maymunumsu bir hayat sürecinden, bu günlere gelen insanda, geçmişin bir izi olarak nasıl kuyruk sokumu varsa, bugünün Türkiye’sinde de geçmiş şeriat uygulamasının bir kalıntısı olan Diyanet İşleri Başkanlığının olması bunun bir ürünüdür. Ama bu Türkiye’de demokrasinin, gelişip kurumsallaşmasıyla aşılacak bir sorundur. Avrupa Birliğine geçiş süreci, demokrasimizin gelişmesine yardımcı olacağı için, ben bu süreci desteklemişimdir.
Peki öyleyse, demokrasinin gelişmesinin ölçüsü nedir, ne olursa demokrasi gelişir? Bence bu soruyu da kendi kendimize sormalıyız ki demokrasinin gelişmesine hizmet etmenin yolunu görelim.
Tarih, çeşitli görünümler altında, çeşitli örtüler içinde süren, “egemen sınıflar ile ezilen sınıfların birbirleri ile mücadelelerinin tarihidir”. Bu mücadele her zaman, her yerde somut olarak değil, değişik görüngüler içine bürünerek kendini gösterir. Önemli olan yaşanılan sürecin içindeki, hakikati görmektir.
Eğer bir ülkede, ezilen sınıflar örgütlenir, bu örgütlü güçleri ile mücadeleler ederek, yeni yeni haklar alır, var olan haklarını geliştirirse, o ülkelerde demokrasinin gelişme ivmesi içinde olduğunu görürüz. Yok, eğer ezilen sınıfların örgütlülüğü sekteye uğrayıp, gerilemeye başlarsa, egemen sınıfların isteğine uygun olarak, ezilenler birbirine düşman edilip, ezilenlerin hakları kısıtlanmaya başlanırsa, böylesi durumlarda da demokrasinin geriye gidip, diktatörlüğün geliştiğini söyleye biliriz. Öyleyse demokrasiye hizmet edip, onun gelişmesine çalışmanın yolu, ezilen kesimleri örgütleyip, o örgütlü güçleri ile mücadele ederek var olan haklarını geliştirmeye çalışmaktır. Hatırlarsanız 12 Eylül Askeri darbesinden sonra, ezilenlerin bir araya geldiği örgütlenmeleri dağıtıldığı için, eğenlerin temsilcisi olan Halit Narin “şimdi sevinip, bayram edip, gülme sırası bizde” manasına gelen sözler söylemişti. Bu sözleri söylerken, kendi sınıfının arzularını dile getiren Halit Narin kendi açısından haklıydı. Çünkü ezilenlerin her türlü örgütlülüğü dağıtıldığı için, ezilenlerin her istediğini Askeri darbe yönetimi yerine getiriyordu.
Bütün bunlardan dolayı, “radikal demokrasi” gibi, sınıflar üstü, ne anlama geldiği belli olmayan, insanların bilincini bulatan, sözler yerine, bu olguları sınıflar mücadelesi dinamiği içinde, toplumsal olgularla açıklamak gerekir diye düşünüyorum. Eğer bir kişi, bir kurum demokrasinin güçlenmesini istiyorsa yapacağı bellidir. Çünkü demokrasi örgütlü toplumların, örgütlü güçleriyle toplumsal hayata yön verdiği bir toplum düzeninidir. Demokrasi yasadan çok, hayatın içinde filizlenen, örgütlü emek hareketinin kitlesel gücünden gıdasını alır. Demokrasiyi özlemek, ezilenlerin kendi örgütlülüğünün gelişmesine hizmet etmekten geçer; bunu özümüzün bir yerine yazmalıyız.
***
Bütün bu açıklamalardan sonra, saadete gelip şunları not etmek istiyorum:
Eğer Türkiye’de şeriat olsaydı ya da yarin tekrar şeriat düzenine geçilecek olursa, Anayasa başta olmak üzere, bütün yasalar, sosyal gelişmeler, öncelikle kutsal kitabımıza uygun mu, uygun değil mi diye, bunları denetleyecek, bir din âlimleri heyeti oluşup, bunları gözden geçirilecektir. Şeriatın olduğu ülkeleri inceleyin, böyle bir din adamları heyetinin olduğunu görürsünüz.
Örneğin ülkede sendika talebi mi var ya da kadınlar ile erkeklerin yasalar önünde eşit olması isteğimi var? Bu önce kutsal kitaba uygun mu, uygun değil mi diye din adamları sınıfından oluşan o heyetçe incelenecektir. Eğer bu din âlimler heyeti, kadınlarla erkeklerin, yasalar önünde eşit olması, kutsal kitabın şu ayetine aykırı derlerse, bu talep baştan reddedilecektir. İşte şeriat denilen toplum düzeni, her şeyden evvel, böylesi bir yönetim biçimi demektir.
***
İşte bütün bunlardan dolayı, Türkiye’de laiklik var mı yok mu sorununa buradan bakınca Türkiye’de laiklik var ama demokrasi yok diyorum.
Demokrasi bir devlet biçimidir. Eğer bir toplumda ezilenler örgütlenir, bu örgütlü güçleri ile mücadeleler ederek eskiden kazanılmış haklarını korur, yeni yeni haklar alırlarsa, bu toplumda demokrasi güçlenir. Yok eğer bir toplumda, ezilen kitlelerin örgütleri zayıflar ya da dağıtılırsa, daha beteri ezilenler birbirlerine düşman hale getirilirse, egemenler adına devlet ezilenlerin haklarını daraltmaya başlarlarsa, bu toplumda da demokrasi eğilimi geriler. Bundan dolayı, bir toplumda demokrasinin mi diktatörlüğün mü geliştiği, tamamen halkın örgütlü güçleri ile mücadele edip etmemesine bağlıdır.
Örneğin, Türkiye’de 1976’dan 1980 darbesinin olduğu döneme kadar, demokrasi eğilimi güçleniyordu; 1980 askeri darbesinden buyana da diktatörlük eğilimi güçlenmektedir. Bunda dünya da esen rüzgârların – toplumsal gelişmelerinde etkisi vardır. Nasıl 1789 Fransız Devrimi, 1917 Rus (Sovyet) Devrimi dünyayı bu anlamda sarsmışsa, İran’da başlayan dinci gericiliğin rüzgârı da bütün dünyayı sarsmıştır. Bunun için sınıflar mücadelesi, aslında şeklen ulusal sınırlarda olsa da, özünde enternasyonaldir. Bunun için ezilenlerin, uluslar arası düzeyde örgütleneceği, devrimci bir partiye (Enternasyonale) ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, hava gibi su gibi kendini hissettirmektedir.

Hiç yorum yok: