16 Aralık 2016 Cuma

Kamuoyu yalanı ve ‘’kitle toplumu’’

        

Ahmet Doğançayır
‘’Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıkların yüzünden yaşamaya karşı, ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren; bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan “burjuvazidir” ve bu acımasız oyunun varlığını siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.’’
M. Gorki   (Sıradan insanlar ve iş üzerine)



                 Bugün toplumda, olduğuna inanılan kamu sayesinde var olan siyasal iktidarın ‘’meşruiyet’’ taşıdığına inanılmaktadır. Halk katlarında basit ve sade yurttaşlar arasında olduğu kadar, devlet hayatında da bu inanç ‘’demokratik iktidarın ‘’ dengeye kavuşmasını sağlayan bir mekanizma olarak kabul ediliyor.
Bütün liberal teori taraftarları ve kuramcıları da toplumdaki iktidar sistemini anlatıp yorumlarken bu ‘’kamu’’ denen topluluğun siyasal rolünü dayanak alıyorlar.
Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösterilerek haklı hale getiriliyor, tüm resmi açıklamalar, konuşmalar kamu adına yapılıyor. Kamu hayatı liberal ekonominin Pazar anlayışına paralel olarak yansıtılıyor. Birinde rekabet içinde kapitalistler, diğerinde ise düşünce ve kanaatleriyle ilgili olarak tartışabilen bireylere dayalı bir kamusal tartışma ortamı ve kamuoyu. Nasıl serbest ekonomide Pazar fiyatları eşit güçle karşılıklı pazarlık olanağına sahip insanlarca belirleniyorsa kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olarak tanımlanıyor.
Kamu yalanı!
Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Çünkü günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamuoyu tarafından alınmıyor. Yapılan topluma gerçekte olan bir şeyin anlatılması ve aktarılmasından çok bir idealin görüntü halinde yansıtılmasından ibarettir. Kitleler ile kitleler adına kararlar alan egemen sınıfların arasında büyük bir boşluk vardır. Çok önemli sonuçlara yol açacak kararlarda bile kamuoyu her şey olup bittikten sonra haberdar olmaktadır. Kamuoyu sadece bir kitle haberleşmesi tüketicisi olarak değerlendirildiğinden bu araçlar kendisine ne veriyorsa sadece onları öğrenebilme durumundadır.
Kamu olgusuna hangi açıdan bakarsak bakalım bugünkü durumumuzun kamu toplumundan çok kitle toplumuna benzediği görülmektedir. Toplumda geniş alana dağılmış küçük iktidar çevreleri yerine merkezileşmiş iktidara geçilmiş, güçlü iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamıştır. Kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince uygulanmaya başlanmıştır. Dükkânların yerine ülke çapında iş gören büyük şirketler geçmiştir. Tüccarla müşteri arasındaki kişisel etkileme sürecinin yerini etkileme aracı olan reklamlar almıştır. Siyasetçiler ülke çapındaki kitle iletişim araçlarından yararlanarak milyonlarca insana birden seslenme olanağı bulmuşlardır. Bugün tüm sanayi işletmeleri, bütün meslek toplulukları kamuyu kendi istedikleri yönde güdümlemek için kanaat biçimlendirme ve oluşturma sanayinden yararlanmakta ve bu sanayinin en büyük müşterisi olmuş bulunmaktadır.
İnsanların psikolojik yönden kendileri için anlamlı sayılacak ve tarihsel yönden de bir şeye yarayacak etkinliğe sahip kuruluşlar, birlikler bulup bunlara karşı içlerinde bağlılık duymadıkları dönemlerde siyasal ve ekonomik alanda topluma da yakınlık ve bağlılık duymadıkları anlaşılmaktadır. Günümüzün etkin iktidar kuruluşları dev şirketler, erişilmesi güç devlet kurumu ve ordudur. Bir yandan bunların, bir yandan ailenin ve küçük yakın toplulukların baskısı altındaki birey kendini güvenceye alabilecek ve güçlü hissetmesini sağlayacak araçlardan yoksun bulunmaktadır. Birey için gerçekten canlı gerçekten anlamlı bir siyasi hayatın yerini ‘’tepeden’’ yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Hayatın ritmine kapılmış modern ‘’kitle toplumunun’’ insanları eylem alanında değil, söz ve konuşma alanında bile kendileri için çizilmiş dar hayat çizgisinin dışına çıkamamakta yaşadıkları toplumun yapısını ve kendilerine ‘’kamu’’ olarak verilen işlerin ne olduğunu kavrayamamaktadır. Çağdaş insan bugün toplumda kendi dar sosyal çevresi içinde yaşamakta ne bireysel olarak entelektüel yollarla ne de kamu olarak eylem yoluyla bu çerçeveyi aşabilmektedir. İş bölümüne dayalı ekonomik üretim hiyerarşilerinde de sıradan emekçiler için dar bir sosyal çerçevenin dışına çıkabilme olanağı yoktur. Sadece üretimden ve üretim araçlarından değil fakat üretim yapısından ve üretim sürecinden de soyutlanmış ve yabancılaşmış bulunmaktadır.
Bireyin yaşadığı, yaşamda yaptıkları, yapacakları kendisinin aldığı alacağı kararlara bağlı değildir. Birey bunları yüklendiği yaşamının rutinleri olarak yerine getirmektedir. Her an neyse, ne olması gerekiyorsa birey o olmak zorundadır. Bunun nedeni bireyin dar toplumsal çerçevesinin sınırlarını aşamamasıdır. Gündelik hayatta her gün yaptıklarının ne olduğunu bilmeyen yakın çevresindekilerden bu yaşamın bir şekilde eleştirildiğini görmeyen, her yaptığını öyle alıştığı için yapan toplumda ki bireyler gündelik hayatların selinin önünde yuvarlanan çakıl taşları gibi yaşamaktadır.
Kitle bireyi bağımsızlığını yitirdiği gibi asıl önemlisi bağımsız olma isteği bile duyamayacak bir duruma gelmiştir. Gerçekten kitle toplumundaki yaşayış bireylere kendi başına düşünme, kendi hayatını kendi bildiği gibi yapma olanağı bırakmamaktadır. Bunun böyle olmasının nedeni, bireyin yaşadığı hayat biçimini sevmesi ya da sevmemesi değil; bireyin nasıl bir hayat yaşadığının farkında bile olmamasıdır. Bireyin istemesini öğrendiği tek şey etrafındaki herkes gibi kendisinin de ‘’ortadaki pastadan’’ bir pay alabilmesi ve bunu zahmeti az, keyfi bol bir yoldan gerçekleştirmektir.
‘’Kitle toplumunda’’ bireyin yaşadığı hayatın düzeni ve bu hayat içinde yaptığı, kendisine yaptırılan işler bireyin dışındaki yaşamı oluşturan toplumsal sistem tarafından belirlenmektedir. Kitle toplumunda bireyler sonu bilinmeyen alışkın olmadıkları işleri yapmaktan çekinmekte ilerisini düşünme sadece çocukları olanlarda ya da borçlanmış bulunanlarda görülmekte fakat hiç kimse tek bir gün ben kimim ne yapmak istiyorum diye düşünmemektedir. Kitle içindeki birey ufak tefek dertler yoksulluk umut kırıklığı gibi şeyler nedeniyle üzüntü duysa bile bunlar çok kısa sürmekte hemen temelsiz iyimserliğe kapılıp günlük yaşamını öylece kabullenmektedir.
Kapitalist toplumun ekonomik ideolojisi var olanı idealize eder.
Gerçekte insanları yoksulluğa, umutsuzluğa mahkûm eden asıl sebep toplumun sınıflara bölünmesidir. Seri halde yapılan üretimle bu eğilimi son noktasına dek kapitalist toplum götürmüştür. Aynı yoksulluğun kurbanı olan, aynı ücretli köleliğe katlanan, seri üretimle üretilen aynı elbiseleri giyen, gazetelerde aynı sansasyonel haberleri okuyan, televizyonlarda aynı programları izleyen milyonlarca insan yaratan bu sistemdir. Yaşanan ve maruz kalınan bu yabancılaşmaların temeli üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu mülk sahiplerinin emekçilerin artık ürünlerini mülk edinmelerini sağlar. Sınıflı toplumlarda yabancılaşmanın maddi kökeninin gizli bir yanı yoktur. Bunun nedeni üreticilerin üretim koşullarından ve dolayısıyla da ürettiklerinden ayrılmalarının sonucudur. Emekçiler üretimin maddi koşulları üzerindeki denetimlerini yitirince hayatları, özgürlükleri ve gelişme araçları üzerindeki denetimlerini de bırakmış olurlar. İş güçlerini satmak üzere emek pazarına giden emekçiler mevcut işler için birbirlerini atlatmak zorundadırlar. Bu yüzden atölye ve fabrikada parça başı işlerde sık,  sık birbirleriyle yarışmak durumunda kalırlar.
Kapitalist ekonomik koşullar burjuva toplumunda azgın bir bireycilik bencillik ve çıkarcılık yaratır. Bu toplumun üyeleri mevkileri ne olursa olsun dayanışma yerine karşılıklı düşmanlık havası içinde yaşamak zorundadır. Kapitalist toplumda yabancılaşmanın gerçek temeli kapitalist üretim tarzının çelişkili ilişkilerinde ve bundan çıkan sınıf karşıtlıklarında bulunur. Mülksüzlerden alınan her şey mülksüzleştirenlerin kazancı olur. Din de yeryüzündeki insanın zayıflığı ve insanlarda bulunmayan gücü taşıyan tanrının mutlak gücüyle bütünleşir. Şamanlardan rahiplere kadar tanrının toplumdaki temsilcileri bu durumu kendi çıkarları için kullanırlar. Kapitalist ekonomide emekçinin kulluğu kapitalist efendinin özgürlüğünün temelidir. Azınlığın zenginliğini yapan çoğunluğun yoksulluğudur. Politika da halkın öz yönetiminin bulunmayışı devletin despotluğunda kendini gösterir.
Kapitalist toplumun ekonomik ideolojisi var olanı idealize eder. Bu ekonomiden yararlananların ayrıcalıklı konumlarının doğru, haklı olduğuna, bu eşyanın doğasından kaynaklandığına inandırabilir. Toplulukların olası toplumsal yapıların en iyisinde yaşadıklarına ve üyelerinin başka hiçbir toplumda elde edemeyecekleri sosyal avantajlara sahip olduklarına inandırabilir. Maddi çıkarlarını yeterli gören diğer rakip modelleri pek çekici olarak değerlendirmeyen yoksul kesimleri de buna inandırır. Ancak tüm bu öğeler kapitalist ekonomiden en çok yararlanan çok dar bir kesim için yarar sağlayıcı olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bugün ‘’modülerlik durumu’’ belirsizlik, güvensizlik ve emniyetsizlik durumunu ifade ediyor. Devrimci bir proje tasarlayabilmek, yani bugünü tasarlanmış bir geleceğe göre dönüştürme niyetine sahip olabilmek için bugüne bir nebzede olsa bir yerinden tutunmak gerekir. Ancak ‘’bugüne tutunmak’’ insanların içinde bulundukları durumda bariz biçimde eksik olan bir özelliktir. Kapitalist sistemde darbelerin doğrudan hedeflerinin çok ötesinde etkileri oluyor. Her darbe ondan şimdilik kurtulan herkes için bir mesaj taşır. Mesaj basittir herkes gereksizleşebilir ya da herkesin yerini bir başkası alabilir.
Darbeler belli bir hedef gözetebilir ama yol açtıkları yıkım gözetilemez yarattıkları korku her yana saçılır. Yükseklere tırmanmak için insanın ayaklarını yere sağlam basması gerekir ama zeminin kendisi giderek daha sallantılı, dengesiz, dayanıksız ve güvenilmez bir his vermektedir. Her türlü rasyonel planlamanın ve kendinden emin eylemin vazgeçilmez koşulu olan güven yüzer, gezer durumda boş yere sağlam bir zemin aramaktadır. Bu istikrarsızlık durumu bütün geleceği belirsizleştirir ve böylece her türlü rasyonel tahmin çabasını önler. Kişinin en tahammül edilmez bir bugüne karşı bile isyan edebilmesi, özellikle de kolektif olarak isyan edebilmesi için ihtiyaç duyduğu geleceğe yönelik o asgari umuda engel olur.
Bugünlerde çağdaş insanların artan nihilizm ve kinizmlerini, yaşam projelerinin basiretsizliğini ya da olmayışını arzularının bayağılığını ve bencilliğini kınamak yaygın bir tavır haline geldi. Yine çoğu eleştirmen bu dünyanın insan yapımı olduğunu ve doğanın ya da asla ıslah edilmez insan doğasının esrarlı ve aşılmaz yasalarının ürünü olduğunu görmezden geliyor. Din bilginlerinin iddiası da imkânsız olduğu yönündedir. Bunlar insanı amaçları ve içgüdüleri yüzünden ebediyen parçalanmış, aşılamayan sınırlılıkları arasında bitmeyen savaşta umutsuzluğa ve hayal kırıklığına mahkûm gibi görürler.
Ancak bu sahte vaizlerin öne sürdükleri gibi insanların ebedi ve aşılması olanaksız kusurları yoktur. İnsanlığı sakatlayan ve çarpıtan yabancılaşmaların anlaşılabilir tarihsel kökleri ve maddi nedenleri vardır. Yabancılaşmaların odak noktası toplumsal gelişme sürecinde toplumla doğa arasındaki savaştan, toplumsal yapının kendi içindeki sınıfsal çatışmalara kaymıştır. Bu sınıfsal çatışmalar bitimsiz olmadığı gibi insan doğasında var olduğu iddia edilen kötülüklerden de çıkmaz. Bunlar açıklanmış ve açıklanabilir toplumsal koşulların ürünüdür.
Görmezlikten gelinen bir şey de işlerlikteki belirsizliğin ekonomi politiğidir. Belirsizliğin ekonomi politiği bugün özünde, siyasi olarak konacak ve garanti altına alacak kural ve düzenlemelerin yasaklanmasına ve sermaye ve finansmanın sınır tanımaz olmasının önünü kesen savunmacı kurum ve örgütlerin silahsız bırakılmasına tekabül eder. Belirsizliğin ekonomi politiği çok yer kaplayan hantal ve yüksek maliyetli disiplin araçlarını gereksizleştirir ve onların yerine özelleştirilmiş ve yapıları gereği güvensiz bireylerin hep birlikte hareket etme yeteneksizliklerini geçirmeye çalışır.
Uluslararası kapitalist ekonomiyi tıkırında yürütmek için gereken her türlü insan davranışını yaratma konusunda sadece piyasa anlamında özgürlüğe güvenmenin yeterli olacağı fikri yaygınlaştırılır. Bu koşullar altında iş mevcut şekliyle hayatta kalmanın maliyetlerini karşılamayı zaman, zaman başarsa da bir güvenlik sunamamaktadır. Sosyal yardımdan işe giden yol, insanı güvenlikten güvensizliğe götürür. Böyle olunca mümkün olduğunca çok insanı bu yola düşmeye sevk etmek belirsizliğin ekonomi politiğinin ilkeleriyle gayet iyi uyuşur. Çağdaş erkek ve kadınların ezici çoğunluğunun yaşam dünyalarının yapısal istikrarsızlığı genelde kolektif eylemin bir amacı ve güdüsü olarak ‘’iyi toplumun’’ solup gitmesine neden olur. Bunun için mesele siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa en etkili sonuç alınır onu bulmaktır.
Emekten kurtuluşla, emeğin kurtuluşu aynı şeydir!
Eğer bugün insanlar paranın ya da devletin baskısına maruz kalıyorlarsa bunun nedeni mülkiyet biçimi ne olursa olsun üretim sistemlerinin bu günkü gelişme aşamasında insanın bütün fiziksel ve kültürel gereksinmelerini karşılayacak durumda olmamasıdır. Bu toplumsal baskı biçimlerini yıkmak için toplumsal üretim güçlerini yükseltmek gereklidir. Bunun içinde bu güçleri bağlayan gerici toplumsal etkenlerin yok edilmesi gerekir. İnsanlar gerçekten insani koşullar altında yaşamaya başlayıncaya kadar insani ölçülere göre davranamayacaktır. Ancak varoluşlarının maddi koşulları kökünden dönüşünce bütün vakitleri özgürce seçilmiş uğraşlara ayırdığında insanlar ayrılıkçılık ve çatışma yaratan çelişkili ilişkileri kaldırabileceklerdir. İnsanların maruz kaldığı yabancılaşmayı üreten ve sürdüren denetlenemeyen doğal ve toplumsal güçlerin bilinçsiz işleyişidir. Sosyalizm insan soyunu sakatlayan, tam ve özgür gelişmesini önleyen bütün bu yönetilemeyen güçleri bilinçli bir denetim altına sokarak yabancılaşmanın kaynaklarını yok edecektir.
Emeği insanlığın özü ve kaderi olarak görenler sosyalistler değil kapitalistlerdir. Kapitalizm de ücretli işçiye bir insan olarak değil artık değerin üretilmesinde bir araç gibi davranılır. Oysa insanın özgürlüğü zorunlu emekten özgür olmaktır. Yaşama araçlarının üretimine zaman ve enerji harcanması insani hayat sürülmesini önleyen bir mirastır. Herkes için özgür vakit, geçekten insani bir var oluşun özelliğidir. Kapitalist ilişkiler yıkıldıktan sonra emek zorunluluğu bir süre için zorunlu olarak devam eder. İnsanlar kolektif bir ekonomi için çalışıyor olsalar da emek zamanının tahakkümünden kaçınabilecek yeterli üretim yapamıyorlardır. Ancak üretim güçleri ne kadar büyürse emekçiler de emeğe köleliklerinden kurtuluşa o kadar yaklaşırlar. Her çeşit zenginliğin özgürce kullanıldığı zorunlu emeğin yerini özgür zaman aldığında insanlığın gerçekten insani bir temel üzerinde gelişmesi başlayacaktır.
Kapitalist toplumun hâkim sınıf ve tabakaları boş vakitlerinin tadını çıkarma ayrıcalığını daima elinde tutmuş, insanı fiziki olarak tüketen iş yükünden ve mekanik çalışmadan kurtulmuş olduğu için ekonomi ve toplumun yönetimine kendini verebilmiş ve bilgilerini devamlı arttırabilmiştir. Boş vakitlerin artması toplumun gittikçe artan kısmı tarafından bu aynı fonksiyonların ele alınmasını ve yerine getirilmesini sağlayacaktır.
Emekten kurtuluşla emeğin kurtuluşu aynı şeydir. Ücretli emeğin burjuva düzeninde bizi aptallaştırması ve tek yönlü yapmasının alternatifi emeğin hayali olarak ve idealist biçimde yok edilmesi değil fakat toplumsal olarak ortaya konulmuş kendini üretmeyi ve gerçekleştirmeyi sağlayacak biçimlerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi mücadelesidir.
Kapitalizmin uyum sağlama yetersizliği giderek artmaktadır. Üretici kapitalist güçlerin yıkıcı güçlere dönüşümü süreklilik arz ediyor. Savaş ile yok olma tehlikesi, insan yaşamını tehdit eden boyutlarda doğal çevrenin yıkımı, üçüncü dünyada kitleleri tehdit eden açlık tehlikesi ve emperyalist metropollerde yoksulluğun tekrar ortaya çıkması ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması veya yok edilmesi. Bazıları bu karanlık tabloyu kabulleniyor ve bu tehdidin bizleri yok edeceğine ve hiçbir şekilde engellenemeyeceğine inanıyor. Haklı değiller.
Çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kendi kontrolüne alma, silah stoklarını yok etme, ekolojik dengeyi tekrar sağlama ve üçüncü dünyanın yoksul kitlelerine ve dünyanın diğer yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok. Bu yetenek mevcut. Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Hiçbir güç milyonlarca emekçiyi nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların yapımına son vermekten mevcut silah depolarını yok etmekten ve kendi kararlarına saygı gösterilmesini istemekten alıkoyamaz. Onlar kendi fabrikalarına sahip olmalı ve kolektif bir şekilde işletmelidir.
İnsanın kurtuluşunun maddi araçları siyasi ve ekonomik gücü işçilerin elinde toplayacak dünya sosyalist devrimiyle yaratılabilir ancak. Uluslararası düzeyde sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini yeniden kazanmasını sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar arttıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır.
Bir kez herkesin ilkel gereksinmeleri karşılandıktan, bolluk yaygınlaştıktan ve yaşama gereklerini üretmek için zorunlu olan süre en aza indikten sonra bütün yabancılaşma biçimlerinin yok edilişi ve herkesin başkaları pahasına değil, kardeşçe ilişkiler içinde bütünsel gelişmesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır.

Hiç yorum yok: