16 Aralık 2016 Cuma

BELİRSİZLİK VE RİSKLERLE YAŞAMAK!


Ahmet Doğançayır
Çağdaş yaşamın pek çok yönüne ezici belirsizlik duygusu katkıda bulunuyor. Keskin bölünmelerin yaşandığı bir yarım yüzyıldan sonra kuşku götürmeyen siyasal amaç ve stratejiler ve apaçık çatışmalar dünyayı görünür yapıdan ve herhangi bir mantıktan yoksun hale getirdi. Daha kısa süre öncesine kadar dünyaya egemen olan güç blokları siyaseti yaratacağı olasılıkların dehşetiyle korkutuyordu. Onun yerini alan şey ise tutarlılık ve istikametten yoksunluğuyla ve gebe olduğu olasılıkların sonsuzluğuyla korkutuyor.


Bugün zengin yirmi kadar ülke dünyanın geri kalanı ile karşı karşıyadır. Bu geri kalanlar artık bunların ilerleme ve mutluluk tanımlarına itibar etmiyor fakat kendi çaba ve kaynaklarıyla edindikleri mutluluğu ya da sadece yaşamlarını devam ettirebilmek için her geçen gün biraz daha bunlara bağımlı hale geliyorlar. Günümüzde yaşananı en iyi özetleyen kavram barbarlaşmadır. İrrasyonaliteye ve piyasa rekabetinin ahlaki körlüğüne verilen sorgulanamaz öncelik, diğer tüm özgürlüklerin pahasına sermaye ve finansa bahşedilen özgürlük, toplumsal olarak örülen ve idame ettirilen güvenlik ağlarının darmadağın olması ve ekonomik aklın ötesinde tüm akılların reddedilmesini getirdi. Bir zamanlar refah devletinin yasal çerçeveleri sendikaların pazarlık hakları sermayenin yeniden dağıtılmasıyla görevlendirilen dünya kuruluşlarının çabalarıyla durdurulan amansız kutuplaşma sürecine yeni bir ivme kazandırdı.
Herkesin nezih ve onurlu bir yaşam hakkının garantörü olarak tanımlanan ‘’cemaat projesinden’’, evrensel ‘’köşeyi dönmenin’’ yeterli garantisi olarak piyasanın denetlenmesi anlayışına geçilmesiyle yaralarına tuz basılan yeni yoksulların sefaleti daha da derinleşti. Bunun psikolojik etkileri ise yoksun bırakılan ve fazlalık sayılanların boyutunu çoktan aşıyor. Ne kadar müreffeh ve donanımlı olursa olsun evlerinin yarın öbür gün bir iflas felaketiyle başlarına yıkılmayacağından emin olanlar sadece öteki güçlülere şantaj yapabilecek kadar güçlü olan sınırlı sayıdaki kişilerdir. Hiçbir iş garantili değil, hiçbir konum kazadan ari değil, hiçbir beceri sonsuza dek geçerli değil. Bugünkü yorumuyla insan hakları, kişiye bir iş edinme hakkı vermiyor. Toplumsal konum, öz onur tüm bunlar bir gecede ve göz açıp kapayana kadar uçup gidebilir.
Kendi kendine örülen ve idame ettirilen ikincil siper hatları bir zamanlar mahalle ve aile tarafından sağlanıyordu, kişi piyasa mücadelelerinin kendisinde açtığı yaraları sarmak için buralara sığınıyordu. Bugün bunlar tamamen parçalanmadıysa da önemli ölçüde zayıfladılar. Bunun sorumlusu kısmen tüketiciliğin egemen ruhuna yenik düşen kişilerarası ilişkilerin değişen yaşam siyasetidir. Bu siyaset uzun ömürlü bağlılıklar yaratamıyor, bolca yarattığı bağlar ise kısa süreli ve tek taraflı olarak kopartılabilen cinsten bağlar ve bunlar hak ve yükümlülüklerin ne verilmesini ne de edinilmesini vaat ediyor.
Ama asıl fark, sefaletin iflasının bir zamanlar yarattığı infial ile bugün bunun normal karşılanması arasında yaşanıyor. Bugün insani sefalet ve perişanlığa dair haberler insanların yaşamayı seçtiği ya da yaşamaya mahkûm oldukları birçok yaşam koşuluna renk katan haberler olarak algılanıyor. Bugün bir kere daha her gün açlık, evsizlik, geleceği olmayan ve onursuz yaşam görüntülerine şahit olarak mutlu yaşayabiliyor, gündüz eğlenebiliyor, gece rahat uyuyabiliyoruz.
Mevcut zihniyet toplumu ‘’ayartılan mutlular ile bastırılan mutsuzlar’’ olarak ikiye bölüyor. Bu zihniyet birinciler tarafından kutlanırken, ikincilerin sefaletine sefalet katıyor. Birincilerin hiçbir şeyi kafalarına takmadan eğlenebilmelerinin tek nedeni ikincilerin sefaletinin kendi haklı tercihleri olduğuna ya da en azından bunun dünyanın heyecan verici farklılığının meşru bir parçası olduğuna inanmalarıdır. Birincilere göre sefalet ikincilerin seçmiş olduğu kaygısız bir varoluş biçiminde bulunarak ve seçme yükümlülüklerini ihmal ederek seçtikleri bir yaşam biçimidir.
Tabii piyasa ‘’ayartılmış masumların’’ vicdanı olacak Hayek’lerin ve Friedman’ların müritlerinin formüllerinden geçilmiyor. Onlar şunu kanıtlamaya her zaman hazırlar: ‘zenginlere iyice zenginleşmek isteyecekleri şekilde çok daha fazla fırsat verilmelidir. Yoksullar için ise zenginlik fırsatlarının tek anlamı yoksulluk batağına daha çok batmalarıdır.’ Yoksulun yoksulluğunun onun kendi sorunu olduğunu, yoksulun yoksulluğa direnişinin ise yasa ve asayiş organlarının sorunu olduğunu söyleyerek zenginlerin yüreğine su serpen ekonomistler, siyaset bilimcileri, sosyologlar ve tabii politikacılar var.
‘’Neşeli dağınıklıktan’’ oluşan dünyanın sınırları bugün küresel düzenin yöneticilerinden daha az zalim olmayan paralı askerler tarafından korunuyor. Mutlu müşterilerin alışveriş yaptığı mekânlar kalın duvarlarla, elektronik kameralarla ve sivri dişli polis köpekleriyle çevrili. Kibar hoşgörü sadece içeri girmelerine izin verilenler için geçerli. Nitekim içeriyle dışarı arasına sınır koymak bugün de aynı şiddet ve kıyım gücüyle oluyor. Değişen bir şey varsa o da bu gücün dışarıdakilere karşı artmış olmasıdır.
Belirsizliğin özelleştirilmesinin sonuçları
Mevcut toplumu sistemsel eleştiriye ve devrim potansiyeli taşıyan radikal toplumsal muhalefete karşı son derece bağışık kılan temel faktör bütün sorunların tamamen, inatla ve kesinlikle özelleşmesidir. Özelleştirmeler içinde en belirgin olanı insani sorunların ve bunların çözümü sorumluluğunun özelleştirilmesidir. Yüklendiği sorumlulukları sadece kamu güvenliğine indirgeyen ve diğer tüm alanlarda toplumsal yönetim işlerinden elini ayağını çeken politika, toplumun dertlerini toplumsallıktan tamamen çıkardı ve toplumsal adaletsizliği bireysel beceriksizlik ya da ihmale çevirdi. Böyle bir politika bir tüketicideki vatandaşı uyandırmaya yetecek bir çekiciliğe sahip değildir. Verdiği cezalarda tüketiciyi toplumsallaştırma sorumluluğunu yüklenecek kadar öfkeyle dolduracak çarpıcılıkta değildir. Toplumda başarısızlık suç ve utanç olarak yansıyor, siyasal protesto olarak değil. Hayal kırıklığı karşı koymayı değil, utancı belirliyor.
Belirsizliğin özelleştirilmesinin sistemsel sonucu ne zorba bir diktatörlük ne de ideolojik bir telkin gerektirmeyen bir bağımlılıktır. Tüketicinin o hep imrenilen özgürlüğü sonuçta bireyüstü piyasa mekanizmalarının tüketiciler için zaten tanımladığı ve belirlediği yaşam amacı ve yaşam yöntemi ‘’kendi iradesiyle’’ seçme hakkıdır. Tüketici özgürlüğü yaşamı piyasa onaylı mallara doğru yönlendirmektir. Arzu edilen mutluluk ile kazanılan mutluluk arasındaki uçurum piyasanın baş döndürücülükleri ve daha fazla mal edinmenin büyüsünün gittikçe artmasına yol açıyor. Böylelikle de siyasal ve toplumsal yapılar hiç yara almadan tüketici yönelimli ekonominin kendi kendine dönen çarkları yağlanmış oluyor.
Tanımlamalar ve özellikle de toplumsal mobilitenin bulvar ve mekanizmaları özelleştirildiği için hayal kırıklığına uğramış kişisel tutkular, kendini tanımlamaların kamusal olarak onaylanmamasının yarattığı aşağılanma, ilerlemenin önünün tıkanması ve hatta meslek merkezli ve kamusal olarak tanınan araç ve kimliklerin dağıtıldığı alandan kovulma gibi aslında kişinin patlamasını gerektiren dertler en iyi olasılıkla piyasanın tedarik ettiği kendini iyileştirme ve imaj değiştirme reçetelerinin ve araçlarının peşinde daha bir hırsla koşmayla ya da sosyal yardımla teselli bulmanın ötesine geçmiyor. Ama bunlara asla siyasal anlam yüklenmiyor. Özelleştirilmiş tutkular hayal kırıklığını ta en başından asla toplumsal dert olarak düşünülmeyecek bir özel sorun olarak tanımlıyor.
Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve piyasa teşvikli hoşgörü!
Modern siyasal arenaya egemen olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik değerlerinin üçlü ittifakı soruşturmadan kaçamıyor. Bu müzakerede özgürlük, eşitliğin aleyhine işliyor, eşitlik özgürlük rüyasını önemsemiyor ve kardeşlikte öbür iki değer bir arada varoluş yolu bulamadıkları sürece havada kalıyor. Bugün artık insan düşüncesini ateşleyen ve insani eylemi belirleyen yeni ufuklar özgürlük, farklılık ve hoşgörü ufuklarıdır. Özgürlük bugünde eskisi kadar budanıyor, fakat bugün budanan parçaları geçmişte budananlardan farklı. Günümüz pratiğinde özgürlüğün anlamı tüketici seçimidir. Bugün özgür olmak için tüketici olmak gerekiyor. Kardeşlik sloganı alternatif yaşam biçimlerine rahatsız edici müdahaleye, tek tip vurgusuna, bütün farklılıkların gericiliğin sapkınlığın ve çözülmesi gereken bir sorunun göstergesi olarak tanımlanmasına dönüşüyor. Hoşgörü sloganı ‘’Biz yaşayalım, bırakalım ötekiler de yaşasın’’ biçimine dönüşüyor. Hoşgörünün egemen olduğu yerde farklılık artık tuhaf ve meydan okur değildir. Farklılık artık deyim yerindeyse özelleştiriliyor. Artık, kültür uğrunda savaşılacak bir şey değil, tadı çıkarılacak bir şey.
İçinde yaşadığımız toplumda ekonomik ve siyasal tahakküm hegemonya olmadan da pekâlâ olabilir. Bu tahakküm kültürel çeşitlilik ortamında kendini yeniden üretmenin yolunu buluyor. Yeni hoşgörü kültürel seçimin, tahakkümün istikrarıyla alakası kalmama anlamına geliyor. Bu alakasızlık da kayıtsızlık olarak geri tepiyor. Alternatif yaşam biçimleri sadece ışıltılı ve heyecanlı bir varyete gösterisinin sunduğu türden bir temaşa olarak ortaya çıkıyor, eskisinden çok daha az kızgınlık yaratabiliyor. Alternatif yaşam biçimleri yaşam siyasetinin iç dünyasına ait şeyler değil, tiyatro ve eğlencenin dış dünyasına ait şeyler artık. Bunların varlığı asla bir yükümlülük dayatmıyor ve asla sorumluluk doğurmuyor.
Piyasa teşvikli hoşgörü dayanışmaya yol açmıyor, bu hoşgörü birleştirmek yerine parçalıyor. Böyle bir hoşgörü toplumsal tahakküm pratiğiyle tam bir uyum içindedir. Hoş görenin üstünlük ve ayrıcalığını sorgulamak yerine bunu geliştirdiği için korkusuzca vazedilebilir ve uygulanabilir. Öteki ise öteki olmakla eşit muamele hakkını yitiriyor. Karşılıklı bağlantıların hoşgörüye indirgenmesiyle farklılık daimi mesafelilik, işbirliğinin yok olması ve hiyerarşi anlamına geliyor.
Güç siyasetinin yönetimi ve riskler
Güç siyasetinin yönetimi ve piyasa güçlerinin işletilmesi altındaki yeni kaygılar ve yeni duyarlılıklar tam da nefret ve mahkûm edildiği söylenen süreçlerin beslenmesinde kullanılıyor. Risklerin toplumsal doğası ile bunların boğulmasının özelleştirilmiş araçları arasındaki çatışma, Marks’ın kapitalist sistemin çöküşünün ana sebebi olarak gösterdiği kapitalist çelişkinin yani toplumsal üretim araçları ile bunların özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin yeni biçimlerinin ortaya çıkışıdır. Bu çatışmanın sonucunda riskler bırakın yok edilmeyi, azaltılmıyor bile. Sadece kamusal dikkatten uzaklaştırılıyor, dolayısıyla en azından bir süre eleştiriden kurtarılıyor.
Riskler yeryüzünde zenginliklerin tersi bir istikamette seyrediyor. Zengin ülkeler zehirlerini yoksul halklara et diye satma konusunda olağanüstü bir kapasiteye sahipler ki bunlar yoksulların erişebilecekleri tek ettir. Teknolojinin yarattığı riskler ise daha fazla teknolojiyle kamuoyunun teveccühünü yaratacak şekilde hafifletiliyor. ‘’Doğa bilinçli’’, ‘’ozon dostu’’ ve ‘’yeşil’’ petrol sprey tüpleri, deterjanlar ya da ağartıcılar büyük bir endüstriye dönüşüyor ve ‘’yeni ve daha çok’’ kâr doğuruyor. ‘’Ekoloji bilincine sahip’’ tasarımcılar mevcut otomobil motorlarının yaydığı karbon dioksit miktarını düşürüyor sırf piyasaya daha fazla otomobil sürebilsin diye. Sorunlar daha önce olduğu gibi bugünde yeni ve pazarlanabilir teknik aygıt ve kıvır, zıvır talepleri olarak aktarılıyor.
Huzursuzluk ve risklerden kurtulmak isteyen insanlara tıpkı daha önce olduğu gibi bu kurtuluşun ‘’bedelleri olduğu’’ ve toplumsal felaketlerin büyük faturalarının da özel alışveriş kaygılarının bozuk paralarıyla ödeneceğinin söylendiği hatırlatılıyor. Bu süreçte sorunların küresel kökeni başarılı bir şekilde kamuoyundan saklanıyor ve bilinen risklere karşı sürdürülen mücadelede hep daha meşum riskler üretmeye, dolayısıyla da gelecekteki başarılı olma şansını baltalamaya devam edebiliyor. Ancak bu aldatmacanın sadece küçük bir parçasıdır. Daha büyük ve daha göz açıcı başka parçası ise yeni duyarlığın teknolojik söylem çerçevesine kapatılmasıdır. Hem kurtuluş hem de istemeyerek de olsa kabul edilen günahlar teknoloji ve uzmanlık söyleminin depolitize edilmiş alanına hava almayacak şekilde kapatılıyor, böylelikle de günahları kaçınılmaz ve kurtuluşu da ulaşılmaz kılan toplumsal çerçeve pekiştiriliyor.
Sonuç olarak mevcut durum şimdiye kadar sözde vatandaşların kitle halinde geleneksel siyaset biçiminden çekilmesini doğurdu. Acılar toplanmıyor, birikmiyor çare tıpkı hastalığın kendisi gibi tamamen özelleştirilerek ortaya çıkıyor. Hastalık alışveriş yapmamak, tedavi sınırsız alışveriştir. Modern devletin günümüzdeki halefi muhalefeti özelleştirme ve dağıtma yolunu seçiyor, ideolojik mobilizasyonla yoluna devam ediyor. Halk hoşnutsuzluğunun dağınık kalmasına bel bağlıyor ve bu hoşnutsuzluktan etkilenmiyor. Hatta bu hoşnutsuzluk dağınık kaldığı sürece sistemin yeniden üretimini beslemesini bile bekleyebilir.
Yaşanan belirsizlik ve riskleri ortadan kaldırmak mümkündür!
Bütün bu değerlendirmelerin sonucunda herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. İlk günahın vaizleri insanı bağdaştırılması olanaksız amaçlar ve iç tepiler yüzünden ebediyen parçalanmış ve azap içinde en derin ruhsal özlemleriyle, yeryüzünde yaşayan bir fani olarak aşılamayan sınırlılıkları arasındaki bitmeyen savaşta umutsuzluğa ve hayal kırıklığına mahkûm gibi görürler.
Sahte vaizlerin öne sürdükleri gibi insanların ebedi ve aşılması olanaksız kusurları yoktur. İnsanlığı sakatlayan ve çarpıtan yabancılaşmaların anlaşılabilir tarihsel kökleri ve maddi nedenleri vardır. Yabancılaşmaların odak noktası toplumsal gelişme sürecinde toplumla doğa arasındaki savaştan, toplumsal yapının kendi içindeki sınıfsal çatışmalara kaymıştır. Bu sınıfsal çatışmalar bitimsiz olmadığı gibi insan doğasında var olduğu iddia edilen kötülüklerden de çıkmaz. Bunlar açıklanmış ve açıklanabilir toplumsal koşulların ürünüdür. Şimdi teknoloji ve bilimin zaferiyle insanın doğaya üstünlüğü kazanıldıktan sonra atılacak adım toplumun kâr güçleri üzerinde toplu denetimini elde etmektir. Sağcı, Neo liberal, muhafazakâr, İslamcı vb. cephenin topluca sürdürdüğü ‘’hayali ve imkânsız bir şey istediğinizin farkında değil misiniz? ’saldırısı karşısında çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç tereddütsüz evet imkânsız olanı, bu kahrolası dünya düzenini tümden değiştirmek istiyoruz, temel mesele budur diyerek ileri atılmalıyız.
Hâkim düzene karşı, yerine daha iyi bir toplum gerçekleştirme amacıyla yaygın bir protesto hareketi işçi kitleleri tarafından dayanışma ve örgütlenmede kendine güven ve mücadele deneyiminde yüksek bir oran gerektiriyor.  Ama böyle bir duruma erişme hiçbir zaman yoksullaşma, ümitsizlik, düşkünlük sonucu olmaz. Bugün tüm büyük işletmelere ve demokratik olarak nitelenen devlete karşı güvensizlik geçmişte olduğundan daha derin biçimde kitlelerin bilincinde yer alıyor. Bu bir gerileme değil ilerlemedir. Bu ilk değer ve gerçeklere dönüş değil geniş kitlelerin gözünde sosyalist planlamanın güvenirliğinin oluşmasında ileri bir adım oluşturacaktır. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Politik, ekonomik ve ekolojik felaketleri yaratan kapitalizmin mantığı gereği uzun vadeli etkileri göz önüne alınmadan kısa ve orta vadeli karları yüzünden yapılan yatırımlardır. Burjuva toplumun mantığı, özel mülkiyetin, Pazar ekonomisinin, Kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ve tüm bunların üstünde insanın olduğu her yerde yaratılmaya çalışılan rekabet mekanizmaları bizi tehlikeye doğru sürükleyen dinamiği sürekli besliyor. İmalat zarar verilen doğal kaynaklar göz önüne alınmadan maliyet ne olursa olsun sürüyor. Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Hiçbir güç milyonlarca emekçiyi nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların yapımına son vermekten mevcut silah depolarını yok etmekten ve kendi kararlarına saygı gösterilmesini istemekten alıkoyamaz. Onlar kendi fabrikalarına sahip olmalı ve kolektif bir şekilde işletmelidir. Hiçbir ekonomik kanun onların kendileri için mal ve hizmet üretmeleri için gerekli emek zamanı paylaşmalarını, haftada 48 saat çalıştıkları halde yaşam standartları daha çok düşen kadın, erkek emekçilerin bu durumlarına son vermelerini engelleyemez.
Üretici güçler dünya çapında meta üretmenin ve sefalete son vermenin ön koşullarını yaratacak kadar güçlenmişlerdir. Yapılacak şey bu kaynakların yeniden planlı dağılımını, atıl kapasite ile kullanılmasının ve kaynak israfının azaltılmasının sağlanmasıdır.  Fakirliğin kaçınılmaz olduğuna yiyecek, giyecek, barınma, kültür, eğlence, toplu taşımacılık için yeterli mal ve hizmet olmadığına inanmak yanlıştır. Mevcut kaynaklarla bu dünyada yaşayan herkesi nüfus artışını kontrol ederek ve ekolojik dengeyi bozmadan beslemek mümkündür. Kaynakların ve ürünlerin dünya çapında yeniden dağıtımı şu anda ziyan edilen kaynaklar kullanılarak yapılabilir. Bu kaynakların şu anda yaşam standartlarımıza hiçbir katkısı yoktur.
Şu anda tahribat evresinde bulunan teknolojik devrimin temel boyutları radikal dönüşümleri yapabilecek olanakları vermektedir. Sorun politik ve sosyaldir. Teknolojinin yarattığı bu olanakların hâkim sınıfların elinde yeni felaketlere yol açmaması üretici ve tüketicilerin kolektif örgütlenmelerinin demokratik kontrolüne açık tutulması ile mümkündür. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir.
Ama bu hedefe varmak için uygun bir sınıf bilinci düzeyi ve devrimci önderlik zorunludur. Sınıfın güçlü doğrudan eylem biçiminde ortaya çıkan atılımları, aynı zamanda devrimcilerin zamanında etkili ve yeterince geniş ölçekte müdahaleleri koşuluyla devrimci önderlik meselesini çözebilecek koşulları yaratarak devrimi olanaklı kılacaktır. Uluslararası ölçekte sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar artıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için düzenlenme sürecini tamamlayacak ve böylece geçmişte insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini mümkün kılan koşullar kaldırılacaktır. Toplumun üretici güçlerindeki büyüme kol, kafa işçileri arasındaki gelişmiş az gelişmiş uluslararasında ki geleneksel zıtlaşmaların kaldırılmasının yollarını hazırlayacaktır.

Hiç yorum yok: