Ahmet Doğançayır
12 Eylül 2010 referandumundan bu yana Erdoğan liderliğindeki AKP inişli, çıkışlı, çelişkili ve zikzaklı politikalarıyla sürekli çift söylemli ve çift kutuplu yeni bir siyasal çizgi geliştirdi. Birbirine zıt söylemler arasında hızlı geçişler yapabiliyor. Politik dilini çok çabuk değiştirebiliyor. İçerikler, biçimler anlam ve söylem strateji ve taktik birbirinden uzaklaşıyor ve eklemsizleşiyor. Bazen zıt kutuplara savrulan bu politikalar esnaf faydacılığının bir değer yaratabileceği duruma dönüşüyor. Taktiksel görüşmeler ile stratejik düşmanlıklar arasında mekik dokuyor. Türkiye siyaseti Parlamentoda partiler arası müzakere ve pazarlıklar sonucu gerçekleşen ve sembolik yetkilerle donanmış bir Cumhurbaşkanlığı seçiminden, yetkilendirilmiş ve Başkanlık sistemi doğrultusunda daha da yetkilendirmeyi bekleyen bir sürece doğru gidiyor.
17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla iyice açığa çıkan AKP- cemaat savaşı üzerine yazılmadık yazı kalmadı. Analizler yapılıyor ama bu analizlerin ömrü yirmi dört saati bile olmuyor, ortada olup bitenle ilgili şu senaryolar dile getiriliyordu. ‘’ AKP bu savaşı kazanacak, AKP-Cemaat bir anlaşmaya varacak, savaş uzarsa sonunda Asker devreye girecek, Cemaat kazanacak. AKP savaşı kazanırsa gücünü iyice pekiştirerek yasama, yürütme, yargı güçlerini tamamen kontrolüne almış biçimde seçimlere girecek bu seçimlerden oy kaybına uğrasa bile galip çıkacak otoriterleşme eğilimi hızlanacak.’’ vb.
Ergenekon ve Balyoz davaları üzerinden Tayyip Erdoğan günahı hemen her konuda Cemaatin üzerine atıp ‘’yeni ittifaklara’’ yelken açtı. Şike davasından, Ergenekon ve Balyoz davasında ‘’yeniden yargılanmadan’’Roboski katliamının üstünün örtülmesine, sorumluların teslim edilmemesine kadar uzanan alanda Tayyip Erdoğan’a sığınmak ehven-i şer haline getirildi ve öyle sunuldu. Cemaat-AKP çatışmasının sonucu olarak, darbe girişimi olarak gündeme gelen konuda da benzer biçimde yaşanıyor. İktidarın yanında yer almayanlara şimdi yeni bir deli gömleği biçilip, giydirilmeye çalışılıyor, bu kez deli gömleğinin adı ‘paralel devlet’! Son on bir yılda yaşanan ne kadar olumsuzluk var ise, paralel bir devletin, ‘Gülen cemaatinin’ işiymiş. Sanki Türkiye’de Demokratik bir hukuk devleti vardı ve AK partisi iktidarı onu inşa etmek için büyük bir gayret içindeydi de, birileri içlerine sızıp bunu sabote etti? Devlet kurumları ilkeler üzerine işliyordu da, birileri sızıp, onların yerine ‘imamların’ talimatlarını uyguladı? Kim bu işlere ilkesel olarak karşı da, onlara rağmen diğerleri sızma harekâtı ile gizli iş çeviriyor? Sahi çevirdikleri hangi gizli işlere karşısınız, kapılarınıza dayanılmasaydı?
Ortada paralel devlet değil, çözülen bir ittifak var.
Bozulan ittifakın içindeki kavga geldi, bir yandan bir tarafın diğerinin yumuşak karnını darbeyle deşmeye çalışmasına, diğerinin ise karşı tarafı ‘kötülüklerin anası’ ilan etmesine vardı. Demokratik bir hukuk devleti ve onun asgari kurumlarını inşa edemeyen her siyasal sistemde, devlet/iktidar bir dizi güç ilişkisi ve pazarlığı üzerine oturur. AK partisi iktidarı, bu yapıyı (değiştiremedi değil) değiştirmedi. Çünkü en kolayı, en fazla güç vadedeni, bu yoldan gitmekti. Hele de, seçmeniniz bol, destekçiniz bol ise. Hele de sizin adınıza ayaküstü demokrasi destanı yazanlar çok ise.
Dahası, burası, demokratik devlet diye bir derdi olmayanları, demokrasi kahramanı ilan etmesiyle ünlü bir ülke. Zamanında Özal dönemi de böyle kutsanmıştı, siyasal özgürlükler aleyhine kampanya yapan, memleketi kanun hükmünde kararname ve fonlarla yönetmeye girişen ANAP ve Özal demokrasi kahramanı sayılmıştı. Mazeret hazırdı; vesayetçi yapı direniyordu, çare bulunmuştu, vesayetçi Anayasa, onun kurumları, onun hukukunu dönüştürmek yerine, arkasından dolanmak! Burası hukuksuzluğun, usulsüzlüğün demokratlık adına kutsandığı bir ülke, böyle bir ortamda, devlet kimin eline geçerse, kafasına göre takılıyor, gücü kuvveti yerindeyse, destekçi, teorisyen bulmakta hiç zorlanmıyor. Dahası, aynı adamlar bir oraya bir buraya yaslanabiliyor. Özal, askeri vesayet ile iktidara geldiği yetmiyormuş gibi, iktidarını daim kılmak için siyasi yasakları savunmakla kalmadı, kampanyasında darbeciler ‘anarşiyi engelledi, aman sakın o günlere dönmeyelim’ diye kampanya yaptı. Yine de, demokrasi kahramanlığına toz konmadı. AK partisi iktidarı ise, eski ekibi tasfiye etti, ama yapıyı tasfiye etmek işine gelmedi. Onun için, Ergenekon Fırat’ın doğrusuna gitmedi, onun için Hırant’ın sadece ‘küçük’ katillerinden hesap soruldu. Diğer yandan, askeri vesayetin bülbülleri, askeri vesayetin tasfiye etmeye yeminli olduğu siyasal gelenek iktidar olunca, onun sözcüleri olmakta tereddüt etmedi.
Mevcut iktidar geçmişte cevapsız kalmış tüm soruları bizim adımıza cevaplıyor; ‘ne yaptıysa cemaat yaptı’ diyor, inanmamızı bekliyor. Mademki, Kürt meselesi demokratikleşmenin en temel konusu; bu kez veya bir kez daha, onu rehine alıyor; ‘Kürt meselesini çözecektim, küresel güçler ve onların yerli işbirlikçisi cemaat beni hedef aldı diyor. Nasılsa, Oslo sürecinden bu yana çözüm sürecine terslenen cemaatin bu konudaki sicili belli. Özlemleri bir kez daha rehin almak için bulunmuş çok güzel bir mazeret. Kürt meselesi konusunda Türk milliyetçiliği ve Hegemonyası meclisteki mevcut burjuva partilerin siyasetlerini bütün renkleriyle kuşatmış durumda. Bugün tartışılan bir konu olduğu için Cemaat ve AK Partinin Kürt meselesi konusunda tutumlarında bir fark olmadığının görülmesi gerekir. KCK operasyonları da dâhil Kürt meselesini çözümsüzlüğe kapatan tüm adımlar tek başına cemaate mal edilemez. Atılan her adımın arkasında her iki gücün ortak sorumluluğu var.
Bir yönüyle bakıldığında Tayyip Erdoğan’ın yöntemi mevcut burjuva demokrasisini askıya alan olağan üstü hal rejimi uygulamalarını yürürlüğe sokuyor. Başka hamlelerin de devreye girebileceğini ve bunları ortadan kaldırmak için ağır mücadeleler yapmak zorunda kalacağını hissediyor ve bunu göze almış görünüyor. Bugün kanlı bıçaklı olanlar geçmişte pekte temiz olmayan işleri birlikte yaptılar. Birçok şaibeli davada atılan adımlar Başbakan’ın bilgisi dâhilinde gerçekleşti. Eski hukuksuzluk zincirinde değişen bir şey yok. 17 Aralıktan beri gündemde olan yolsuzluk meselesi üstü örtülüp siyasal bir temizlik malzemesi haline geliyor.
17 Aralık’ta yolsuzluk operasyonu olarak başlayan ve çatışmalı olarak devam eden sürecin darbe ve sonrasıyla artık devlet düzeyinde bir siyasi krize ve anayasa krizine dönüştüğü konusunda galiba kimsenin kuşkusu yok. Yolsuzluk gerçeği üzerine inşa edilmesiyle başlayan operasyon her iki tarafın görünür olan ve olmayan çoklu aktörlerinin hamleleri ile sistem krizine dönüştü. Belki de sistem kırılmanın eşiğine doğru yaklaşıyor. Güncelin şehvetli analizlerini her gün yüzlerce kez okuyoruz, dinliyoruz. O nedenle güncelin birazcık dışına çıkıp sonucu görmeye çalışmakta yarar var. Artık kimin kime saldırdığının önemi yok. Bugün bir devlet ve anayasa krizini konuşuyoruz.
Bu koşullarda içinde yaşadığımız haftanın temel hareket örgüleri ve sonuçları var. Sanki yeni bir devlet aklında zımni mutabakat oluşuyor. Devlet ve hükümet ve hatta henüz kendileri farkında olmasa da muhalefet arasında yeni bir akıl üzerinden barış zamanı. Geçmişle yüzleşme, hesaplaşma değil, “biliyor olmak yeterli” denilerek yeni sayfa açılacak. Defterimizde darbelerin, darbe girişimlerinin, faili meçhullerin olduğu eski sayfaları düzeltmeden ya da yırtmadan var olmasını kabullenecek, Türk usulü yüzleşmeyi yapmış olacağız. Sarsıntı, bir yanıyla devletin otoriter, milliyetçi ve mukaddesatçı olduğu kadar da militarist öğelerini yeniden bir araya getirmişe benziyor. Ölüm kuyularının, faili meçhullerin şanlı paşalarının dostları, en yüksek bürokratik makamlara atanıyor. Güçlü devlet ve merkeziyetçilik sürdürülecek. Avrupa Birliği veya Şanghay Beşlisine girmek ister gibi yapıp girmemeye, evrensel insan haklarını kabul eder gibi yapıp etmemeye, özgürlükleri artırıyormuş gibi yapıp güvenliği çoğaltmaya, asıl önemlisi vatandaşa güveniyor gibi yapıp güvenmemeye devam ederek Türk usulü ‘’demokratikleşme’’ sürecek.
Bu arada her birisi farklı tonlarda, dozlarda ve seviyelerde de olsa üç partide de kadrolar ve programlar bazında düzeltme hamleleri gelecek. Aslında tüm bu hikâye ülkenin ve hepimizin kaderini belirleyecek kararları verecek, yeni anayasayı yapacak olan iktidarıyla, muhalefetiyle siyasi aktörleri tasarımlama ve biçimleme çabalarının hikâyesi.
Bu yaşananların toplum üzerindeki etkisi yalnızca oy oranlarının nasıl etkileneceği üzerinden konuşuluyor. Hâlbuki asıl etki toplumsal zihin haritasında oluşuyor. Toplum kırk-elli yıldır aynı biçimde ve çözülmeden süren Kürt meselesinden anayasa meselesine, laiklik tartışmalarından Avrupa Birliği süreci tartışmalarına aynı süreçleri, aynı sözleri, aynı tartışmaları dinliyor. Artık kayıtsızlıktan değil yorgunluktan dolayı yalnızca seyrediyor.
Bu kez de bunca toplumsal destekle de aynı sorunları çözemedik inancı giderek kalıcılaşıyor. Bu duygu hali de toplumsal beklentileri düşürüyor bir yandan, öte yandan da toplum içine doğru kapanıyor. Oldukça düşük olan hukukun üstünlüğüne olan inanç giderek daha da zayıflıyor. Bir ara yükselmiş gibi görünen siyasete güven, sorunları siyaset eliyle çözebileceğimize olan inanç zayıflıyor. Tüm bu duygusal karmaşada oy oranları nasıl dağılırsa dağılsın, yeni devlet aklı da bu zeminde vücut ve meşruiyet buluyor. O nedenle yapılacak şey, yaşananların yapısal nedenleri olduğunu kabul etmektir öncelikle. Daha fazla şeffaflık, hesap verebilirlik, denetlene bilirlik, katılımcılık, denge ve denetleme mekanizmaları olmadan yolsuzlukların da devlet içi operasyonların da önüne geçmek mümkün olamayacaktır çünkü. Bu hayalî bir şey değil. Kısa vadede yapılması gereken bugünkü savaşın aktörlerine karşı net, tavizsiz bir tutum benimsemek, tarafsız kalmak değil karşısında olmak her ne pahasına olursa olsun sandıktan çıkmayı değil başka mücadele yolları geliştirmeyi hedefleyen bir strateji benimsemek.
Erdoğan/AKP İktidarı süresince uygulanan otoriter hegemonyanın siyasi kurum ve düzeneklerin içinde yer değiştirmesinin çok önemli siyasi farklılaşma ve kutuplaşmalar yarattığı görülüyor. Yüksek idarenin bir bölümü kendi tarihsel iflası olarak, ekonomik bunalımı öngörme, önleme ya da yönetme yeteneksizliği olarak gördüğü şeyin siyasi nedenlerinin farkındadır. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinde içerilen ve bunalım döneminde hızlanan çelmeler uluslararası çıkara bağlı bir idarenin içinde yaşanan sarsıntılardan söz etmek bile gereksiz. Bürokratik aşama düzeninin işleyişinin yürütme gücünün üst düzeyleri tarafından denetlenen kanallarca devre dışı bırakılması, hükümet politikasının kamusal görevin statü güvencelerini büyük ölçüde çelmelemesi, egemen partinin idarenin içine doğrudan dalması yüksek idarenin bir bölümünde mesafenin oluşmasına yol açar. Toplumsal iş bölümünün derinleşmesi devlet içinde tasarlama-yönetme görevleri ile uygulama görevleri arasında mesafenin derinleşmesine, bilgi ve gücün hızla aygıtın tepelerinde yoğunlaşmasına, bürokratik sırrın giderek daha kısıtlı yönetici çevrelerde tekelleşmesine, aygıtın içinde bile artan bir disipline bağlı otoriterliğe yansımaktadır. Söz konusu bölünmeler karar alma süreçlerini karar alma süreçlerini doğrudan etkilemekte ve idarenin siyasileşmesinden kaynaklanan çelişkileri büyük ölçüde çoğaltmaktadır. Klanlar, klikler ve arpalıklar siyasi bölünmelerin üstüne binmektedir. Böylece idari kavgalar siyasi bölünmeler halinde genelleşerek devleti hegemonyanın örgütleyici rolünü tartışma konusu haline getiren içsel sarsıntılara yol açacaktır.
Bu yeni olağanüstü hal rejiminin gerekçesi hâkim milletin iradesinin kendinde bütünleştiğini ilan eden tek adamın iktidarını kollamak ve korumak olacak. Bu çerçevede Erdoğan’ın sergilediği tavır otoriter yönetim anlayışında bir kopuşa, tek adamın yaşam süreciyle sınırlı bir diktatörlük rejimine dönüşme eğilimi gösteriyor. AKP’nin yeni anayasa arayışında ifadesini bulan hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme gücünün tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteğinin açığa çıkmasıdır. Başkanlık-yarı başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa çalışmalarıyla beraber anılması tesadüf değildir. Kürt sorunu odaklı olarak yeniden yükseltilmeye çalışılan güvenlik söylemi bizi devlete ve onu destekleyen kurumsal şiddete sorgusuz sualsiz teslim olmaya davet ediyor. Bu tür bir güvenlik vizyonunun temelinde olağanüstü hali genelleştirerek şiddet sarmalını her alanda yeniden tetikleme ihtimali var.
Ama yine de bütün devlet aygıtlarına artık bütünüyle hâkim olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan’ın güçlendirilmiş otoriter rejim ya da yeni bir ‘’Milli Şef’’ yönetimini oluşturması için önünde engeller var. Birincisi böyle bir stratejinin yaratacağı büyük gerilim ve çalkantılardan esas özlemleri ekonomik ve siyasi istikrar olan AKP seçmenlerinin ürkmesi ve Erdoğan’ı umduğundan daha küçük bir Milletle baş başa bırakmasıdır. İkinci engel ise AKP ve Erdoğan’ın iktidarı döneminde büyük şansı olarak görülen otoriter-Muhafazakâr ittifak karşısında etkili bir muhalefetin olmamasıydı. Âmâ şimdi, ülkede bir hava değişimi yaşanmakta, en azından geniş bir kesim açısından korku duvarları kırılmaktadır. Ayrıca genel demokratik dinamik bir özgürlük havası yaratmakta, hükumet ve polis geriletilmekte, meşruiyet kaybına uğramaktadır. Bunlar olumlu gelişmelerdir. Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken küme düşen AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Sermayenin Bonapartist özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açmıştır.
Bütün bunların yarattığı öfke ile Tek Adamın daha fazla Ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, olası darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor. Ama bu aşırı saldırganlık ve sürekli konuşma hali, ne yaparsa yapsın artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor.
Erdoğan/ AKP pek çok adım atabilir. Ama küresel NEO-Liberal projenin sadık bir unsuru olarak bu ekonomik sistemin dışladığı yoksulları ve emekçileri kapsayabilecek bir politika üretmesi temel ideolojik tercihleri, sınıfsal ittifakları ve uluslararası bağlantıları nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle ne ortada ‘’gölgelerin ‘’ dolaşması ne de yeni muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba ortada hala büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Belirtmek gerekiyor ki otoriter güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etmenin çok önemli zaafları ve eksikleri var. Öncelikle bu tür yaklaşım siyaseti rasyonel olana aşırı indirgediği için demokratikleşme doğrultusunda farklı siyasal özneleşme ihtimallerini, yeni aktörlerin ortaya çıkış dinamiklerini ve mevcut aktörler arasındaki yeni ortaklıkların kuruluş olanağını göz ardı ediyor. Eğer mevcut dar siyasal alanı genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin olası sınırlılıklarını görmek zorundayız.
Kapitalist Diktatörlüklerin Alternatifi nedir?
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir.
Emperyalizmin bugün ulaştığı aşamada kapitalist krizlerin daha da hızlandırdığı bir dizi yapısal değişim yaşanmış ve bu değişimlerin ve bu değişimlerin her kapitalist devlette kayda değer etkileri olmuştur. Bunlardan en önemlisi otoriter yönün kurumsallaştırılmasıdır. Bu durum sadece yürütme organının parlamentoya nazaran daha güçlendirilmesini içermekle kalmayıp, söz konusu gelişmenin getirdiği değişimlerin sonucu olarak siyasi demokrasinin belli bir türünün artık tarihe karıştığının belirtisidir. Gelişmekte olan genel krizin ölçeği şu değişimi kaçınılmaz kılıyor ya daha demokratik ya da daha otoriter yönde. Günümüz dünyası içinde yüzdüğü kargaşa ortamında burjuva parlamentarizminin verip verebileceği her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir demokrasi müsveddesinden başka bir şey değil. Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir.
Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsedilen mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir.
Kapitalizmin bugünkü krizi gerçek bir yapısal krizdir, artık dikiş tutmamakta dünya çapındaki ekonomik kriz ciddi siyasi krizleri beraberinde getirmektedir. Bu çeşit krizlerin hepsinde olduğu gibi baskıcı, Bonapartist-askeri diktatörlük türü rejimlerin bugün olduğu gibi muhtemel doğuşlarının gündeme gelmesi ve bununla sonuçlanan bir sürecin başlaması tehlikesi vardır. Çünkü burjuva devletin biçimleri ezilen sınıflarla egemen sınıflar arasındaki güçler dengesine dayanır. Bu yüzden bu devlet biçimlerinden birinden diğerine geçişler siyasal krizlere rastlar. Böyle konjonktürlerde çelişkiler bir arada toplanarak sınıf mücadelesinin gelişme temposuna çeki düzen verirler. Bonapartist rejimler ve askeri Diktatörlükler egemen güçler ittifakı içindeki onarılamaz hegemonya krizine ve bu burjuva ittifakın halk kitleleri ile ilişkilerinde baş gösteren aksaklıklara şifa olmak için ve egemen sınıfların onayıyla ortaya çıkar. Emperyalist güçlerin de desteğini alır. Türkiye de darbecilik esas olarak bir devlet siyaset anlayışından beslenmiş ve olağan siyaset yapma biçim ve yöntemi olarak bir ‘’idealizm’’ ve ‘’erdem’’ örtüsüyle kendisini meşrulaştırmıştır. 1980lerin sonu 1990ların ilk yıllarında darbelerin gerçekleşmemesinin nedeni o dönem hükümetlerinin darbeci personele tam bir serbesti tanımalarıdır. Kürt meselesi konusunda bunlar hükümetlere ne kadar etkisiz olduklarını itiraf ettirebiliyorlardı. Ayrıca şu iyi bilinmelidir ki olacak bir darbe devletin ve rejimin bekası için öncelikle emek hareketini ezmek için harekete geçecektir
Bu çerçevede bu tür rejimlerden kaçınmak için böyle bir durumun ortaya çıkmasını beklememek gerekir. Ortaya çıkan ve çıkacak siyasi krizler sosyalizme geçiş ve gerçek ulusal bağımsızlık süreci için fırsat sağlayabilir. Elbette bunun bir şartı işçi sınıfının ve örgütlerinin edilgen bir konum içinde ‘’büyük hesaplaşma gününü’’ beklemek yerine böyle bir durumu yaratmak için sürekli çalışmalarıdır. Kendimizi beklemeyle sınırlarsak elde edilecek şey ‘’büyük hesaplaşma günü’’ değil, tersine sabahın erken saatlerinde tank sesleriyle ‘’uyanmak’’ olacaktır. Türkiye burjuvazisinin parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak işçi sınıfının gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Bu gücü oluşturmanın yolu burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer.
Devlet bugün sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır.
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin İnsanların kendilerini kulluktan yani yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerçekleşemez. Ayrıca böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir. Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder