16 Aralık 2016 Cuma

İsmail Beşikçi’nin Alevilikle ilgili yazısı üzerine düşünceler


Ali Rıza Aydın
Hatırını kıramayacağım bir arkadaşım, İsmail Beşikçi’nin, “Aleviliğin İslam ile Hiçbir İlişkisi Yoktur!” başlıklı bir yazısını gönderip, bu konuda düşüncemi sordu. Bu yazıyı daha önce okuduğum halde yeniden okudum, yazı hakkında düşüncelerimi kısaca yazmak istiyorum.
kızıl
Yazıyı okuyunca, bu yazının kafamda yarattığım İsmail Beşikçi imajıyla uyuşmayan, üstünkörü yazılmış bir yazı olduğunu gördüm. Mesela yazının başlarında şöyle bir cümle var: “Alevilerin örneğin Muharrem ayında, üçüncü Halife Hüseyin için, Kerbela’da katledildiği günün yıldönümünde Şiiler gibi dövünmemekte, …” deniyor, hâlbuki Alevi edebiyatında her zaman Hüseyin Halife değil üçüncü imam olarak anılır.




Tamam, burada bir dil sürçmesi olarak “imam” yerine “halife” demiş olabilir ama bu bile yazının üstün körü, dikkatsizce yazıldığını gösteriyor.
Ayrıca yazıda “… 1510’larda cereyan eden Şahkulu ayaklanmasının da bu ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Osmanlı karşısında yenilen Şahkulu güçlerinin, İran’a, Şah İsmail’e sığınması, Şah İsmail yönetimin kendilerine nasıl muamele ettiği olgulara dayanılarak anlatılmalıdır” denmektedir. Bu anlatımın da üstün körü olduğu için yanlışlar barındırdığı anlaşılıyor. Bu yanlışları kısaca anlatmaya çalışayım. Şah Kulu, Timur’un Ankara savaşında Yıldırım Beyazıd’ı yenince, Osmanlıdan alıp Erdebil’de Şeyh Aliye bağışladığı, 30 bin esirin Anadolu’daki taraftarlarından olup1, Şah İsmail’in babası Şey Haydara bağlanan kişilerden biri olan Hasan Halifenin oğludur2. Erdebil Dergâhının (yolunun) uluları, bu 30 bin Rumlu esiri rahleyi tedrisatlarından (kendi iç eğitimlerinden) geçirip geri yurtlarına göndermişlerdir; Anadolu’da ki Safevi etkisinin bir nedeni de budur. Anadolu Aleviliğinde Safevi ocağının etkisi düşünülürken görülmek istenmeyen ama asıl görülmesi gereken yan budur. Erdebil dervişlerince eğitilip Anadolu’daki köylerine illerine gönderilen bu esirlerin yetiştirdiği insanlar Erdebil’de Safevi devleti kurulunca, buradaki “çitlerini bozup”, mallarını davarlarını alıp, Şaha Doğru gitmeye başlarlar. “Şaha doğru giden kervan” diye başlayan türküler bu hakikati anlatır. İşte Şah Kulu’da bu dönemde, bu eğilime göre hareket edip, Şaha gitmek için 20 bin kişilik bir kervan oluşturarak yola çıkar3. Bu bir ayaklanma değil, “Şaha Gidiştir”, her şeyden evvel bunun iyice anlaşılması gerekir. Ayrıca gittikleri yer İran değil, Kızılbaş Safevi devletidir4. Şah Kulu önderliğinde, Şaha gitmeye çalışan bu kervanın önünü Osmanlı Beyliğinin güçleri kesip, bu kervanın Şaha gidişine engel olmaya çalışırlar. Şaha Gitmek arzusuyla yola çıkan Şah Kulu önderliğindeki bu kervanın önü üç yerde kesilir, bunun için üç yerde savaş olur, bu üç savaşın üçünü de Şaha Giden kervanın yiğitleri kazanıp, sonunda Şaha yani Kızılbaş Safevi devletine ulaşırlar. Ancak son çarpışmada, son savaşta Şah Kulu ölür amma kervan menzile yani şaha ulaşır. Hal böyle ise ki aynen böyledir, bunlar için “Osmanlı karşısında yenildiler” denemez, denmemelidir. Osmanlı ağzıyla konuşanlar böyle diyorlar ama İsmail Beşikçi böyle dememelidir.
Şah Kulu önderliğinde Şaha gitmekte olan bu kervanın yolculuğu sırasında, Osmanlı güçleri ile girişilen son savaşta Şah Kulu şehitlik şerbetini içtiği için5 Şah Kulunun yerine geçip kervanı yönetenler, tecrübeli, uzak görüşlü insanlar olmadıklarından dolayı, yolda karşılaştıkları tüccarların kervanına saldırır, kervanın mallarını yağma ederler. Safevi devletinin yöneticileri, bu kervan Safevi Kızılbaş devletine varınca, bu suçlarından dolayı, bu suçun elebaşılarını yargılarlar; yani o masum kervana niye saldırdınız diye bu işin elebaşılarını yargılayıp cezalandırırlar6. Burada eleştirilecek ne var bilmiyorum? Ahsenü’t Tevarih’te “Adil ol ki adaletin yiğit olsun7der. Kızılbaşlar ölçüde tartıda hassas insanlardır, bu yüzden onlara ‘terazi tutamaz’ denirmiş8. Eğer Şah İsmail, kendisine gelen bu insanların, masum bir kervana baskın düzenlemesini görmese, onu görmezlikten gelseydi, asıl o zaman hata etmiş olurdu. Kızılbaş Süreğinin ölçüleri açısından durum böyledir, herkes her şeyi kendi ölçüsüne göre değerlendirebilir ama bizim açımızdan burada bir sorun yoktur. Bu böyle bilinmelidir. Kimi roman yazan insanlar, şunlar bunlar, Şah İsmail’i kötü göstermek için, onu karalamak amacıyla, Şah İsmail kendisine gelen Türkmenleri yargıladı demektedirler ama işin aslı asası böyledir, masum kervancılara saldırının elebaşıları yargılanmıştır. Bu da yergiyi değil övgüyü hak eder.
İsmail Beşikçi’nin kafamdaki imajına yakıştıramadığım yazıda, şöyle bir garip anlatım var: “1937-1938 Dersim ayaklanmasının lideri Seyit Rıza’nın, zulüm gördüklerini anlatırken, ‘evladı Kerbelayız’ diyerek bu zulme layık olmadıklarını anlatmaya çalışması, elbette yanlıştır. ‘Evladı Kerbela’ olunca Arap ve Müslüman olmuyor mu?’ O zaman Kürtlük / Zazalık ve Alevilik nerede kalıyor? Kaldı ki, Kerbela’da katledilen 72 kişidir. Dersim ayaklanmalarında katledilenlerin sayısı ise on binlerle ifade edilmektedir.” Nerden baksan yanlışlıklarla dolu bir anlatımın mantığı bu? Bir defa hemen şunu söyleyeyim ki, Dersimde bir ayaklanma olduğu tezi, devletin kendi katliamını haklı göstermek için, onlar ayaklandı bizde onu bastırdık demek için söylenen devletin bir tezi, artık bunu herkes anladı, bu ayaklanma tezini kimse kabul etmiyor. Devlet, çeşitli bahaneler yaratarak Dersim’e saldırıp, orayı dağıtıyor. Bunu ayrı bir bab’ta tartışmak gerek.
Burada asıl dikkat çekmek istediği yer, “Biz Evladı Kerbelayız” demenin yanlış görülmesi konusudur. Bunun neresi yanlış?
Bazı yazarlar ya da arkadaşlar soruna genetik, ırkçılık açısından baktıkları için, burada akıllarınca bir yanlış görüp “kardeşim o zaman sen Arap olmuyor musun” diye soruyorlar. Hayır böyle deyince sen Arap olmuyorsun. Bugün birçok işçi önderi, sosyalist, kendisini Spartaküslere, Rosa Lüksemburg’a falan benzetince nasıl bunu toplumsal fonksiyonları açısından bakıp anlatıyorsak, Alevilerde hep bu açıdan bakmışlardır; Mazlum Hüseyin gibi olmak, haksızın karşısında onun gibi eğilmeden dimdik durmaktır, zalime boyun eğmemektir, hak bildiğin yoldan dönmemektir, onunla bu anlamda özdeşleşmektir, bu yolun dilinde bu, bu anlama gelir.
Ayrıca şu konu iyece bilince çıkarılmalıdır, Selçukluda, Osmanlı’da hatta daha evvelîsinden beri millet kavramı dini toplulukları ifade ederdi; yani bir dini inancı paylaşanlara millet denirdi. Örneğin Osmanlıda “Millet’i Hakime” dendi mi, topluma hakim olan Sünni inancına bağlı olan, her etnik guruptan insanların tümü anlatılırdı, “Milleti sadıka” sözü de böyleydi. İşte bu ortak ya da egemen anlayıştan dolayı Alevilerde kendilerine “Gurihi naci yani seçilmişler topluluğu” anlamında kendilerine “Alevi milleti” derdi; Alevi hangi etnik guruptan olursa olsun, Alevi olanı kendinden sayıp bağrına basardı; bu dün böyleydi bu günde böyledir. Burada söylenilen sözde bu anlamdadır. Örneğin Alevi Türkmen, kızının Alevi olan her türlü etnisiteden insanla evlenmesine hoş görü ile bakar ama Türkmen olan Sünni ile evlenmesine zinhar hoş görü göstermezdi; bu asırlardır böyleydi. İşte bunlardan dolayı, “Evladı Kerbelayız” sözü biz Arabız anlamına gelmez, biz Kerbela da haklı olduğu halde, masum olduğu halde katledilenlerin soyundanız anlamına gelir. Ne yazık ki bir şeyin ruhunu içten hissedemiyorsan eğer, onun sırrına erip, onun anlamını kavramakta da zorlanıyor insan.
Ayrıca bilinmesini isterim ki, “Seyit” sözünün birinci anlamı, “efendi, bey; ağa, ileri gelen, baş, başkan” anlamlarına gelir; Ferit Devellioğlunun Lügatin’da da bu böyle yazılmaktadır. Zaten Dersim bölgesinde yaşayan Aleviler bunu bilirler, Seyit Rıza Alevi dedesi değildir, dede ocağından bir mürşit değildir yani ocak zade değildir. Seyit Rıza’nın kendisi Derviş Cemal ocağının talibidir; yani Seyit Rıza dede değil taliptir. Bu yüzden buradaki “Seyit” sözünü, İman Hüseyin soyundan gelenler anlamında, ırkı bir bağlılık olarak anlamamak gerekir; buradaki seyit sözünü sözcüğün etimolojik anlamıyla efendi, bey, ağa ileri gelen, baş, başkan anlamında anlamak daha uygun olur. Alevilik ırkçılığı kökünden reddeder, Alevi kadına, erkeğe, bütün cemi cümleye bir nazarla bakıp, onları eşit insanlık âleminin bireyleri olarak görür. Alevi Edebiyatının kurucusu,Kaygusuz AbdalGevher name adlı deyişinde “Kim bu tenim yoğuken ben canidim” diyor9; yani daha bu tenim yokken ben can olarak vardım diyor. Peki, o zaman sormazlar mı, bu can, ten denilen bu libası giymeden önceki halinde neydi, kadın mıydı, erkek miydi, kara derili miydi sarı derilimiydi neydi, o eşit varlıklar âlemin de bir can denilen bir nesneydi. Devriye kuramı gereği, bu can ölmeyip ten öldüğü için, bu can her gelişinde bir başka libasa bürünüp gelebiliyor, bu inanancın önemli bir yanı bu. Bu açıdan Alevi “merhaba canlar” dediği zaman orada bulunan herkese ayrımsız merhaba der. Aleviler bu yüzden kendilerini ortak insanlık âleminin eşit bireyleri olarak görürler. Bu yüzden Hacı Bektaş’a “çağ ve ten değiştirmiş Ali”10gözüyle bakarlar, onu öyle görürler. Devriye anlayışı üzerinde düşünülünce bu konu daha iyi anlaşılır.
Burada Alevi söylencelerinin anlaşılması için bir anekdotu anlatmak istiyorum. Vakti zamanında Hasan Hüseyin Korkmazgilin’de aralarında olduğu bir toplantıda, Yunus Emre’nin, “Dünya sarı öküzün boynuzu üzerindedir” dediği söylenince, bizim solcu genç “saçma işte bu, hiç koskoca dünya öküzün boynuzları üzerinde olur mu” demiş. Niye saçma demiş Hasan Hüseyin, bizde şimdi dünya işçi sınıfının omuzları üzerindedir demiyor muyuz, bak DİSK afişini bile böyle yapmış, sanat bir soyutlamadır, sanatta böyle şeyler olur, o zaman üretim aracı öküzmüş şimdi işçi” demiş derler. Bu yüzden Alevi efsanelerini yorumlarken biraz daha derinden düşünmek gerekir.
Son olarak da İsmail Beşikçinin olduğu söylenen bu yazının Alevilik ile ilgili asıl iddiasına gelip ona değinmek istiyorum. Yazının birçok yerinde deniyor ki “Alevilik Mezopotamya kökenli, Zerdüş kökenli bir inançtır.”
Ben Kürtlerin tarihi ile Zerdüştlüğü fazla bilmiyorum ama yine de bu yargı bana hiç doğru gelmiyor. Niye derseniz nedeni şu: Mezopotamya tarımın ilk icat edilip geliştiği yerdir diye bilinir. Tarım toplumlarında kölelik gelişiyor. İnsanlar düşündükleri gibi değil, yaşadıkları gibi düşünürler. Alevilik eşitlikçi çoban kavimlerinde oluşacak bir üst yapı sistemidir, Alevilik köleci toplumlarda gelişemezdi.
Kısaca söylersem, insanlık kültürü temelde ikiye ayrılıyor, çoban kavimler ile tarım toplumlarında farklı olan yaşamlarına bağlı olarak, farklı kültürler oluşuyor. Çoban toplumlarında kölelik gelişmiyor, oluşmuyor. Örneğin Aborjinleri, Eskimoları, Kızıl derilileri bu açıdan inceleyin, tarihlerinde kölelik hiç olmamış, kölelik oluşmamış. Buralardaki insan toplumlarının yaşantısında eşitlikçi öğeler fazladır, mesela kadın erkeğe eşittir, dışarıdan gelip topluluğa kabul edilen birey ya öldürülür ya da toplumun eşit bireyi olarak kabul edilir. Alevilik böylesi çoban kavimlere has, kadınla erkeğin eşit olduğu toplumsal yapıların bir kültürüdür. Deylemliler11 ile Türkmenler çoban kavimlerdir, onların içinde de kölelik gelişmemiştir. Esirlik, tutsaklık, hapislik ile kölelik aynı şey değildir. Ayrıca bilinmesini isterim ki, bir dini inanış, hangi toplumsal yapı içinde çıkmışsa, onun edebiyat dili o toplumsal yapının dilidir.
Tarım toplumlarında kölelik gelişmiştir. Köleci toplumlarda köle, konuşmayı anlayan hayvan mertebesindedir. Gökyüzündekinin yeryüzündeki temsilcisi olan köle sahibi, yukardan aldığı emirleri yeryüzündekilere tebliğ eder, gökten inenin tartışması olmaz; yukarıdaki ilahlardan gelip, tebliğ edilene biat etmek kuraldır. Eskiden bir Hıristiyan, Allahına yalvarmak için bile, bunu papaza iletir, papazda bunu yukarıya bildirirdi. Örneğin ne Kur’an da, nede Hz. Muhammed’in pratiğinde, köleliğin, cariyeliğin kaldırılmasına yönelik hiçbir şey yoktur; Kur’an köleliği, cariyeliği yasaklamaz. Köleye, cariyeye iyi davranmak, bindiğin ata ya da deveye iyi bakmak gibi bir şeydir, günümüzde de insanlar bindikleri arabalarına iyi bakarlar ama bunun kölenin cariyenin özgür birey olmasıyla arasındaki farkı görmek gerekir. Bazen yaşlanıp iş göremez hale gelen kölelerin sözde azat edilmesi, işin özünde o yaşlı kölenin zararınadır, bu eti yenmeyen eşeklerin, atların yaşlanınca evden dışarı atıp, onu kurt kuş yesin diye doğaya bırakılması gibi bir şeydir. Yaşlanan, iş göremez hale gelen köle evden kovulur, bu kölenin azat edilip, özgürleşmesi değil, azap çekerek ölmesi demektir. Eğer İslam kuruluş aşamasında köleliğe, cariyeliğe karşı olup, onları özgürleştirmek amacı gütseydi, dün de bugün de İslam başka bir şey olurdu; İslam’ın böyle bir derdi böyle bir amacı hiçbir zaman olmamıştır. İslam köle sahibi erkeklerin ruhiyatına uygun, onların ruhsal yapısını ifade eden bir muhtevadadır (yapıdadır). Bundan dolayı İslam’ın önderi içinde bir tek kadın bile yoktur, o çağda o toplumsal koşullarda olması da çok zordu zaten.
Alevilik başından beri, him taşının atıldığı kuruluşundan bu yana kandınla erkeği, 72 milleti eşit görür. Alevilikte her canın gönlünde (içinde) bir Hak vardır, bu hakkın nuru cemaline yansımıştır. Bu yüzden her can, eşit bireyler olarak, birbirlerini Kabe görüp, birbirlerinin cemaline bakarak halaka şeklinde (yuvarlak bir şekilde) oturup, cem olarak muhabbet ederler, Alevi ibadetinin özü budur, her şey bu muhabbetten hasıl olur. Bunun için Nesimi “Gerçek aslımız sorarsan, biz muhabbet geliriz, kabdan kaba süzülürüz, aşk ile hasıl oluruz” diyor. Hatayi ise, “Muhabbetten hasıl oldu Muhammed, muhabbetsiz Muhammedi neyleyim” diyor. Alevi ibadetinin diğer ibadetlerden hem şeklen hem de öz olarak farklı olmasının asıl yanı bu anlayıştan gelir. Bu yüzden ben Aleviliğin oluşmasına yol açan toplumsal koşulların, köleci bir toplum olmadığını, eşitlikçi çoban kavimlerden bunun çıktığını düşünüyorum.
Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı kitabında, o zamana kadar, Türk dilinde eşi benzeri olmayan bir şiir geleneğinin kurucusu olan Yunus Emre’yi anlatırken şöyle der: “… her şahsiyet, hattâ Yunus Emre gibi ibtidâi ve işlenmemiş bir lisâna rûhun his inceliklerini samimiyetle yaşatacak ilâhi bir mâhiyet veren dahîler bile, mutlakâ sosyal çevrelerinin mahsûlüdürler.”12 Aslında bu yaklaşım, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın” Önsözün de söylediği şu sözlerle aynıdır: “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değil; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”13 Bugün Anadolu ile özdeşleşmiş olan, zaman içinde Işık tayfesi, Babai, Kalenderi, Kırklar, Çelebi, Kızılbaş, Alevi gibi adlarla tanınan insanların güttükleri yolun özünü anlamak için onların yaşadıkları eşitlikçi, toplumu anlamak gerektiğini düşünüyorum; onlar eşitlikçi bir toplumda yaşadıkları için, Rıza Şehri gibi eşitlikçi bir toplumu hayal ediyorlardı.
Aşk ile.
1 Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Türk Tarih Kurumu yay, sayfa 9
2 Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevârih – Şak İsmail Trarihi, Ardıç yayınları sayfa 157. Ayrıc a bakınız Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Türk Tarih Kurumu yay, sayfa 67
3 Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevârih – Şak İsmail Trarihi, Ardıç yayınları sayfa, 154
4 Bakınız, Prof. Dr. Faruk Sümer, “Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü”, adlı kitabının önsözünde Safevilerin kendilerine Kızılbaş dediklerini vurguladıktan sonra, kitabın 150 sayfasında bu düşüncesini, İskender Beğ-i Türkmen’in “Târîh-i âlem âra-yi Abbasi” adlı eserine dayandırarak şöyle açıklıyor: “… Kızılbaş sözünü onlar övünerek taşıyorlardı. Bu deyim yalnız devletin askeri bakımdan dayandığı Türk unsurunu ifade etmiyor (Tavaif-i Kızılbaş, Pâdişâh-ı Kızılbaş, Ümerâ-yı Kızılbaş, Leşker-i Kızılbaş, Sipah-i Kızılbaş, Gaziyan-i Kızılbaş) onun kurduğu yaşattığı devlete ‘Devlet-i Kızılbaş’ ve hâkim olduğu yere de ‘Ülke-i Kızılbaş’deniyordu.” Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türkmenlerinin Rolü, Türk Tarih Kurumu Ankara 1999, sayfa 150
5 Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevârih – Şak İsmail Trarihi, Ardıç yayınları sayfa 155
6 Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevârih – Şak İsmail Trarihi, Ardıç yayınları sayfa 155. Burada konu şöyle anlatılıyor: “Hazret, tüccarı öldürdükleri gerekçesi ile onların komutanlarını cezalandırdı.” Aslında bu bilgi bu tarih kitabından alınır ama çarpıtılarak anlsatılır, konunun doğrusu budur.
7 Rumlu Hasan, Ahsenü’t Tevârih, Şah İsmail Tarihi, Ardıç yayınları sayfa 20. Bu halk arasında “Adil ol ki adaletin şanlansın” diye söylenir.
8 Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi, Kızılbaş maddesi, cilt 6, MEB yayını 1997 baskısı, sayfa 791
9 Kaygusuz Abdal Menakıbnamesi, Yayına hz. A. Güzel TTK yayınları, sayfa 119
10 A. Celâlettin Uulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi – Bektaşı yolu, sayfa 4.
11 Rus araştırmacıların bulup V. Minorsky’in yayımladığı “Hududü’l –Âlem”, kitabının 91- ila 96. Sayfaları arasındaDeylemân ülkesi anlatılmakta. Bölgenin anlatılmasına şöyle başlanmış: “Deylemân, birçok lehçe ve çeşitli ırklara sahip olan ve Deylemlilerin ülkesi adı verilen büyük bir bölgedir.” Yazarı bilinmeyen bu eser 982-983 yılları arasında yazılmıştır.
12 Fuat Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİBY, 6. Baskı sayfa, 217
13 K. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yaınları sayfa 25

Hiç yorum yok: