16 Aralık 2016 Cuma

ÖZELLEŞTİRİLMİŞ HAYAT, PARÇALANMIŞ YAŞAM!

Ahmet Doğançayır

Özelleştirilmiş hayat, tıpkı diğer hayatlar gibi asla sürekli bir mutluluk değildir. Bununda kendi ölçeğinde acıları, hoşnutsuzlukları ve şikâyetleri vardır. Ancak özelleştirilmiş bir hayatta talihsizlik de öteki her şey kadar özeldir. Özelleştirilmiş hayatların talihsizlikleri birbirine eklenmiyor, bunların her biri farklı yönleri gösteriyor ve farklı çareler gerektiriyor. İçinde yaşadığımız özelleştirilmiş toplumda şikâyetler öyle görünüyor ki çok farklı istikametleri işaret ediyor ve hatta birbiriyle çatışıyor.


Son yıllarda ‘’kader ortaklığını’’ kurumlaştıran unsurlar yavaş, yavaş fakat hiç durmadan dağılıyor ya da zayıflatılıyor ve bunların yerine ‘’kader ayrılığını’’ ifade ve teşvik eden kurumlar yerleştiriliyor.
Olanağı olanlar bireysel olarak kalitesiz ve yetersiz okullardan,  kalabalık ve yetersiz beslenen hastanelerden, devletin verdiği eski ve yetersiz emekli maaşlarından kendilerini kurtarıyorlar. Böylece herkes ‘’kendi başının çaresine baktıkça’’ bunun gerekçeleri de artıyor. Okullar daha da yetersiz hale geliyor, hastane kuyrukları uzuyor ve emekli maaşları daha da azalıyor.
Toplumun bireysel güvenlik için sunduğu garantiler zayıfladıkça ve güvenilirliğini yitirdikçe ortak girişim ve fedakârlık yönündeki toplumsal talepler meşruiyetini yitiriyor ve daha fazla yük haline geliyor. Artık bu durum ‘’Parayı veren, düdüğü çalar.’’ durumudur. Ve bugün artık para verenlerin sayısı vermeyenleri aştığı için ‘’otlakçıların’’ ölüm fermanı imzalanıyor. Bunların istek ve şikâyetleri çok kolay bir şekilde gündemden çıkarılıyor.
Ancak buradan çıkan sonuç ‘’talihsizlerin’’ ihmal edilmesi değildir. Gerçekten bu ihmal ancak toplum ruhunun genel olarak çöküşüyle ortaya çıkabiliyor. Eğer siyaset ortak çıkar ve anlama sahip şeyler hakkında ise o zaman çıkar ve anlamlar parçalandığı zaman siyasete kim ihtiyaç duyar ki? Siyasete olan ilgi daima çıkışlar ve inişler yaşamıştır fakat öyle görünüyor ki bugün biz tamamen yeni bir apolitik virüs dalgası yaşıyoruz. Bugünkü düş kırıklığı eskiden tutulmayan vaatlerin ya da vizyonsuz programların yarattığı hüsrandan daha derin görünüyor ve bu siyaseti de vuruyor ve seçmenlerin çoğunun dert etmeye değmeyeceğini düşündüğünü gösteriyor.
Sonuçta kamusal anlamı olan şeylerin neredeyse tamamı özelleştirildi, serbestleştirildi ve siyasal denetimden çıkarıldı. Özelleştirme tasarılarındaki karınca duası gibi okunması imkânsız maddeler bildiğimiz biçimiyle siyasetin yani vatandaşlarını ilgilendirmesi gereken siyaset türünün sonunu ilan ediyor.
 Son zamanlarda çok sık biçimde görünüşte her birimizin içinde uyuyan vatandaşı uyandırmayı hedefleyen ‘’vatandaşlık payelerinden’’ söz ediliyor. Ancak bu payelerin önemli özelliklerinden biri şudur: Bunlar uyuyan vatandaşı kendi özel ihtiyaç ve isteklerinden büyük meseleler için sorumluluk almak isteyen bir kişi olarak değil, bırakın denetlemeyi çok az bir inceleme hakkına sahip olduğu fakat bunları incelemenin kendisine hiçbir çıkar sağlamadığı kurumların sağladığı hizmetlerin tüketicisi olarak tanımlanıyor. Vatandaşlık payeleri, vatandaşlık haklarını öncelikle birincil ve hatta belki de tek bir birimde tüketicinin hoşnutluk hakkı olarak tanımlamakla böyle bir vatandaş imgesi yayıyor. Bu hak şikâyet ve tazminat hakkını içeriyor fakat ilginçtir haklarında şikâyet olan ve tazminat ödemesi beklenen kurumların iç işleyişlerini inceleme hakkı vermiyor.
Burada bir kısır döngü var. Bir yandan gittikçe özelleştirilen hayat siyasete ilgisizliği beslerken, bu ilgisizlik sayesinde kısıtlamalardan kurtulan siyaset ise özelleştirmeyi derinleştiriyor ve dolayısıyla da kayıtsızlığı besliyor. Dolayısıyla da taban sayesinde yıpranan ahlaki sorumlulukların kendileri de yıpranmış olan ulusal kurumların yaydığı bir ahlaki görüş tarafından diriltilme şansı çok zayıftır, tersi olasılık ise çok fazladır.
Bugünlerde ülke yönetimine çok az şikâyet ya da beklenti aktarılıyor ve bunların değerlendirileceği yönünde gerçek bir ümit de taşınmıyor. Artık hükümetler zayıfı güçlüye karşı korumak, istihdam yaratmak ve bölgesel dengesizlikleri tamir etmek ve yeni endüstriler, daha eğitimli vatandaşlar yaratacak yatırımlar yapmak için var değildir. Her şey gibi artık dertler, şikâyetler ve umutlarda özelleştirildi. Nereden bakılırsa bakılsın bu yeni ruh, birlikte hareket etmeye, güçlerini birleştirmeye, el ele vermeye kuşkuyla yaklaşıyor ve kendisini ‘’yapmak istediğimiz şey ne olursa olsun bu yolda kullanacağımız öncelikli kaynaklarımız kendi kurnazlık ve marifetimizdir.’’ Düşüncesine bırakıyor.
‘’Cemaat bağları’’ yeniden doğuyor!
Hayatın ritmine kapılmış modern kitle toplumunun insanları eylem alanında değil, söz ve konuşma alanında bile kendileri için çizilmiş dar hayat çizgisinin dışına çıkamamakta yaşadıkları toplumun yapısını ve kendilerine ‘’kamu’’ olarak verilen işlerin ne olduğunu kavrayamamaktadır. Çağdaş insan bugün toplumda kendi dar sosyal çevresi içinde yaşamakta ne bireysel olarak entelektüel yollarla ne de kamu olarak eylem yoluyla bu çerçeveyi aşabilmektedir. İş bölümüne dayalı ekonomik üretim hiyerarşilerinde de sıradan emekçiler için dar bir sosyal çerçevenin dışına çıkabilme olanağı yoktur. Sadece üretimden ve üretim araçlarından değil fakat üretim yapısından ve üretim sürecinden de soyutlanmış ve yabancılaşmış bulunmaktadır.
Gerçekten toplumdaki yaşayış bireylere kendi başına düşünme, kendi hayatını kendi bildiği gibi yapma olanağı bırakmamaktadır. Bunun böyle olmasının nedeni, bireyin yaşadığı hayat biçimini sevmesi ya da sevmemesi değil; bireyin nasıl bir hayat yaşadığının farkında bile olmamasıdır. Bireyin istemesini öğrendiği tek şey etrafındaki herkes gibi kendisinin de ‘’ortadaki pastadan’’ bir pay alabilmesi ve bunu zahmeti az, keyfi bol bir yoldan gerçekleştirmektir.
Toplumda bireyin yaşadığı hayatın düzeni ve bu hayat içinde yaptığı, kendisine yaptırılan işler bireyin dışındaki yaşamı oluşturan toplumsal sistem tarafından belirlenmektedir. Bireyler sonu bilinmeyen alışkın olmadıkları işleri yapmaktan çekinmekte ilerisini düşünme sadece çocukları olanlarda ya da borçlanmış bulunanlarda görülmekte fakat hiç kimse tek bir gün ben kimim ne yapmak istiyorum diye düşünmemektedir. Kitle içindeki birey ufak tefek dertler yoksulluk umut kırıklığı gibi şeyler nedeniyle üzüntü duysa bile bunlar çok kısa sürmekte hemen temelsiz iyimserliğe kapılıp günlük yaşamını öylece kabullenmektedir.
Halkın kitle durumuna geldiği toplumlarda halka değil, kitlelere belirli günlerde ve belirli koşullar altında başvurulmakta; iktidar sahibi denen bir azınlık (yetkisini halktan almış yetkili yöneticiler görünümü kazanmak için) halktan yararlanmakta, kitle toplumunda halk ancak bu belirli halk oylaması benzeri işler sırasında ‘’iktidarın sahibi’’ olarak ortaya çıkartılmaktadır. Oysa bugünün toplumunda siyasal düzenin gitgide daha geniş bir alanı kapsamasına, gitgide daha çok merkezileştirilmesine ve modern toplumda siyasal kurumlardan çok idari kurumların önem kazanmasına yol açan belirli kuvvetlerin etkisiyle kamuların da önemi azalmaya başlamıştır.
Özelleştirilmiş varoluşun birçok iyi tarafı var olduğu söylenir: Seçme özgürlüğü, birçok yaşama biçimi deneme fırsatı, kişinin kendi imajını yaratma şansı. Ancak kötü tarafları da var: Yalnızlık ve yapılmış seçimler ve bunlar arasında yapılacaklar konusundaki giderilmez belirsizlik. Kişinin kendi kimliğini yalnızca kendi tahmin ve sezgilerine dayanarak inşa etmesi kolay bir mesele değildir. Eğer kendi kimliğini tek başına inşa eden kişiden daha kuvvetli ve uzun ömürlü bir güç tarafından tanınmıyor ve onaylanmıyorsa bu kimlik güven vermez. Bugün bireysel kimliklere kefil olan ve bunları onaylayan eski ve bir zamanlar sağlam olan bazı varlıkların çökmesi ve hızla güç kaybetmesiyle birlikte emredici ve bağlayıcı yargılarda bulunabilecek yeni kimlik kaynakları aranıyor. Yeni hayranları bizlere bu boşluğu doldurabilecek en yakın ’’adayın’’ ‘’cemaat’’ olduğunu söylüyor. Ancak modernlik zamanının ve enerjisinin çoğunu cemaatlerle mücadeleye harcadı. Bunlar insanların doğduğu ve gelenek tarafından kolektif gözetleme yardımıyla içeride tutuldukları guruplardı. Aydınlanmadan beri sağduyulu bir hakikat olarak şuna inanılıyordu: İnsanların özgürleşmesi ve insandaki gerçek potansiyelin açılması için cemaat bağlarının kesilmesi ve bireylerin doğdukları çevreden kurtulmaları gerekiyordu ancak öyle görülüyor ki bugün biz yeniden başa dönmüş bulunuyoruz. ‘’Cemaat’’ düşüncesi kendisini kaldırıldığı raftan indirildi ve eskiden yakaladığı gerçek ya da hayali şanı yeniden yakaladı. İflas eden ya da itibarını yitiren kurumlardan umudunu kesen birçok insan bugün artık yeniden ‘’cemaate’’ yöneliyor. Bir zamanlar kısıtlayıcı bir şey olarak reddedilen şey bugün yeniden ‘’özgürleştirme kapasitesi’’ olan bir şey olarak alkışlanıyor. Bir zamanlar tam insanlığa giden yolda bir engel olarak görülen şey, bugün bunun zorunlu bir koşulu olarak görülüyor.
Siyasetin durumu
Bugün artık siyasal alanda kolektif yaşam biçimlerimize anlamlı ve etkin müdahaleler yapabilecek bölgeler bulunmuyor bu durumda eş güdümlü ve uyumlu bir hareket gerekiyor ve işte bu hareketin adı siyasettir. Günlük hükumet uygulamalarının da sayesinde herhalde bu konudaki en yaygın kanaat, siyasetin yasa ve düzenlemeler yapmak ve bozmakla ilgili olduğudur. Burada seçmenlerin işi bu sürecin sonuçlarını izlemek, sonuçlardan memnun kalırlarsa yasa koyucuları yeniden seçmek, hoşnut kalmazlarsa da kendilerini seçtirmeye çalışmaktır. Bu bakışa göre seçmenler tıpkı mantıklı tüketiciler gibi hareket ediyor ve pratik anlamda bunlar ‘’siyasal hizmetlerin tüketicileridir.’’
Bugünlerde siyaset bir olaylar koleksiyonu haline geldi. Bu koleksiyonda bir olayın öteki olaylarla bağlantısı bulunmuyor ve her olay temelde önceki olayların etkisini silmek için kamu dikkatine giriyor. Böyle bir siyaset anlayışını uygulayan ve yayan hükümetler dikkatlerin dağınık halde bulunmasından hoşlandığı gibi, zaman, zaman şanlı mirası ve kadim aile değerlerini lirik bir biçimde cilalamaktan da geri durmaz. Kendi hayatlarını sonuç alıcı olmayan ve unutulabilir vaka koleksiyonları olarak yaşayan vatandaşlar hükümetlerin canına minnettir.
Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösterilerek ‘’haklı hale’’ getiriliyor, tüm resmi açıklamalar, konuşmalar kamu adına yapılıyor. Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Toplumda geniş alana dağılmış küçük iktidar çevreleri yerine merkezileşmiş iktidara geçilmiş, güçlü iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamıştır. Kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince uygulanmaya başlanmıştır. .
İnsanların psikolojik yönden kendileri için anlamlı sayılacak ve tarihsel yönden de bir şeye yarayacak etkinliğe sahip kuruluşlar, birlikler bulup bunlara karşı içlerinde bağlılık duymadıkları dönemlerde siyasal ve ekonomik alanda topluma da yakınlık ve bağlılık duymadıkları anlaşılmaktadır. Günümüzün etkin iktidar kuruluşları dev şirketler, erişilmesi güç devlet kurumu ve ordudur. Bir yandan bunların, bir yandan ailenin ve küçük yakın toplulukların baskısı altındaki birey kendini güvenceye alabilecek ve güçlü hissetmesini sağlayacak araçlardan yoksun bulunmaktadır. Birey için gerçekten canlı gerçekten anlamlı bir siyasi hayatın yerini ‘’tepeden’’ yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Ancak hayat böyle olmak zorunda değildir. Kriz yönetimine indirgenen siyaset nasıl siyasetten kaçışı körüklüyorsa, sorumlulukların paylaşılması da vatandaşların yitirdikleri ya da duyurmaktan vazgeçtikleri sesleri yeniden çıkarmalarına yardım edecektir. İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir.
‘’Cemaat kalelerini’’ tahkim ederek uluslararası belirsizlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatarak gezegen çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış da olan bir umuttur. Günümüzde belirsizliğin kaynağının yaygın bir biçimde ‘’ kimlik dertleri’’ açısından kavramlaştırılması, yanlış teşhisin ve zararlı olması muhtemel reçete vermenin önemli bir örneğidir. Endişenin kimlik kalıbına dökülmesi bizatihi uzun ve karışık bir faktörler dizisinin sonucudur. Hastalığın nedeni değil, belirtisidir. Siyasi sermaye kokusu alan siyasetçilerin de desteklediği kışkırttığı ve kamçıladığı yaygın kimlik meselesi takıntısı çağdaş koşullara verilen kendine özgü bir rasyonel tepki olabilir. Hatta ‘’anlamlı’’ bile olabilir. Ama kendi sebeplerini yanlış yerlere yerleştirmekte ve önerdiği tedavi bu sebepleri fena halde ıskalıyor. Grup kimliğine militanca sahip çıkılması, buna yol açan güvensizlik kaynağını ortadan kaldırmak için hemen hiçbir şey yapamayacaktır.    
Yoksulluğun, umutsuzluğun, yabancılaşmanın tedavisi imkânsız mı?
Bugün İnsanlar kendilerini ilgilendiren şeyleri seslendirme ve kaçış yoluyla etkileyebiliyorlar. Seslendirme yapılan şeylerdeki ve bunların yapılış biçimlerindeki değişim talebini ifade ederken, kaçış kişinin hoşlanmadığı şeylere tamamen sırtını dönmesini ve tatmin için başka yerlere gidişini temsil ediyor. Seslendirme ve kaçış arasındaki fark sorumluluk ile kayıtsızlık ve siyasal hareket ile apolitiklik arasındaki farktır. İçinde bulunduğumuz durum eğer insanların seslerini duyurmalarını gerektiriyorsa, siyasal kurumlar ve onların desteklediği ‘’vatandaşlık’’ düşüncesinin lehinde çalıştığı şey kaçıştır. Tatmin olan bir tüketici olarak mevcut vatandaşlık anlayışı tam da bununla ilgilidir: ‘’Kararları bildiğiniz kişilere bırakın, onlar sizin iyiliğinizi gözetecektir. Size gelince evinize yakın şeylerle ilgilenin, aile değerlerinizi koruyun.’’ Hâlbuki görünen şudur ki insani kaygıların mevcut özelleştirilmesi ve serbestleştirilmesinin ahlaki dirilişe verdiği zararların yanı sıra, kişilerin evin dört duvarı arasına çekilmesinin, aile yaşamı ile kamusal yaşam arasındaki yakın bağların gözden kaybolmasının ve ikincilerin birincileri ne kadar belirlediğinin unutulmasının sonucudur.
Üyelerinin birbiri için özen göstermeye ve ortak işlerini kamusal yaşamın adalet ve basiret standartlarını gözetebilmesi yönünde yürütmeye yönlendirilen bir toplumun ne disipline edilmiş vatandaşlara, ne de toplumsal olarak sunulan hizmetlerin tatmin arayan tüketicilerine ihtiyacı vardır. Bu toplumun gereksinimi azimli ve bazen de dik kafalı fakat her zaman için sorumlu vatandaşlardır. Sorumlu olmak, çoğu zaman kişinin kuralları yok saymasını ya da kuralların haksız bulduğu biçimde davranmasını gerektirebilir. Tek güven verici şey, böyle bir topluluğu inşa eden insanların kendi bitmek bilmez çabalarıdır. Bu çabalara yardım edebilecek şey ise özerk, ahlaki olarak kendi kendini idame ettiren ve yöneten(ve dolayısıyla denetlenemeyen) vatandaş ile öz düşünceli ve öz doğrulayıcı bir siyasal topluluk arasındaki yakın ilintinin farkına varılmasıdır.           
Sahte vaizlerin iddiası bunun imkânsız olduğu yönündedir. Bunlar insanı amaçları ve içgüdüleri yüzünden ebediyen parçalanmış, aşılamayan sınırlılıkları arasında bitmeyen savaşta umutsuzluğa ve hayal kırıklığına mahkûm gibi görürler. Ancak bu sahte vaizlerin öne sürdükleri gibi insanların ebedi ve aşılması olanaksız kusurları yoktur. İnsanlığı sakatlayan ve çarpıtan yabancılaşmaların anlaşılabilir tarihsel kökleri ve maddi nedenleri vardır. Yabancılaşmaların odak noktası toplumsal gelişme sürecinde toplumla doğa arasındaki savaştan, toplumsal yapının kendi içindeki sınıfsal çatışmalara kaymıştır. Bu sınıfsal çatışmalar bitimsiz olmadığı gibi insan doğasında var olduğu iddia edilen kötülüklerden de çıkmaz. Bunlar açıklanmış ve açıklanabilir toplumsal koşulların ürünüdür. Şimdi teknoloji ve bilimin zaferiyle insanın doğaya üstünlüğü kazanıldıktan sonra atılacak adım toplumun kâr güçleri üzerinde toplu denetimini elde etmektir.
İnsanın kurtuluşunun maddi araçları siyasi ve ekonomik gücü işçilerin elinde toplayacak dünya sosyalist devrimiyle yaratılabilir ancak. Uluslararası düzeyde sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini yeniden kazanmasını sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar arttıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır. Bir kez herkesin ilkel gereksinmeleri karşılandıktan, bolluk yaygınlaştıktan ve yaşama gereklerini üretmek için zorunlu olan süre en aza indikten sonra bütün yabancılaşma biçimlerinin yok edilişi ve herkesin başkaları pahasına değil, kardeşçe ilişkiler içinde bütünsel gelişmesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır. Özel mülkiyetin kaldırılmasını ulusal sınırların kaldırılması izlemelidir. Toplumun üretici güçlerinde ki büyüme kol ve kafa emeği arasında, köy ve kent arasında, gelişmiş ve az gelişmiş uluslararasındaki zıtlaşmaların kaldırılmasının yollarını açacaktır.     
Eğer bugün insanlar paranın ya da devletin baskısına maruz kalıyorlarsa bunun nedeni mülkiyet biçimi ne olursa olsun üretim sistemlerinin bu günkü gelişme aşamasında insanın bütün fiziksel ve kültürel gereksinmelerini karşılayacak durumda olmamasıdır. Bu toplumsal baskı biçimlerini yıkmak için toplumsal üretim güçlerini yükseltmek gereklidir. Bunun içinde bu güçleri bağlayan gerici toplumsal etkenlerin yok edilmesi gerekir. İnsanlar gerçekten insani koşullar altında yaşamaya başlayıncaya kadar insani ölçülere göre davranamayacaktır. Ancak varoluşlarının maddi koşulları kökünden dönüşünce bütün vakitleri özgürce seçilmiş uğraşlara ayırabilince, insanlar ayrılıkçılık ve çatışma yaratan çelişkili ilişkileri kaldırabileceklerdir.
Kapitalizmin uyum sağlama yetersizliği giderek artmaktadır. Üretici kapitalist güçlerin yıkıcı güçlere dönüşümü süreklilik arz etmesi karşısında çalışan insanlığın uçuruma gidişi durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kendi kontrolüne alma, silah stoklarını yok etme, ekolojik dengeyi tekrar sağlama ve üçüncü dünyanın yoksul kitlelerine ve dünyanın diğer yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil yok. Bu yetenek mevcut, uygulamaya geçmek eylem bilincini, eylem planını ve her şeyden önce politik ve ekonomik iktidarı ele geçirmeyi gerektiriyor.

Hiç yorum yok: