16 Aralık 2016 Cuma

KAYMAKTA DERLEDİĞİM ŞİİRLER ÜZERİNE KISA NOTLAR


Rıza Aydın
2003 yılının yaz aylarını köyde1 geçirdim. Buradaki günlerimi değerlendirmek için başta annem- Navruz olmak üze köylülerimizin bildiği deyişleri, Düvâz İmamları (Düvâzdeh2 imâmları) yazmaya çalıştım. Bu çalışmayı yaparken, dillerde söylendiği halde hiçbir yazılı kaynağa (kitaba) girmemiş bir iki şiiri kurtarabilir miyiz diye çabaladık. Navruz 3 yazdırmaya çalıştığı bir deyişi çıkaramayınca “bunu şu da bilirdi, ona da bir sor” diye beni yönlendirerek çalışmamı genişletti; şimdi bu şiirlerle ilgili bazı notlar yazmak istiyorum.


Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü4” şiirinin annem için özel bir önemi var. Dedesi Acırlıoğlu – okuma yazma bilmediğinden – bu şiiri unuturum diye korkarmış. Bundan dolayı da “Navruz’um bunu unuturum diye korkuyorum gel de şunu bir daha işletek (söyleyek)5” diye gelir çeşitli zamanlarda birlikte söylerlermiş. Bence bu şiirin bir başka önemi daha var, şiir özel bir olayı, Hacı Bektaş Çelebilerinden Ali Celâlettin Çelebi’nin dünyadan göçüşünü; o zamanların hüzünlü, bulanık atmosferini, bu şahsiyetinin gönüllerdeki algılanış halini, ona yapılan cenaze törenini aktarması açısından da tarihi bir öneme sahip.
Tarihte “Vakayı Hayriye” yada Bektaşilerin tabiriyle söylersek Vakayı Şerriye diye anılan Yeniçeri ordusunun büyük bir katliamla dağıtılmasıyla başlayan dönemde Hacıbektaş Postnişini Hamdullah Celebi (1767-1846)6 ile kardeşi Veleyettin Çelebi (1772-1828) Hacıbektaş’ta yaşarlarmış. Bu olaydan sonra Hamdullah Çelebi Amasya’ya sürgüne gönderilmiş7, hayatının geri kalanını Amasya’da sürgünde geçirmiş; ne demekse annemle ebem “Amasya’ya Mafiliğe8 gönderildi” derlerdi. Şiirde yazan Hamdullah Çelebi9 sürgüne gönderilmeden önceki şiirlerinde “Hamdullah” yada “Hamdi” mahlasını kullanırken sürgüne gittikten sonraki şiirlerinde “HASRETİ” mahlasını kullanmış. Hamdullah Çelebinin biri oğlan biri kız, iki evladı olmuş, ikisi de Amasya’da öldüğünden Hacı Bektaş Postnişinliği kardeşinin çocuklarına geçmiş.
Hamdullah Çelebinin Hacıbektaş’ta kalan kardeşi Velayettin Çelebi’nin Ali Celalettin Çelebi (1808-1871) ile Feyzullah Çelebi (1811-1878) adlarında iki oğlu varmış; “Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü” diye başlayan bu şiirde dönemin atmosferi içinde anlatılan işte bu Celalettin Celebi olsa gerek. Şiirde “Sultan Feyzullahı yalnız koydular diye anılan kişi ise “Fevzi” mahlasıyla yazdığı şiirlerle (deyişlerle) hem çok sevilen hem de dönemin ruhunu iyi yansıtan -Celalettin Çelebi’den sonra posta oturan (postnişin olan)- ozan Feyzullah Çelebi (1811-1878) olsa gerek.
Derlediğim şiirler içinde bulunan gerek Hasreti ile Fevzin’nin birbirlerine yazdıkları, birbirlerine özlemlerini anlatan şiirleri gerekse de Aşık Veli’nin Amasya’ya (Pire) gitme arzusuyla yanıp tutuşan şiirleri işte bu dönemin atmosferini yansıtırlar.
Hamdullah Çelebinin Amasya’ya sürgün edilmesi genel olarak bu yöre Alevîlerini özel olarak ta bizim aileyi çok etkilemiş olmalı ki küçüklüğümüzde bu konularla ilgili öyküleri dinleyerek büyüdük.
İğdecik’li Aşik Veliyle Kale’li Aşık Kemter hem bir birleriyle usta çırak ilişkisi içerisinde iyi dostlarmış, hem de Pir kabul ettikleri Hamdullah Çelebiye –annem gilin tabiriyle söylersem Hamdullah efendime – çok bağlılarmış. İki aşık zaman zaman pirlerini ziyarete giderlermiş; günümüzde hala popüler olarak söylemekte olan, aşık Veli’nin Amasya’ya gitme özlemini anlatan deyişleri meşhurdur10; Aşık Velinin bu yolculuklarıyla ilgili bir doluda öykü anlatılır11.
Hamdullah Çelebinin biri oğlan biri kız, iki çocuğu varmış; oğlu ölmüş yada öldürülmüş, kızını da kaçırıp kaybetmişler. Aşık Veli’nin de bir oğlu varmış, her nedense Aşık Velinin oğlu ölmüş. Aşık Velinin oğlu ölünce, iç sıkıntısına bir çare bulmak için doğruca Amasya’ya pirinin yanına gitmiş. Varmış ki ne varsın, Hamdullah Çelebi’nin de oğlu ölmüş; oğlu ölünce Hamdullah Çelebi “Dağlar, taşlar bile kara giyip kara kuşansın” demiş. Herkes yasta, kimsenin ağzını bıçak açmıyor; öyle bir kasavetli hava var ki dal kıpırdamıyor. Aşık Veli derdini bile söyleyemeden bir iki gün orada kaldıktan sonra aş evine çekilmiş kendi kendine söylenerek “ Derde tabi oldum tabibe vardım./ Vardım ki tabibin derdi benden çok. Tabipler tabibi dertli olursa / besbelli ki bu dünyada dertsiz yok .” diye başlaya şiirini söyleyip, şiirin sonunda “Eğer bu sözümde hilaf var ise, Kerbela da İmam Hüseyin’e baksana” demiş. Her nasıl olmuşsa, bu sözler Hamdullah Çelebi’ye malum olmuş; gelmiş “Aşık beni bağladın, gayrı sazlar çalınsın, kudümler vurulsun” deyerek aşığın önünü (dilini) açmış.
Derlediğim şiirler içinde bu dönemin ruhunu, insanların birbirlerine bağlılığını, sevgisini yansıtan güzel örnekler var; Aşık Velinin bir ziyaretinde, Hamdullah Çelebi “Aşık kızımı bir medetsen, nasıl anlatırdın bakalım” deyince Aşık Veli “Zeynolmuş kakülün enver misali / boyun erguvandan güzelsin güzel” diye başlayan türküsünü söylemiş.
Hamdullah Çelebi sürgün edilince, Hacıbektaş’ta kalanlarla gurbete gidenler birbirleriyle şiirler yazarak haberleşirlermiş. Ebemin tabiriyle “şiirlere döktükleri duygularını rüzgara verip bir birlerine gönderirlermiş”; bu şiirler çok dokunaklıdır, yeri gelmişken bu şiirlerden bir ikisini burada analım:
Badı sabah benden yare selam et
sorarsa hallerim perişan de var
alıp bu nameyi köyü yare git
Hasretinden Çaki giryan dede var
Dokun zülfün yare aheste sen es
Hoş bir reyha gelsin bir dahi nefes
Fevzi’nin gürbetten şikayeti pes
Gahi şadan gahi perişan de var”
NE ALEMDESİN
Senden ayrılalı Şahı hubânım
Arttı ahû-zârım ne alemdesin
Adaletli Şahım selvi revânım
Kaşları kemanım ne alemdesin
Hasretlik çekmeye kalmadı tâkat
Ne dilde tahammül ne can irehat
Sen bilin halimden sormak ne hacet
Gülüm, gül fidanım ne alemdesin
Arasam cihanda bulsam nişanı
Sensin şu alemde gönül mihmâni
Hüseyni Fevzi’nin hal perişanı
Gülyüzlü cananım ne alemdesin”
Hamdullah Çelebi’nin ailesiyle beraber Amasya ya sürgün edilip orada sıkıntılar içinde yaşaması, ona gelecek ziyaretçilere bazı engeller çıkarılması, görüşme yasağı konması, onu görmek, ondan bir haber almak için insanların dilenci kılığında Amasya ya gitmek zorunda kalması Alevileri derinden üzüp hüzne boğmuştur. Bu sıkıntılı dönemde Alevilerin çektiği sıkıntıları, içinde bulundukları ruh halini yansıtan Aşık Velinin bazı şiirlerini burada anmak istiyorum.

ON BİR AYDIR BEN DOSTUMA HASİRET

On bir aydır ben dostuma hasiret

Göreyidim Şahı Merdan aşkına
Hiç gitmiyor bu gönlümden kesiret
Sileyidim Şahı Merdan aşkına
Sileyidim şahı merdan aşkına
Dost dost edalı dost
Dost dost sevdalı dost
Ben istemem atlas libas
Bana yeter bir hırka post dost
Kırk gün oldu göremedim düşümde
Sevdası serimde gitmez başımdan
Cevlan köprüsünden ferhat taşından
Geçeyidim şahı Merdan aşkına
Geçeyidim şahı Merdan aşkına
Dost dost edalı dost
Dost dost sevdalı dost
Ben istemem atlas libas
Bana yeter bir hırka post dost
Gönül karışmış bir hupların göçüne
Efendim sen kalma kulun suçuna
Saat dörtte Amasya’nın içine
Gireyidim şahı merdan aşkına
Gireyidim şahı merdan aşkına
Dost dost edalı dost
Dost dost sevdalı dost
Ben istemem atlas libas
Bana yeter bir hırka post dost
Velim eydur bu sevdanın adı ne
Aşık maşuğunu yakar oduna
Küllü maksuduma her muradıma
Ereyidim Şahı Merdan aşkına.
Ereyidim şahı merdan aşkına
Dost dost edalı dost
Dost dost sevdalı dost
Ben istemem atlas libas
Bana yeter bir hırka post dost
Not: Bu bizim cemlerde söylenen bir deyiş. Kendine has bir havası ( makamı) var. Nakarat kısımlarına bütün cemaat katılırmış.Bu şiirde Hamdullah Çelebinin Amasya ya sürgün edilmesinden sonra yazılmış o atmosferi veriyor. Navruz’dan teybe kaydetmiştik söylenişini notaya alındı.
GİDEMEDİM GÜLYÜZLÜ YAR KÜSTÜ MÜ ?
Yaz bahar ayında gideyim dedim
Gidemedim gülyüzlü yar küstü mü ?
Haki paye yüzler süreyim dedim
Süremedim gülyüzlü yar küstü mü ?
Ziyarettir Beytullah’ın yolları
Orda engin burda zordur yelleri
Alyanakta al kırmızı gülleri
Deremedim gülyüzlü yar küstü mü ?
Aşık oldum Beytullahın nuruna
Amasyada şehitlertin pirine (birine)
Eli bağlı kolu bağlı darına
Duramadım gülyüzlü yar küstümü ?
Velim aydur fırkatım var zar ile
Dünü günü intizarım yar ile
Danışacak müşkülüm var Pir ile
Soramadım gülyüzlü yar küstü mü ?
ELÂ GÖZLERİNE KURBAN OLDUĞUM
Ela gözlerine kurban olduğum
Arzuladım seni pir deyi geldim
Gece gündüz hayaline yeldiğim
Yarama bir merhem sür deyi geldim
Pek perişan oldum seni seveli
İkrar verdim ta elesten evveli
Kaşları mahitap gözler mevali
Şöyle bir efendim var deyi geldim
Senden ayrılalı dahi gülmedim

Ben gönlümü her deryaya salmadım

Şurda bir güzelden vefa bulmadım
Yine imdat sende car deyi geldim
Eğme kaşlarını kasefetim var
Güruhü Naciden asıl zatım var
Yusuf Kenan gibi muhabbetim var
Bir melek simali yar deyi geldim
Velim aydur pirden tuttum elimi
İkrar verdim pek bağladım belimi
Ya öldür ya azat eyle kulunu
Ya benim muradım ver deyi geldim
Kaynak: Yusuf Aydın
Not: Bu şiir bestelendi, güzel bir söylenişi var.

KÜSTÜMÜ

İsmi Hamdüllah’tı gürbüz er idi
Aşıklara sadıklara yar idi
Ta baştan ayağa münevver idi
İnci, mercan, gevher, lal ağlamaz mı ?
Açardı dükkanı gevher saçardı
Dertli olanlara derman katardı
Dudu kumru kafeslede öterdi
Kumrudan ayrılan dal ağlamaz mı?
Varayıdım türbesinin başına
Yüz süreydim toprağına taşına
Yaktın şu sinemi aşk ataşına
İsmini zikreden dil ağlamaz mı?
Sene bin iki yüz altmış üç oldu
Varam dedim varamadım suç oldu
Don değişti şu dünyadan göç oldu
Kervanı kesilen bel ağlamaz mı?
Aşık Velim eder derdim yüz oldu
Geçinden isterdik gayet tez oldu

Yaz bahar ayları döndü güz oldu

Bağa gazel düştü gül ağlamaz mı?

GİDEN SAİL12 SELAM GETİR PİRİMDEN

Nasip olup Amasya’ya varırsan
Giden sail selam getir pirimden
Hublar şahı Hamdüllahı görürsen
Giden sail selam getir pirimden
Hayali gönlümde çekerim ahı
Acep görürmüyüm gül yüzlü şahı
Bunca aşıkların sırrı penahı
Giden sail selam getir pirimden
Mecnun gibi bir sevda var başımda
Cihan sele gitti çeşmim yaşından
Kim ayrılmış ben ayrılam eşimden
Giden sail selam getir pirimden
Sene bin iki yüz kırk dörtte (1244’te) beyan
Kırkların ceminde görmüşüm ayan
Mürsel göbeğinde taze bir civan
Giden sail selam getir pirimden
Velim aydur dost köyüne varınız
Balım Sultan olsun size kılavuz
Benim pirim Amasya’da yalınız
Giden sail selam getir pirimden
DOST ELİNDEN GELEN SAİL
Neren gelirsin böyle
Dost ilinden gelen sail
Gül yüzlümden haber söyle

Dost ilinden gelen sail

Vardın mı ferhat taşına
Nazar kıl çeşmim yaşına
Sarhuç takınmış başına
Dost elinden gelen sail
Uğradın mı Amasya’ya ?
Yüz sürdün mü kaşı yaya
Vakıf oldun mu her şeye
Dost elinden gelen sail
Yandı ciğer döndü köze
Sürme çekmiş ela göze
Bir hayırlı haber bize
Dost elinden gelen sail
Velim aydur arttı zarım
Gece gündüz intizarım
Amasya’da kaldı pirim
Dost elinden gelen sail
DOST İLİNE GİDEN SAİL
Dost iline giden sail dur eğlen
Muhabbet namenin sırası geldi
Mevlayı seversen hemen bir eğlen
Şimdilik gönlüme burası geldi
Gelmedi sevdiğim bilmem ne güne
Tahammül kalmadı düne bu güne
Hayal hayal gözlerimin önüne
Sevdiğim kaşının karası geldi
Bunca yetimlerin meddar kılınca
Boynu eğri benzi sarı olunca
Çıkmaz bu dert benden ben ölmeyince
Yürekte dertlerin yaresi geldi
Mektubum ol yare var böyle söyle
Bunca hasiretlik kalır mı böyle
Eğlenme gürbette gel kerem eyle
Vallahi Velinin göresi geldi
***
ERKEN AÇAN BİRGÜL

Yazdığım şiirlerden Derviş Alinin Düvâz İmamı bir başka açıdan dikkatimi çekti. Bizim Bektaşi edebiyatı hece ölçülü, dörtlük düzeniyle yazılıp söylenilen şiirlerdir. Serbest vezin çok çok sonraları başladı diye bilinir. Derviş Alinin “Selavattan indi nişan/ Muhammet ehli dindir/ Deyverin ey sofular evvelki imamınız kimdir” diye başlayan şiiri serbest vezinle yazılmış bir şiir. Bu alanda uzman değilim, bundan dolayı da fazla söz söylemekten korkarım ama bu şiir serbest vezinle yazılmış bir şiir. Edebiyat tarihçileri bunu dikkate almalı diye düşünüyorum. Gerçi “Bir çiçekle bahar gelmez” derler ama olsun, açan bir gül yine de bir güldür, daha bahar gelmedi diye erken açan bir gül görülmezlikten gelinemez. Bu şekilde imamların anıldığı başka şiirlerde var.

DÜVAZ İMAM
Selevattan indi nişan
Muhammet ehli dindir
Deyverin ey sofular
Evvelki imamınız kimdir:
Birincisi İmam Ali
İkincisi İmam Hasan
Üçüncüsü İmam Hüseyin
Dördüncüsü İmam Zeynel
Beşincisi İmam Bakır
Altıncısı İmam Cafer
Yedincisi Musa’yı Kazım
Sekizincisi İrizayı Haldır
Dokuzuncusu Muhammet Tağı
Onuncusu Ali’yel (Ali gel) Nağı
On birincisi Hasan Ali Askeri
On ikincisi Mehtiyi sahip zaman
Derviş Alim bakışına
Böylece girdim düşüne
İki cihan güneşine
Oda din ile imandır
Kaynak kişi : Navruz Aydın. Kaymak Köyü
***
KUDRET KANDİLİ
Burada üzerinde durup incelemek istediğim bir başka deyişse “Kudret kandilinde balkıyıp duran Muhammet-Alinin nurudur vallah” düvâz imamının söylenişindeki hatalı söyleyiş hakkında. Bu deyişi Sabahat Akkiraz “Yiğit İnsanların Türküleri” kasetinde söylüyor; ağzına, diline sağlık pekte güzel söylüyor. Ancak her kıtada bizim bildiğimizden, yani Navruz’dan yazdığımdan çok farklı söylüyor; biz bu farkların önemli olduğunu düşünüyoruz. Ben incelemelerimde Navruz’un yazdırdığı halin doğru olduğuna karar verdim, bunları yazıp konuya ilgi duyacaklarla paylaşmak istiyorum.
Bu deyişleri13 (şiirleri), hatta bu yazıyı köyde yazdığımdan buyana bu konu hiç aklımdan çıkmadı. Adana’ya gelince de ilk işim kitaplığıma dalıp bu deyişi aramak oldu. Kudret Kandili deyişini Navruz Virânimahlasıyla, Sabahat Akkiraz’sa Noksani mahlasıyla söylüyordu bende araştırmaya buradan başladım; ilk iş olarak, önce İsmail ÖZMEN’in değerli eseri “Alevi – Bektaşi Şiirleri Antolojisi’nin” Noksani bölümüne baktım, bu şiir orada yoktu; sonra Noksani’nin kitabına baktım bu şiir orada da yoktu; Sonra bu şiiri Virani’nin kitaplarında aramaya başladım; önce M. Hâlid BAYRİ’nin 1969 yılında yayınlanan “Aşık Virâni Divanı” ile Adil Ali Atalay VAKTİDOLU’nun “Virâni ve Risalesi (Buyruğu)” kitaplarına baktım; bu şiir her iki kitapta da var; İsmail Özmen de “Alevi – Bektaşi Şiirleri Antolojisi’nin Virâni bölümüne bu şiiri almış. Bu deyiş, M. Tevfik OKTAN’ın 1945’de yazdığından buyana Alevilerin –Bektaşilerin bir nevi baş vuru kitabı niteliğinde olan “Bektaşiliğin İç Yüzü” adlı kitabında (bakınız 84-85. sayfalar) da var. Araştırılsa pek çok kaynakta daha olacağını sanıyorum14, çünkü bu şiir hem cemlerde söylendiğinden çok bilinen, hem de Alevilerin düşüncelerini özlü bir ifadeyle, çok iyi anlatan bir şiir.
Kitaplarda Kudret Kandili şiirinde bazı farklılıklar var ama öz olarak, Navruz’dan yazdığım gibi. Örneğin Bektaşiliğin İç Yüzünde şiir 6 kıta diğer kitaplarda 7 kıta vs.
M. Tevfik OKTAN Bektaşiliğin İç Yüzünde bu şiiri Genç Abdal’ın “Kudret Kandili” ile ilgili şiirini açıklayıp bu konuyu şiirlerinde işlemiş ozanlardan söz ederken anıyor. Bu şiirin anılmasına neden olan Genç Abdalın ilk dörtlüğü şöyle:
Kandilde nûr iken sevmişem seni
Güzel Pirim, Sultan Pirim, Şah pirim
Her güzelden güzel görmüşem seni
Güzel Pirim, Sultan Pirim Şah Pirim.
M. Halil BAYRİ’nin “Aşık Virani Divanı” adlı kitabında ise şiirle ilgili şöyle bir açıklama var: “Virani’nin elimizde bulunan büyük Divanındaki üç yüz manzûmenin hemen hepsi arûz vezni ile yazılmıştır. Arûz veznini kullanırken şair hiç güçlük çekmediği halde, ara sıra da hece vezni ile şiirler yazmıştır ki, aşağıda görünen üç manzume bunlardır:” dedikten sonra sıraladığı bu üç manzumeden biride bu “Kudret Kandilinde Balkıyıp (Parlayıp) Duran” şiiri. Bu yüzden şiir kitapta iki defa yer almış. İsmail Özmen “Alevi-Bektaşi Şiirler Antolojisine” M. Halil Bayri’nin kitabındakinin aynısını almış.
Ancak “Kudret Kandilinde Balkıyıp Duran” şiiri andığım bu kitaplarda, Navruz’dan yazıldığı şekilde görünüyor diye kestirmeden (kısa yoldan) “doğru olanda budur” demek kolay ama biz bu yoldan gidemeyiz, bizim tarzımız farklı olmalı; neden. Kudret Kandili şiiri Virani adıyla bir çok kitapta yer almasına rağmen aynı şiir başka yerlerde başka şairlerin mahlasıyla da karşımıza çıkabilir. Bunun bir örneği, A. Celalettin ULUSOY “Alevi Bektaşi YOLU” adlı kitabında bu deyişi Hatayimahlasıyla yazmış (Bakınız sayfa 243). A. Celalettin ULUSOY’un özellikle “Bektaşiliğin İç Yüzü’nü okuduğu, hem de çok iyi incelediği kitabından anlaşıldığına göre bunu niye böyle yapmış bilemiyorum. Ama mahlas dışında öz olarak bir değişiklik yok. Bunda şaşılacak bir durum yok, aynı şiir bir başka yerde bir başka ozanın adıyla da karşımıza çıkabilir; halkın sevdiği bir şiiri (sevdiği bir deyişi) sevdiği bir ozana mal edip öyle söylediği bilinen bir gerçektir. Ancak genel olarak halk, özel olarak da Aleviler – Bektaşiler, sevdikleri bir ozanın söylemeyeceği bir sözü, asla o ozanasöyletmezler, buda bir başka gerçek.15 Hatta öyledir ki eğer bir ozanın deyişine, ozanın tarzına düşüncesine uygun düşmeyen bir söyleniş karışmışsa halk onu görüp ayıklar, şiirin söylenişini düzeltir. Hatta bunu ozanın kendisi yapmış olsa bile halk o kusuru görünce düzeltir. Demde (Bektaşi sohbetlerinde) cemde, Bektaşi Meclislerde kendi deyişini söyleyen aşığın dizelerinin tartışılıp düzeltildiğine çokça tanık olmuşuzdur. Belki de geleneğin gücü buradan gelir; beki de bu yüzden şiirler yüzyılları geçip gelirken bu yürüyüşleri sırasında daha bir olgunlaşıp daha bir güçlenerek bu günlere gelmişlerdir.
Peki öyleyse, bugün sözümüze konu olan böylesi bir durumla karşı karşıya isek ne yapacağız? Tutulacak yol gayet açıktır; Anadolu Aleviliğine – Bektaşiliğe bağlı ozanlar yüzyıllardır süren yürüyüşleri sırasında tıpkı bir akademinin önündeki konuları çeşitli açılardan incelediği gibi, onlarda bütün bu konuları inceleyip16 –tıpkı bir oya işler gibi- şiirlerinde işlemişlerdir. Bizde bugün bir şiiri incelerken, o söyleyişin doğru olup olamadığını anlamak için, o konuyu başka ozanların şiirlerinde nasıl işlediğine, Bektaşilerin genel anlayışlarında konun nasıl değerlendirildiğine bakıp ona göre bir karara varmalıyız. Öyleyse şimdi bu yolu izleyerek, bu geleneğe uygun olarak Kudret Kandili şiirini kıta kıta (dörtlük dörtlük) inceleyelim.
Önce konuyla ilgili genel bir çerçeve çizelim; Yunus Emre’nin “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil17” diye belirttiği gibi Bektaşiler canın (İnsan ruhunun) öleceğine inanmazlar18; canı (insan ruhunu) Allah kendi ruhundan verir (kendi ruhundan ona üfler), ten ölünce can geldiği yere geri gider; bundan dolayı ölen bir kişi için “Hakka Yürüdü”, “Kalıp Değiştirdi”, “Don Değiştirdi” derler. “Hakka Yürüdü” demenin felsefi derinliği şudur: Allah evreni yoktan, yokluktan değil kendi varlığından yaratmış, insana da kendi ruhundan ruh vermiştir. “Bu yaratılış, başka bir şeyden başka bir şey yaratma değil, bir şeyin başka bir biçimde meydana çıkması, bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi, zuhur halidir. Kişinin maddi varlığının ölmesi, Allah’ın varlığı içinde bir baka biçimde dirilmesidir. İnsan yaşamında bir amacın bitmesi diğer bir amacın başlamasıdır19.”
Evren yokken, “zaman var edilmeden önce – Allah- ‘Hüsnü – Mutlak’ (sonsuz Güzellik) halinde bir ‘Kunt-ü Kenz’ (Gizli Hazine) – olarak var- idi. Sonu olmayan bu yokluğun içinde kendine bakacak göz, ve vecde gelecek bir gönül istedi.”20 Bunun soncuda kainatı kendinden yarattı. Bundan sonra “ Durgun bir göle akseden güneş gibi, Kainatta var olan her cisim Allah’ın sıfatlarından birini yansıtır oldu”21 Allah evreni, evrendeki her şeyi kendi varlığından yarattığı için evrendeki canlı cansız her şey Tanrının bir görünümüdür, bu yüzden evrendeki canlı cansız her şeye yaklaşırken Tanrıya yaklaşır gibi, sevgiyle muhabbetle yaklaşmalıyız22; Tanrının evreni, evrendeki yaratıkları bu çeşitlilik içerisinde yaratmasında bir hikmeti olduğunu bilip, bundan dolayı da bunu olduğu gibi kabul edip sevmeliyiz; bu çeşitliği kabul etmeyip bir türü yok etmeye çalışmak Allah’ın iradesine karşı gelmektir; bunun için biz 72 milleti, börkü böceği olduğu gibi kabul edip sevmeliyiz, demişlerdir. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” sözü bu bütünlüğü ifade eder.
Bu anlayışa uygun olarak, insan yaratılmadan önce Tanrının bir parçası olduğu için Ölünce de “Kalıp Değiştirir” geldiği yere geri döner “Hakka Yürür”; Bektaşilerin olayı kavrayışı böyledir. Bektaşi ozanlarının bu konuyu işledikleri devriye23 adıyla anılan şiirleri vardır; Bu şiirle içinde Şirinin, Hatayi’nin, Edip Harabi’nin devriyeleri çok ünlüdürler, çok bilinirler; özelliklede Şiri’nin ki çok meşhurdur.
Kudret Kandili gerek Alevi söylencelerinde gerekse de Alevi Bektaşi ozanlarının dizelerinde çokça gecen bir kavramdır. Bu kavram evren yaratılmadan evvel Ali İle Muhammet’in Kandilde yanan bir nur gibi bulunduklarını, “Kandili-Kudrette birlikte” olan bu nurun dünyada sürekli olacağını, bunların birbirlerinden ayrılamayacağını anlatır. Kudret kandilindeki bu nur, bin bir dondan baş gösterir, imamların görünümünde dünyaya gelip gider en sonunda da Hacı Bektaş Veli olarak gelir; başka bir ifadeyle Hacıbektaş olarak görünür. “Onlar için Hacı Bektaş Veli çağ ve ad değiştirmiş Ali’dir. Serçeşme’dir.”24 Kudret kandilini anlatan şiirler imamları andıktan sonra bunu getirip Pirlerine Hacı Bektaş Veliye bağlarlar. Virâni’de bu şiirinde bunu yapıyor. Virâni’nin şiirine geçmeden Kul Himmet’in iki şiirinden konuyu anlatan birer dörtlüğü buraya almanın uygun olacağını düşünüyorum.
Yerde insan gökte melek yok iken / Kudretten bir nur idi süzüldü
Cümle mahluk kandildeki nur iken / Ayn Ali mim Muhammet yazıldı”
Nice yüz bin kandilde durdun / Ata’nın belinden mâder’e geldin
Anın için halkı gûman’a saldın / Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali”
***
Şimdi kudret kandili şiirini kıta kıta yazarak kasette bize yanlış gelen yerleri belirtip nedenleri üzerinde duralım25.
Kudret kandilinde balkıyıp duran
Muhammet Ali’nin nurudur vallah
Zuhur edip kafir (kuffar) leşkerin kıran

Elinde Zülfikar Ali’dir billah

Kasette leşkerin kıran yerine “meskenin yıkan” deniyor. Kudret Kandilinde balkıyan bir nur iken, bu defa yeryüzüne Ali olarak gelen zat, kendileriyle savaşan düşmanın askerini –din aşkına- kırar ama, düşmanın evini (meskenini) yıkar mı? Anadolu halkı Ali’yi bir hayli Anadolulaştırmış onu, olgunluğun, adilliğin, insaflılığın, merhametliliğin vb. olumlu bütün değerlerin kendi üzerinde birleşip, cisimleştiği, insanı kamilliğe örnek kişi haline getirmiştir. Böyle bir kişiye din uğruna, düşünceleri için, kendiyle savaşan askeri kırdıra bilirsiniz ama ona bir meskeni (evi), bu ev kuffarın evi bile olsa yıktıramazsınız. Leşker savaş alanına çıkıp seninle savaşan askerdir, bundan dolayı da doğal olarak askeri bir hedeftir; ama mesken askeri bir hedef değildir. Meskende suçlu, suçsuz, savaşamayacak kadar yaşlı, çocuk, kadın hatta hatta gönlünden gizliden gizliye seni seven bir taraftarda olabilir; askeri bir hedef olmayan böyle bir yeri –meskeni- yıkmak insafla, merhametle, adaletle bağdaşmaz, bunu yapmak bir zulümdür, böyle bir şeyi Anadolu halkının gönlünde yücelerden yüce bir mevkide taht kurmuş olan birine yaptıramazsınız26; böyle bir şeyi ne Noksani nede Virani aklına bile getirmez.
Anadolu halkının gönlündeki Ali savaştığı asker yüzüne tükürünce onu öldürmekten vazgeçer; düşman askeri “ beni niye bağışladın” diye sorunca da “seni din aşkına, bize karşı savaştığın için öldürecektim ama yüzüme tükürünce buna kendi hislerimde karıştı, günaha girerim diye korktum, onun içinde seni öldürmekten vazgeçtim” der. Kendini yaralayıp, ölümüne neden olan kafire karşı son derece merhametli, son derece iyi davranır, ona eziyet edilmesini önler, ölümü halinde bunun ailesine, işbirlikçisi olan arkadaşlarına karı bir kin güdülmesini düşmanlık yapılmasını, kan davasını yasaklar. “Ya Ali Canına kast eden kafire niye böyle davranıyorsun o düşman bunu hak ediyor mu diye soranlara da “ben, ona yakışanı değil, kendime yakışanı yapıyorum” der. Askeri bir hedef olmayan, masum insanlarında içinde yaşadığı bir meskeni yıkmak, böylesi bir kişiye yakışır mı hiç? yada yakıştırılır mı?…

Zuhûr etti imam Hasan Hüseyin

Onların nurundan ziyalandı din

Kırk pare bölündü Zeynel Abidin

Çekelim yasını hasbet-en-lillah
Bu dörtlüğün birinci mısrasına kaset de, “Fatma anadan geldi Hasan, Hüseyin” deniyor; Annemse “Fatime anamdan zuhroldu Hasan Hüseyin” diye yazdırmıştı; yukarda andığım kitaplardaysa “Zuhur etti imam Hasan Hüseyin” deniyor. Şiirin ölçüsüne uyduğu için kitaplardakinin daha uygun olduğunu düşünüyorum ama diğer söyleniş biçimlerinin de öz olarak yanlış olmadığını, şiirin anlamını bozmadığından, söylenirken bu tür esnekliklerin yapılabileceğini biliyorum.
Bu kıtada asıl üzerinde duracağım yer üçüncü mısradaki farklı söyleniş. Sabahat Akkiraz kasetinde “Kırklara karıştı Zeynel Abidin” diyor. Hiç kuşkusuz Zeynel Abidin kırklara karışmıştır ama, kırklara karışana, kırklara karıştı diye yas tutulmaz, yas tutulması için başka bir durumun yaşanması gerekir. Bu çelişkiyi aydınlatmak için Zeynel Abidin’in diğer düvâz- imamlarda nasıl tasvir edildiğine bakalım:
Muhabbet serisinin beşinci kasetinde ( yani “Muhabbet-5”te) Arif SAĞ’ın söylediği “Her sabah her seher ötüşür kuşlar / Allah bir Muhammet Ali diyerek” diye başlayan Kul Himmet’in şiirinde İmam Zeynel anılırken şöyle tasvir ediliyor: “ İmam Zeynel parelendi bölündü / ol imam Bakıra yüzler sürüdü / Cafer-i Sadık’a erkân verildi /Allah bir Muhammet Ali diyerek”. Aşık Veli ise (Kul Veli mahlasını kullandığı) bir şiirinde: “Aşık oldum imam Hasanı sevdim / Mazlum Hüseyin’in darına durdum / İmam Zeynel ile zindana girdim / kendimi kırk pare böleyim diye” diyerek resmediyor; Şah Hatayi’de bazı şiirlerinde “Zeynelin canına kıldılar ceza / Muhammet Bakırdır sırrı Murtaza” yada” Zeynel Abidin’in akıyor kanı/ bakır kazanında kaynıyor donu” diye anıyor27. İmam Zeynel’in şiirlerde böyle anılmasının nedeni Aleviler arasında yaygın olarak anlatılan bir destana, bir efsaneye dayanır; bu destanda İmam Zeynel’in katledildikten sonra pâre pâre bölündüğü anlatılır. Bundan dolayı Kudret Kandili şiirinin yazarı da bu geleneğe uyarak “Zeynel Abidin Kırk pareye bölündü, Allah rızası için –hiç bir şey beklemeden – onun yasını çekelim”demiştir. Sözünü ettiğim “Alevilik Destanı’nın” bir kısmını, şiirlerde de anlatılan birçok konuyu, tabiri, tasviri anlamamızı sağlayacağını düşündüğüm için, konunun bütünlüğünü bozulmasın diye, bu yazının sonuna ekleyeceğim. Örneğim Kul HİMMET’in “Bugün bize Pir geldi” deyişinde geçen “Keşiş kurbân eyledi yedi oğlunun başını” sözleriyle anlatılan efsane bu destana dayanır.
Muhammet Bakırdan Cafer-i Sadık

Musayı Kazıma İriza dedik

Tarîkat âbıyla cismimiz yuduk

Hak dedi mü’min’in kalbi beytullah (Hak buyurdu müminin kalbi Beytullah)

Bu dörtlüğün ikinci ile üçüncü mısralarında farklı söyleyişler var. İkinci mısrada andığım kitaplar “Şah Mûsâ Kâzım’la hem Rıza dedik” diyor; Sabahat Akkiraz’sa “Musa Kazım İriza’dan bin yatıp durduk” diyor. Hem kitaptaki söyleniş biçimi hem de Navruz’dan yazdığım biçimin ikisi de, şiirdeki ölçüye uyuyor; bu yüzden her ikisi de olabilir ancak, eskiden halk dilinde Rıza’ya İriza28 denildiğini düşünürsek, Navruz’un yazdırdığı biçim daha akla yatkın. Ama sonuç olarak ikinci mısradaki bu üç söyleyiş biçimi de anlamı bozmuyor, sözlü kültürde bu üç biçimde olabilir. Ancak üçüncü mısrada durum değişiyor Sabahat Akkiraz kasetinde “Tarîkat âbıyle cesedi yuduk” diyor. Bunu babama dinlettiğimde ilk tepkisi “Alevilikte ölüye bir şey yok ne varsa diriye” demişti. “Ceset” sözcüğü bütün sözlüklerde “ölü vücudu” olarak geçiyor. Ölü vücudunun tarikat suyuyla yunacağı (Târikat ehlince ölünün yüceltileceği) gibi bir kavram ne duyulmuş nede Alevilikte akıl edilmiş bir şeydir29. Aslında burada üçüncü mısra ile dördüncü mısra bir birlerini tamamlayarak Alevilikteki bir inancı anlatırlar. Oda şudur: Tanrı evreni yarattıktan sonra insana ruhundan ruh verip, insanın kalbinin içine, gönül Kabesine girmiştir ama, orada saf olarak tek başına bulunmaz, tanrı insanın gönlünde bir insanlık cevheri olarak vardır ama orada şeytanda vardır; kişi çalışıp kendini yücelterek, târikatın ilkeleri doğrultusunda yürüyerek kendini kötülüklerden arındırır, böylece gönlündeki tanrıyı (insanlık cevherini) çoğaltarak onun içinde kaybolursa (onunla hemhal olursa) onunla aradaki ikiliği kaldırıp tekleşir30, işte o zaman gönlünü tanrının evi yapar; tarîkat âbıyla cismini yıkayıp kalbini beytullah eden mü’minlerden olmak deyişiyle anlatılmak istenen budur. Bu anlayış kişiye sağlığında bir sorumluluk verir, Şeyh Bedrettin “Sen, melekle şeytanla dolusun. Vücudunda hangisi güçlüyse onun kulusun31” diyor, kişi içindeki hangi öğeyi besler güçlendirirse onunla olur; buda kişinin kendi sağlığında kazandığı amelidir. Eğer kişi tarikatın kurallarına uyarak kendini (cismini) temizler, kalbindeki tanrıyı bütün hayatına egemen kılarsa işte o zaman gönlü Tanrının evi olacaktır. Gönül Kabesi deyişi bu süreci anlatır.

Virani’yem niyazım var üstâza

Elinde Zülfikâr ol ehli gazâ

Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza

Bir bilmişim mürşidimdir eyvallah

Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza

Biz bir bildik, dedik, Allah, eyvallah

Şair son kıtada sözü bir noktaya getirip bağlıyor. Kudret Kandilinde parlayan nurun evrendeki serüvenini anlattıktan sonra yaşanılan döneme geliyor; kendisini yetiştiren üstâzına niyaz ettikten sonra elinde Zülfikârı olan gazâ ehli, bin bir dondan baş gösteren Murtaza’yı ben bir bildim oda mürşidimdir, eyvallah deyip sözü bağlıyor. Aşıklar, Zakirler bu şiiri cemde, demde söylerken son beyitti, (sondaki iki mısra) nakarat olarak tekrarlarken “bin bir dondan baş gösterdi Murtaza / Biz bir bildik, dedik Allah, eyvallah” diye pekiştirirler. M. Tevfik OYTAN “Bektaşiliğin İçyüzü”ne bu biçimiyle almış. Son beyttin iki söylenişi de öz olarak doğrudur; şiirin sonundaki bu iki mısrayı şairimi böyle (iki biçimde), söylemiştir yoksa süreç içerisinde onu söyleyen aşıklar mı bu hale getirmişlerdir, bunu bilemeyiz ama olan güzel olmuştur diyebiliriz. Şiire de, geleneğe de, Bektaşi felsefesine de uygundur.
Şiirde “biz bir bildik mürşidimdir” diye kastedilen zat Hacı Bektaş Veli’dir. Aleviler – Bektaşiler Hacı Bektaş’ı o çağda yaşayan Ali olarak görürler; “Ali’yken Veli oldu” derler. Bunu anlatan şiir çoktur; Abdal Musa : “Güvercin donuyla Urûma uçan / Erenler evinin kapısın açan / Cümle evliyanın üstünden geçen / Var mıdır hiçbir er Ali’den gayri” derken Kul HASAN bunu daha açık söylüyor : “Hayali gönlümde yadigar kalan / Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir / Darı çeç üstünde namazın kılan / Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir. Aslan olup yer üstüne oturan / Selman idi ona nergis getiren / Kendi cenazesin kendin götüren / Hünkar Hacı Bektaş Velî kendidir” diyor.32 Aşık Veysel: “Kul olanın elbet olur kusuru / Nesli peygambersin cihanın nuru / Ali’sin, Veli’sin Pirlerin Piri / Kalma kusurlara Pir Hacı Bektaş”
“Bir bilmişim” yada “Biz bir bildik, dedik Allah eyvallah” betimlemesinin bu şiirde ikili – üçlü, hatta birçok, anlamı var: Şair bu deyişiyle (bir bildik diyerek) hem evren yaratılmadan önce Kudret Kandilinde bir nur olarak balkıyıp duran Muhammet Ali’nin gerçek hayatta da bir birlerinden ayrılamayacağını, bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini tamamlayacakları inancını belirtiyor33, hem, bin bir dondan baş göstererek her çağda dünyada görülen zatın, bir zamanlar Ali olarak göründüğü gibi bir zamanda Hacıbektaş Veli olarak göründüğünü söylüyor; hem de mürşit-i kamil olarak bilip ser Çeşme kabul ettikleri bu cism-i canın Allah ile aynı nesne, onun (Allah’ın) cisimleşmiş hali olduğunu söylüyor; yani başka bir anlatımla elinde zülfikâr’ı olan gazâ ehlinin, bin bir dondan baş gösteren Ali ile Hacı Bektaş Veli’yi kendilerinin bir bildiklerini, pir bildiklerini, onları bir nesne olarak gördüklerini; bunu Allah bildiklerini söyleyip, bu inancı kabul ediyorum anlamında “Allah eyvallah” diyor34. Virani’nin şiirleri incelendiğinde, buna benzer betimlemelerin çokça olduğu görülecektir.
Şiirin son dörtlüğünde Sabahat Akkiraz’ın, bizce yanlış olan söyleyişlerine gelince; şiirin kime ait olduğu ile ilgili düşünce farklılığımızı yukarda yazmıştım. İkinci mısrada Sabahat Akkiraz “Elinde Zülfikâr hem ehli kande” diyor. Kande sözünün Türkçe anlamı –tamı tamına – nerede demek. Sabahat Akkirazın söyleyişindeki kande sözcüğünün yerine Türkçe karşılığını koyarak düşünürsek buradaki anlamsızlık apaçık görülür; bu mısra ya “Gaza: Din aşkına savaşan” sözcüğü ile “ Kande: Nerede” sözcüğünü koyarak verdikleri anlamı düşününce, durum apaçık anlaşılıyor35. Ancak Sabahat Akkiraz bu kıtadaki asıl yanlışı son mısrada yapıyor, burada Sabak Akkiraz “Mürşüdümüz bülbülümüz eyvallah” diyor. Elbette mürşidimiz bülbülümüz ama buraya bu mısra ne alam veriyor, yukarı da ki mısra ile beraber düşünülünce anlamsızlığı görülüyor; şiirin başından buyana anlatılan, Kudret Kandilindeki bir ışıkken görülüp “bin bir dondan baş gösteren” diye çeşitli serüvenlerini anılan, bu nurun çağımızdaki görüntüsünü söylenip, sözün bağlaması lazım, bu gerçekleşmiyor. Halbuki gerek Navruz’un gerekse diğer kitapların söylediği şekilde bu gayet acık, gayet net; bin bir dondan baş gösteren Ali’yel Murtazayı biz bir olarak, Mürşidimiz olarak görüyoruz, “Alah eyvallah diyoruz” diyor, doğrusuda bu.
***
YAZIYA GEÇMEMİŞ BİR DESTAN
İlerde tümünü, bağımsız bir yazı olarak kâğıda dökmeyi düşündüğüm, Navruz’dan teybe kaydettiğimiz bir destan var; bu destana ne ad verilmeli, bu destanı kim yazmış, yazılı bir yerde var mı bilmiyorum; bildiğim bir şey var oda şu: bu destanda anlatılanlar Alevi ozanlarınca biliniyormuş, deyişlerinde burada anlatılanları işlemişler, deyişlerde anlatılanlar bu destandakine uygun; özcesi, bu destan hem deyişleri daha iyi anlayıp yorumlamamıza, hem de Alevilerin insanlık tarihini nasıl algıladıklarını anlamamıza ışık tutuyor. Eğer bu destan, hiçbir yazılı kaynakta yoksa henüz yazıya geçirilmemişse, kültürümüz adına birilerinin elini çabuk tutup bu kaynakla ilgilenmesi, gerekiyor, diye düşünüyorum.
Destan Musa Peygamberin bir ağaya çoban durmasıyla başlıyor. “ Davarlarını yaydıracak çoban arayan bir ağa varmış. Genç biri gelip bu işe talip olmuş. Ağa kızına “kızım değneklikten bir değnek getir, çobana ver de bu çobanı bir deneyelim”demiş. Kız gidip değneklikten bir değnek getirmiş, ağa “ kızım o değneğin sahibi var, onu götür başka bir değnek getir “demiş. Kız gitmiş yine aynı değnekle gelmiş. Ağa değneği değiştirmesi için kızını tekrar salmış kız elinde aynı değnekle tekrar gelmiş. Kız böyle üç defa gidip aynı değnekle gelince ağa, “kızım benim kırk tane değneğim (deyneğim) var bunu götür başkasını getir diyorum, sen her defasında aynı değneği getiriyorsun” diye kızmış. Bunun üzerine kız “baba ben ne yapayım bunu götürüp değnekliğin en dibine atıyorum yeniden değnek alırken yine hoplayıp aynı değnek elime geliyor” demiş. Bunun üzerine “Peki öyleyse” demiş babası “değneği gence ver de çobanı bir deneyelim bakalım, bakalım ne olacak” demiş.
Musa davarları yaymaya başladıktan bir müddet sora, ağa bir gün çobanı yanına çağırıp “oğlum bu değneğin bir kerametini (bir yararını) görüyor musun” diye sormuş; -Musa biraz saf, birazda tembelmiş- “Yok ağam demiş, yalnız karanlık olunca değneğimi yukarı kaldırırsam değneğin başından bir ışık çıkıyor, önümü aydınlatıyor. Susayınca değneği ardıma dayıyorum değneğin toprağa deydiği yerden bir su çıkıyor, oradan suyumuzu içiyoruz. Bir de geçenlerde uyumuşum, uyandım ki ne göreyim davarlar sizin ejderha var diye yasakladığınız bölgeye gitmemiş mi? oraya korka korka vardım ki ne varıyım, ejderha ikiye bölünmüş, davarlar gereğine yayılıyor, değnekte oracıkta oturuyordu, değneğin ucunda da aciycik (azıcık) kan vardı”. “İyi” demiş ağa “öyleyse sen davarları yaymaya devam et”
Bir gün Musa’nın sürünün yanına dört kurt gelip “ ya Musa biz payımızı (kısmetimizi) almaya geldik, bırak bizi hakkımızı alalım” demişler. “Yok” demiş Musa, davarlar benim değil ağanın davarları, ona danışmadan size bir şey veremem” . Kurtlar “İyi ya öyleyse” demişler, “sende git ağana danış gel, sen gelene kadarda davarlarını biz yayalım”. “Yok” demiş Musa “ya ben gidince siz bütün sürüyü parçalarsanız, o zaman ben ağama ne derim, o zaman ne olacak, size nasıl güveneyim”. Kurtlar “Yemin edelim” demişler, “Peki” demiş Musa, O zaman kurtlar şu yemini etmişler: “goğ gaybet söyleyip, cahil azdıran, eyelini yalın ayak gezdiren, büyük kız saklayıp sınır bozduranların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar sürünü yayarız, sürüyün kılına bile zarar getirmeyiz”.
Bunun üzerine Musa ağasının yanına gelmiş. Ağa Musa’yı görünce “oğlum hayrola davarları ne ettin de geldin” diye sormuş. Musa da “ ağam dört kurt geldi, nasiplerini istiyorlar onlara nasiplerini vereyim mi vermeyeyim mi diye size danışmaya geldim” demiş. “Davarları ne yaptın Peki” demiş ağa, Musa “ Davarları kurtlara emanet ettim”demiş. “Oğlum hiç koyun kurda emanet edilir mi” deye sorunca da Musa, “büyük yemin ettiler ağam” demiş, “peki ne dediler” demiş ağa, “dediler ki ‘ büyük kız saklayıp sınır bozduran, eyelini yalın ayak gezdiren, goğ gaybet söyleyip cahil azdıran insanların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar biz davarlarına hiç dokunmadan onları yayarız” dediler demiş. Ağa bunun üzerine “peki öyleyse” demiş, “öyleyse sende git onlar deki, ‘ağam dedi ki de, dördü de dört yerden dıhılsın dedi, alsın kısmetini çekilsin dedi aldığı lokmada pâk olsun dedi de, yarın gündüz de sürüyü yatağa getir, sürüyü bir çiftleyip tekleyelim bakalı ne almışlar”.
Musa sürünün yanına gelmiş, gelmiş ki ne gelsin Kurtlar sürünün dört başına oturmuşlar sürü gereğine ( keyfince) yayılıyor.
Anemin deyişiyle söylersek- Kurtlar Musa peygamber efendimi görünce, “ağan ne dedi ya Musa” diye sormuşlar; oda “ Ağam dedi ki demiş, ‘dördü de dört yerden dıhılsın’ dedi, ‘alsın kısmetini çekilsin’ dedi, ‘aldığı lokmada pâk olsun’ dedi”. Bunun üzerine dört kurdun dördü birden sürüye dalmışlar.
Sabah olunca Musa sürüyü yatağa getirmiş. Ağanın kızları sürüye girip bakmışlar, sürüyü tekleyip çiftlemişler ki, koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzusu yok. Kızlar babalarına gelip demişler ki “ baba sürüyü tekleyip çiftledik, bütün sürü tamam, yalnız koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzu yok, kurtlar sadece koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzuyu almışlar”
Bu koç, sonradan Halil İbrahim peygambere, İsmail Peygamberin yerine kurban olarak, gökyüzünden sağılıp inen koç muş.
Bundan sonra İbrahim Peygamberle İsmail peygamberin öyküsü kurtların Musa’nın sürüsünden aldığı koçun gökyüzünden sağılıp inerek İsmail’i kurtarışı anlatılıyor.
Bu destanın bölümleri içerisinde benim gibi, dinleyen her insanı etkileyeceğini sandığım Kerbela bölümü var; bu bölümün bir kısmını buraya alıyorum:
Kerbela da, Hüseyin’in ailesinden, şehit düşenler, oradaki aile hayatı tek tek anlatıldıktan sonra sıra On Muharreme ( Âşûrâ gününe) geliyor.
O gün, On Muharrem günü Peri padişahının oğlunun düğünü varmış. Peri padişahı kardeşlerini yanına alıp anasının hayır himmetini (duasını) alıp düğünlerine davet etmek için anasının yanına gelmiş, anasını düğünlerine davet edip düğünlerini başlatmak için izin istemiş. Bunu duyunca Anası peri padişahına: “Âh yavrum ah, bu gün ne gün biliyor musunuz,” demiş “bu gün Hazreti Muhammet’in sevgili torunu İmam Hüseyin şehit edilecek, bu gün kuşlar bile ötmüyor, böylesi bir günde hiç düğün yapılı mı” demiş. Çocukları “ ana neler diyorsun sen, sen bunarı bize niye önceden söylemedin, biz bunları bilmiyorduk ki, biz bunları bildikten sonra hiç onu şehit ettirir miyiz, biz gider onu şehit edecekleri vururuz, kırarız tarumar ederiz” deyip analarının yanından ayrılıp Hüseyin’in yanına koşmuşlar.
Sabah olunca perilerin şahı, ordusunu toplayıp Hüseyin’in yanına gelmiş, – öyle kalabalıklarmış ki gözün alabildiği yere kadar ortalık perilerle doluymuş- periler şahı “ya Hüseyin bize izin ver düşmanlarını yıkıp yemirelim” demiş. Hüseyin “yok” demiş, “izin veremem” ; “niye” demişler, demiş ki “ sizin gözünüz açık, siz her şeyi görüyorsunuz, onların gözleri perdeli, siz onları vuracaksınız, kıracaksınız, öldüreceksiniz, onlar size bir şey yapamayacaklar. Bu adil, mertçe bir davranış olmaz, bunu kabul edemem. Sonra Allah böyle buyurmuş, bu Allah’ın karşısında beni cüda düşürür, siz varın işinize gidin, düğününüzü dergahınızı yapın, ben kaderime razıyım” deyip perileri salmış36.
Sonunda Hüseyin cenk alanına çıkmış, yorulmuş, kendi kendine artık yeter buraya kadarmış deyip attan inmek istemiş. Bu defa “ Yok demiş” Zülcanah “ ben seni asla bu yezitlere bırakmam alır seni kaçarım” demiş. Hüseyin, Zülcanağa “ben çok yara aldım, beni bırak beni Hak’tan cüda düşürme”demiş. Biraz direndikten sonra Zülcanah, Hüseyin’e “ eğer bana bir daha binmeyi vaat edersen seni o zaman bırakırım” demiş. Hüseyin de “va’dim olsun ki sana bir daha bineceğim” demiş. O zaman, Hüseyin’den bu sözü alınca, Zülcanah dizlerini eğip usulca Hüseyin’i sağ tarafından bırakmış. Zülcanah, Hüseyin’i bırakınca oradan kaçmış, atı tutamamışlar. Zülcanah gündüzleri dağda, taşta gezer akşam olunca da gelip ağzını Hüseyin’in margabına verip öyle yatarmış. Hüseyin, Müsayip Gazi donunda geldiğinde Zülcanah onu karşılayıp, Müsayip Gaziyi sırtına alıp, öyle gelmişler; Böylece Hüseyin sözünü tutup (ikrarında durup)37 vaat ettiği gibi Zülcanağa bir daha binmiş.
Hüseyin attan inince ( düşünce), Hüseyin’i şehit etmek için kopup gelmişler. Hüseyin gelenlere demiş ki “ beni şehit edecek olan kişi, kazma dişli, kuzgun döşlü, goğ gözlü biri olacak”. Hüseyin’i şehit eden kafir böyle biriymiş.
Hüseyin’in başını gövdesinden ayırıp, kellesini alıp götürmüşler, vücudu orada kalmış. O yörede bir çoban varmış, gelir şehitlerin üstünü başını soyarmış. Hüseyin şehit düşünce, çoban onunda üstünü başını soymaya gelmiş. Hüseyin, üzerini soymaya gelen çoban elini uzatınca elini tutmuş. Çoban Hüseynin o elini kesmiş, bu defa öteki eliyle tutmuş, o elini de kesmiş, sonunda Hüseyin’i soyup, çırıl çıplak orada bırakmış.
Bu duruma Allah’ın gönlü razı olmamış, Cebrail’i yanına çağırıp demiş ki. “Bu çoban kafiri Hüseyin’in de üstünü başını soydu, güneşin arnacında öyle çırılçıplak, bıraktı gitti, git kanatlarını Hüseynin üzerine ger de öyle açıkta çırıl çıplak kalmasın” demiş.
Cebrail Hüseynin yanına gelip kanatlarını üzerine germek isteyince, Hüseyin Cebrail’e ne yaptığını sormuş oda böyle böyle diye durumu anlatmış. Bunu üzerine Hüseyin “ giiitt” demiş “Allah beni şimdimi düşündü, ehli ayalim, bütün ailem böyle Per perişan olup, şehit edildikten sonramı beni kayırmış, var ona Hüseyin bunu kabul etmedi de” diyerek Cebrail’i geri göndermiş. Allah Cebrail’i tekrar göndermiş, Hüseyin yine kabul etmemiş. Allah bu defa (üçüncü kez), Cebraili Hüseynin yanına gönderirken demiş ki “Git Hüseyin’e söyle, Allah diyor ki de Hüseyinliğin mertebesi benim nazarımda o kadar büyük, o kadar ulu ki, eğer O bunun külfetine razı olmuyorsa, O bu yükü taşıyamayacaksa, O, Hüseyinliğini bana versin bende Allahlığımı ona veriyim diyor de38 demiş. Cebrail bu defa Hüseynin yanına gelince, Allah “böyle böyle” diyor demiş; Hüseyin bunun üzerine “peki öyleyse” deyip Cebrail’in üzerine kanatlarını germesine izin vermiş.
Hüseyin’in gövdesini orada koyup başını alıp gitmişler, Hüseyin’in başıyla top oynar gibi oynarlarmış, akşam olunca Hüseyin’in başını bir Keşişin evine koymuşlar; sabah olunca geri alıp top oynayacaklar. Keşiş can gözü açık olan iyi biriymiş, yattığı yerden Hüseyin’in başını gözlemeye başlamış. Ortalık iyice kararınca, kapı gıııçç diye açılmış, içeri Muhammet Mustafa gelmiş, Muhammet içeri girince Hüseyin’in başı doğrulmuş şöyle biraz yukarı kalkıp Muhammedi selamlamış. Az sonra kapı yine usulcacık açılmış, Aliyel Murtaza gelmiş, onun peşinden Fatima, ardından da Veysel Karani gelmiş. Muhammet Hüseynin başını dizinin üstüne alıp öpmüş, sevmiş; beşi birlikte39 sabahaca birbirleriyle konuşmuşlar (Hasbi hal etmişler); Keşiş gönül gözü açık olgun bir kişi olduğu için, bu olup bitenleri görmüş, canı gönülden seyretmiş.
Sabah olunca kafirler Hüseynin başını almaya gelmişler; keşişin yedi oğlu varmış, Keşiş, Hüseynin başını onlara vermemek için oğullarından birin başını kafirlere vermiş. Kafirler biraz sonra gelip demişler ki “ bu baş o baş değil, biz Hüseynin başına ayağımızla vurunca ortalığa sanki bir ışık saçılırdı, bu başa vurunca dağılıp kararıyor, bize o başı ver” demişler. Keşiş bu defa diğer oğlunun kellesini vermiş, gitmiş tekrar gelmişler, keşiş bu defada diğer oğlunun başını vermiş, kafirler buda o baş değil, biz o başı isteriz diye, tekrar gelmişler derken Keşiş yedi oğlunun yedisinin de başını kesip kafirlere vermiş yinede Hüseynin başını vermemiş.
Kul Himmet Üstadın dillere destan olan “Bu gün bize pir geldi” deyişinde geçen “Keşiş kurban eyledi / Yedi oğlunun başını / Keşişler kurban eyledi / kafirler kan eyledi / gökten indi melekler yerde figan eyledi” dizelerinde anlatılan öykü işte budur.40
Zeynel Abidin Kerbela katliamından kurtulmuş ama onu hemen zindana atmışlar; Zindanın kapısında bekleyen kırk tane bekçisi varmış. Bu bekçilerden birinin kızı bir gün babasına demiş ki: “baba yarın bütün bekçileri evine sal, bu gün zindanı tek başıma ben bekleyeceğim de, ben Zeynel Abidini görmek istiyorum, bir yemek kayıtlayayım gidip Zeynel Abidini ziyaret edelim”. Zindancı kızının ısrarına dayanamayıp “yavrum bir deneyim ama bu iş çok zor bir iş, zindancılar gitseler bile, zindanın kapısının ardında öyle bir taş var ki kırk kişi ancak yerinden oynatıyor, sen o taşı kaldırıp kapıyı açıp ta içeri giremezsin” demiş. Kız “Baba sen diğer arkadaşlarını yolla gerisini ben hallederim”deyip babasını ikna etmiş. Sonunda kızın dediği olmuş, babası diğer zindancıları göndermiş, kız yemekleri hazırlamış, kırk kişinin bile yerinden oynatmakta güçlük çektiği o taşı tek başına bir kenara çekip, babası ile birlikte İmam Zeynelin yanına girmişler. Muhabbetler edilip, yemekler yenilip içildikten sonra İmam Zeynel kıza bir lokma verip, “Kızım şu lokmamı al, bu emanetime iyice sahip ol” demiş, zindandan çıkıp evlerine dönmüşler. Kız o lokmayı yiyince hamile kalmış.
O gün iktidarda olan kafir kimse, kötü bir rüya görerek kan ter içerisinde uykusundan uyanmış. Kafirin rüyasında, bir şey göğe ağmış, başka bir şey yere çakılmış, bir devenin boynu incelmiş, uzamış, incelmiş, incelmiş ip gibi olmuş ama bir türlü kopmamış, sonunda bu devenin karnından bir varlık çıkıp kafirin tacını tahtını başına yıkmış, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakmış. Kafir kan ter içerisinde uyanıp bütün rüya tabircilerini, halayıklarını, hizmetçilerini toplamış, “bu rüyamı yoyun, bu rüyam ne anlama geliyor” demiş; hiç biri bu rüyayı yoyamamış (Anlatamamış). Bütün bunlar demişler ki “ biz bunu yoyamak bunu yoyarsa yoyarsa –anlatırsa- ancak imam Zeynel yoyar (anlatır)” demişler. Bunun üzerin, Kafir “Zeynelli getirin” demiş. İmam Zeynel huzura gelip kafirin rüyasını dinledikten sonra demiş ki: “ bak kafir” demiş, “bu rüyanı anlatınca (yoyunca) sen beni öldürtürsün ama ne yapıyım, bizden yalan tesir olmaz41, biz yalan söyleyemeyiz. O göğe çekilen ud, yere gömülen hicap, senin baskından, şerrinden, kötülüklerinden dolayı utanma, arlanma, sıkılma diye bir şey kalmayacak. O devede biziz, biz imamlar sülalesiyiz, o devenin boynu gibi bizler de inceliriz, ufalırız, azalırız ama asla bitip tükenmeyiz, sonunda içimizden biri çıkıp tacını tahtını başına yıkacak, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakacak, rüyanda gördüklerinin anlamı bunlar”.
Kafir bunları duyunca deliye dönmüş, hemen “Zeynel’i paralayın” demiş. İmam Zeynel’i öldürmüşler; İmam Zeynel öldürülünce gün tutulmuş, üç gün boyunca, göz gözü görmez olmuş; gündüzleri de tıpkı gece gibi zifiri karanlık olmuş. O üç gün boyunca, gelir İmam Zeynel’in teninden bir parça kesip onu bir ağacın ucuna takıp yakarlar, onun verdiği ışıkla dolaşırlarmış. …
Bu öyküden dolayı, İmam Zeynel deyişlerde, Düvaz imamlarda (İmamların adını anan dualarda) “kırk pare bölündü” diye anılıyor. Kudret Kandili şiirinde de böyle kullanılmış olması gerekir.
Bundan sonra İmamların avına çıkılmış; Falcılarca falına bakılan kadınlardan hangi kadın imamlara hamile denirse yada imamlar soyundan birini doğurabilir diye şüphelenilirse, o şüphelendikleri kadınları bile öldürmeye başlamışlar. Destanın bundan sonraki kısmı uzayıp bir türeyiş efsanesine dönüşüyor.
***
Destan anlatmayı burada bırakıp, araya girmek istiyorum. Bunları anlattığım, bu destanı dinleyen bir çok dostum, bunlar gerçek mi derler, bende evet gerçekler ama nasıl gerçekler derim; Hz. Muhammet’in Burak adında bir ata binip yedi kat semaya ( Arşı alaya) çıkıp, orada Allah la konuşması nasıl gerçekse buda öyle gerçek; Ayın ikiye bölünmesi yada Hz. Musa’nın önünde Kızıl Denizin yarılması nasıl gerçeklerse bunlarda öyle gerçek; Hz. Muhammet’in Allah la konuşup gelirken cem yapılan eve misafir olmasında ki öykü, Kırklar Cemi nasıl gerçekse buda öyle gerçek42derim. Bunlar ezilen halkın içinde (gönlünde) yarattığı, olmasını istediği özlemleridir; Bunlar ezilenlerin ezenlere (egemenlere) karşı direnişi, kendi kendini avutması, kendi kendini teselli etmesi için yarattığı, savunma araçları, ezene karşı direnişini yaptığı kaleleridir; zaman içinde dönüşe dönüşe işte böyle dinin mistik söylemleri haline gelmişler. Sonuç olarak, bu dini bir anlatım, dinin anlatımı, efsaneler böyle olur, önemli olan bunlarla verilmek istenen mesajı alabilmek; Halkın bunları üretmeye, bunları düşünmeye neden ihtiyaç duyduğunu bilebilmektir. Katibi “ Bu kafadan bakan göz ile değil” derya işte öyle; bu Anadolu Alevi’sinin üç bin yıllık, beş bin yıllık insanlık tarihini “gönül gözüyle” görüp, gözden geçirip, inceledikten sonra, bunun bir değerlendirmesini yaparak, insanlığın başından geçenleri gönlündeki özlemleriyle bezeyerek, içinden geçirdiği haliyle yeniden yoğurup şekillendirerek geri bizlere anlattığı gerçeklerdir. Anadolu Aleviliğinin özgünlüğü de diğer coğrafyalarda ki Şiilikten, Sünnilikten farkı da buralardadır. Bu farkları görmeden Anadolu Aleviliğinin özgünlüğünü anlayamayız. Önemli olan insanlığın başına gelenlerden Anadolu insanının, (Anadolu Alevi’sinin) neler yarattığıdır. Yada başka bir deyişle söylersek burada önemli olan Alevilerin başına gelenler değil, Anadolu insanının bunlardan neler ürettiği, neler yarattığıdır43.
Şimdi gelelim, bu şiirlerin anlaşılması bahsinde bu destandan bu kadar uzunca niye söz ettiğimize. Bu güzel deyişlerin, duaların, türkülerin, şiirlerin hiç birisi tesadüf üzere yazılmamıştır; bunların hepsi bir çabanın, bir güzel emeğin, bir üstattan (üstâzdan) el alıp, yani bu işi bir ustadan öğrenip rehberinin yardımıyla bir mürşide bağlanarak bu uğurda, bu yolda olgunlaşarak ulaşılan bir merhalenin, bir birikimin sonucudur44,. Bu deyişlerin altında, bu gemiyi yüzdüren kocaman bir kültürel birikim yatmaktadır. Deyişlerin (Şiirlerin) tümünde, sanırsınız bir kalemden çıkmış gibi ideolojik bir birlik vardır. Bir olguyu, bir motifi değişik şekillerde işlemişlerdir ama özünde anlatılan “birdir”. Nasıl Taptuğun kapısında “Yunus miskin çiğ idik biştik elham dülüllah” denmişse bu ozanların tümüde böyle bir emeğin sonucu bu olgunluğa erişerek bu güzel şeyleri üretebilmişlerdir. Yoksa bu kadar büyük başarılar, yüzlerce yılı geride bırakarak günümüze gelen, her çağda güncelliğini kaybetmeyen yapılar tesadüfler sonucu olamazdı. Ozanlarımız bu uğurdaki çabalarında Alevi tarihinin yarattığı bu değerleri biliyorlarmış ki bunları yeniden yeniden üretmişler, oya gibi boncuk boncuk işleyip bu günlere ulaştırmışlar. Bugün bunların anlaşılıp özüne layık bir biçimde yorumlanması içinde, bu kültürün bilinmesi gerekiyor. Örneğin; Aşık “on yedi yaşımdan doğdum anamdan” diyor, bu gün bunu yorumlayacak kişi bunun Alevi –Bektaşi dilinde yola girmek anlamına geldiğini, “ölmeden önce ölüp” yola girerek yeniden doğulduğunu anlattığı bilinmezse doğru yorumlayamaz; bunu daha somutlarsak, aşık Hüseyin bir deyişinde “Fargeyledik be altında noktayı” der; aşık böylece, Hz. Alinin Muaviyeye karşı yürüttüğü kampanya sırasında yaptığı bir konuşmasına atıfta bulunur. Bugün bununu eserine alacak sanatçıda bunun ne anlama geldiğini, burada ne kast edildiğini 45öğrenmişse, bunu hem düzgün okur, hem de düzgün yorumlar; yoksa bozuk bir saatin bazı anlar doğruyu gösterdiği gibi iş tesadüfe kalır. Her şey böyledir.
Bu gün bunları anlamak isteyende, anlayıp içten hissederek söylemek isteyende bu deyişlerin ruhunu hissetmek için bunları bilmelidir. Bu deyişler, bu şiirler aslında bir birlerini tamamlarlar. Bunları söylerken, okurken tümünü söyleye bilsek, birinden öğrendiğimiz bir bilgi diğer bir deyişi anlamamıza yol açar. Bu yüzden bu günlerde bu deyişlerimizi kasetine okuyan sanatçılarımıza “eserin tümünü okuyamasanız da, deyişin tümünü eserinizin kapağında yazınız” diye yapılan önermeyi tekrarlamalı, bunları yapmaya teşvik edip, bunu yapanları taktir edip, övmeliyiz. “Marifet taltife tabidir” derler, bizde iyi olanları övüp herkese göstererek, örneğin gücüyle herkesi bu yola gelmeye zorlamalıyız. Bu konuda Ruhi Su’nun kasetlerindeki özen, titizlik iyi bir örnektir, bu günlerde ise Kalan Müziğin çıkardığı “Arşiv Serisi” her türlü taktiri hak eden çığır açıcı güzel bir çalışma, güzel örnekler. Aslında, bu kültürü işleyen ortalama bir kaset böyle bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkmalıdır, bu kültüre yakışacak olanda budur, bu kültürün işlendiği ürünlerin ortalaması böyle olmalı ki, bununda üzerinde yükselecek dağları tepeleri olabilsin.
Deyişleri yazarken şunu fark ettim; bu deyişleri yazdıran insanlar deyişleri; aşık malı, Mürşit malı diye ikiye ayırıyor. Aşık malı deyişler içerisinde de yedi ulularınkine ayrı bir yer veriyorlar46. Mürşit malı diye; Katibi, Fevzi, Şiri, Hasreti, Cemali gibi Hacıbektaş soyundan gelen Çelebileri kastediyorlar. Cemlerde aşıklar atışırken bir aşık mürşit malı deyişler söylemeye başlarsa, diğer aşıkta mürşit malı söylermiş; sonra mürşit mali deyişleri az bilen söyleyecek deyiş bulamadığından susar, kimin (hangi aşığın) bildiği çoksa o bildiklerini peş peşe söyleyerek sözü bağlarmış.
Bende “gerçeğe hü” diyerek sözü bağlıyorum; gerçeğin demine hû …

A. Rıza Aydın

Kaymak Köyü – 2 Ağustos 2003 ; (16.Mayıs 2004 –Adana)

YAZIDA İNCELENEN ŞİİRLER:

Ek- 1

Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü

Seyit sultan Celal dünyadan göçtü

İbdiyi tanımı lokman ağladı
Erenler sağına soluna geçti
Hazreti Pir Balım Sultan ağladı
Sabah namazında koptu bir figan
Hatice Fatime eyledi evkar
İşitti bu hali Feyzullah sultan
Ah etti ciğerim büryan ağladı
Saatler tutuldu çanlar çalınmaz
Ademden Hateme dengi bulunmaz
Dahi selevatsız ismi anılmaz
Onun için ehli iman ağladı
Kıble tarafına döndü yönünü
Dört meleyke geldi okşar tenini
Giyittiler şahı Merdan donunu
Şetti baki şahı Merdan ağladı
Teneşir üstüne koydu yudular
Orda muradına aldı adiler
Sultan Feyzullahı yalınız koydular
Gökte melek yerde insan ağladı
Muhammet sağında Ali solunda
İmam Hasan İmam Hüseyin kendi halinde
Dedeler Dervişler tabut kolunda
Gökte melek yerde insan ağladı
Hafızlar yanında illa fetane
Okurlar kuranı azimi mevla
Zeynel Abidin’de ta şuptan şupa
İmam Bakır ile zindan ağladı.
Üçler kapısından içeri girdi
Musalla taşında namazın kıldı
Hazreti Hünkara yüzünü sürdü
İmam Cafer Ali imran ağladı
Musayı kazımın indi belinden
İmam İrizanın koktu gülünden
Has bahçenin seher bülbüllerinden
Kan akardı çeşmi giryan ağladı
İmam bilmeyenin kalbi kör oldu
Muhammet Tağı ile Nağı nur oldu
Kırklar meydanına girdi sır oldu
Bir nur doğdu şemsi çihan ağladı
Onur doğdu Feyzullahın başına
Gadem bastı Muhammedin yaşına
Ol Hasan askeri Mekdi coşuna
Haykırı ben sahip zaman ağladı
Kelemi cevadende oldu hesabı
Ebdebi kabirde buldu hesabı
Bin iki yüz yetmiş dörtte Şahabı
Kerbela’da ulu divan ağladı

Kaynak : Kaymaklı Navruz Aydın

Şahabı adında bir şair Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi (İsmail Özmen) kitabında yok.
Ek- 2

Zeynolmuş kâkülün enver misali

Boyun erguvandan güzelsin güzel
Çatılmış kaşların gonca-yı âla
Ay mâh-i tabandan güzelsin güzel
Hüsnünde yeşil hat aşikar olmuş
Çatılmış kaşların zülfikâr olmuş
Gözlerin aleme hükümdar olmuş
Mührü Süleyman’dan güzelsin güzel
Velim aydur suretin hatmi secdegâh
Sensin bütün güzellere pişigâh
Bir nebi neslisin adil padişah
Hasılı cihandan güzelsin güzel
19 temmuz 2003 – Kaymak Köyü
Bu şiir Aşık Velini’nin şiirlerinin yayınlandığı Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi ile Emlek Alevî Âşıkları kitaplarında yok
Ek 3.
DÜVAZ İMAM
Selevattan indi nişan
Muhammet ehli dindir
Deyverin ey sofular
Evvelki imamınız kimdir:
Birincisi İmam Ali
İkincisi İmam Hasan
Üçüncüsü İmam Hüseyin
Dördüncüsü İmam Zeynel
Beşincisi İmam Bakır
Altıncısı İmam Cafer
Yedincisi Musa’yı Kazım
Sekizincisi İrizayı Haldır
Dokuzuncusu Muhammet Tağı
Onuncusu Ali’yel (Ali gel) Nağı
On birincisi Hasan Ali Askeri
On ikincisi Mehtiyi sahip zaman
Derviş Alim bakışına
Böylece girdim düşüne
İki cihan güneşine
Oda din ile imandır
Kaynak kişi : Navruz Aydın. Kaymak Köyü
Ek4
KUDRET KANDİLİ -1

kudret gandilinde balkıyıp duran

Muhammet Alinin nurudur vallah
Zuhûr edip kafirin leşkerin kıran
Elinde Zülfikar Ali’dir billah
Elinde Zülfikar altında düldül
Önünde Kanber’in dilleri bülbül
Hatice’yi Fatime anam cennette bir gül
Ona sırrım dedi Hak Habibullah
Fatime anamdan doğdu Hasan Hüseyin
Onların nuruyla ziyalandı din
Kırk pare bölündü Zeynel Abidin
Çekelim yasını hasbetenlillah
Muhammer Bakırdan Caferi Sadık
Musayı Kazıma İriza dedik
Târikat abıyla cismimiz yuduk
Hak buyurdu müminin kalbi Beytullah
Tağı Nagı müminlerin civanı
Ol Hasan Askeri cismim sultanı
Elinde höçceti Mehdi zamanı
Vakit tamam oldu gönder ya Allah
Ta ezel ezelden böyle buyruldu
Hariciler bu dergahtan sürüldü
Kün deyince yedi kat yer dürüldü
Bir harfinen bina kurdu arşullah
Virani’yem niyazım var üstada
Elinde Zilfikar ol ehli gaza
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Bir bilmişim mürşidimdir eyvallah.
19 temmuz 2003

Kaynak: Navruz Aydın -Kaymak Köyü

KUDRET KANDİLİ -2
Aynı deyiş Sabahat Akkiraz’ın
Yiğit insanların türküleri” kasetinde şöyle:
Kudret kandilinde balkıyıp duran
Muhammet Ali’nin nurudur billah
Zuhur edip küffarın meskenin yıkan
Elinde Zülfikar Ali’dir billah
Elinde Zülfikar altında Düldül
Önünde Kanber’in dilleri bülbül
Hz Fatime anam cennette bir gül
Ona sırrım dedi hak Resuullah
Fatma anadan geldi Hasan Hüseyin
Onların nuruyla ziyalandı din
Kırklara erişti Zeynel Abidin
Çekeriz yasını hasbetenlillah
Muhammet Bakırdan Caferi Sadık
Musa-i Kazıma İriza’dan bin yatıp durduk
Tarikat abıyla cesedin yuduk
Hak buyurdu müminin kalbi beytullah
Taki Naki imamların şivanı
Hasan-ül Askeri cismim sultanı
Elinde Zülfikar Sahip zamanı
Vakit tamam oldu göndere Allah
Naksaniyem niyazım var üstada
Elinde zülfikar hem ehli kande
Bin bir dondan baş gösterdi Aliyel Murtaza
Mürşüdümüz bülbülümüz eyvallah
1 Kaymak Köyü, Şarkışla’nın Emlek bögesinde yer alan, Kızılırmak’ın kenarında küçük bir köy.
2 Düvâzdeh: (Farsça) on iki sözcüğü imâm sözcüğüyle birleşip “Düvâzdeh imam” diye söylenirmiş ama bizim yörede bu bir kısaltmaya uğramış “Düvâz İmam” biçiminde söylenir. On iki İmamların adını anan dua anlamına gelir.
3 Annemi köyde herkes adıyla -Navruz diye çağırır, biz çocukları, torunları, gelinleri de onu Navruz diye söyleriz; bundan dolayı yazı boyunca da çoğunlukla annem yerine Navruz diyeceğim.
4 Burada belirtilmesini düşündüğüm bir not var: “Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü” şiirinin mahlasında adı geçen ŞAHABI adına İsmail ÖZMEN’in “Alevi Bektaşi Şiirleri Antolojisi” adlı kitabında rastlamadım. Bu kadar güzel şiir yazan birinin tek bir şiir yazması düşünülemez, başka yerlerde mutlaka olmalıdır diye düşünüyorum.
5 Alevilerin – Bektaşilerin kovuşturmalara uğrayıp kitaplarının yasaklandığı o dönemlerden bu günlere, bu şiirler gele bilmişse, bunlara meraklı, bu deyişlerin değerini hisseden, böylesi bir avuç Bektaşi aydınının gayretleri, büyük çabaları sonucu gelebilmiştir.
6 Tarihleri A. Celalettin ULUSOY’un “Alevi-Bektaşi Yolu” adlı kitabından aldım. Kitapta ölüm tarihi üç yerde geçiyor biri farklı doğrusun bu (1846 yılı) olduğunu düşündüm; A.Celâlettin ULUSOY kitabının iki yerinde ölüm tarihi ile ilgili olarak şöyle diyor: “Hamdüllah Çelebi, Amasya’da sürgünde bulunduğu sırada 1846 yılında ölüyor” Sayfa 93; “1846 aynı zamanda Hamdüllah Çelebi’nin Amasya’da öldüğü tarih” sayfa 97.
Bu tarihi, Aşık Veli’de Hamdüllah Çelebi’nin “Don değişti şu dünyadan göç oldu” diye belirttiği şiirinde “Sene bin iki yüz altmış üç oldu” diye belirtiyor; İsmail Özmen Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi’nde –yanlış olan- diğer tarihi vermiş.
7 Bu dönemde Alevi –Bektaşi önderlerine yapılanlarla ilgili bakınız: John Kıngsley BİRGE “BEKTAŞİLİK TARİHİ”. ANY Yayınları. Sayfa88- 89.
8 Mafilik, (Mahfil) sözcüğünden bozma sürgünde, göz hapsinde bulundurma anlamında kullanılıyor.
9 Ebemle Acırlıoğlu dede Şiri mahlasını kullanan Aşığında Hamdullah çelebi olduğunu söylerlerdi. Onlar şu dizeleri: “Hamdülüllah şimdi Şiri dediler / Geldim gittim zatım hiç bilmediler / kimseler bu sırrı anlamadılar / canlıya cansıza kardaşıdım ben” buna kanıt sayarlardı. Bu konuda A. Celalettin Ulusoy anılan eserinde Şiiri’nin Bektaş Çelebi olduğunu söylüyor, Nejat Birdoğan’sa -Alevilik adlı eserinde- Cemalettin Celebi olabileceğini söylüyor.
10 Yazının içinde aşık Velinin bu şiirlerinden birkaç örnek var.
11 Bu öykülerden birini burada analım:
Aşık Veli sazı omuzun da Amasya’ya giderken bir köyde çocuklar Aşık veliyi taşa tutmuşlar, aşık Veli buna seyirci olup çocuklara hiçbir şey demiyen köy ahalisine “ayıp değil mi şu çocuklarınıza bir şey deyinsene” diye çıkışınca orada bulunanlardan da aşığa taş atmaya başlayanlar olmuş, aşıkta bunun üzerine “Allah bunu görüyor inşallah oda sizi taşlar” demiş. Aşık Veli bunu demiş dememiş dağdan köyün üzerine taşlar yuvarlanmaya başlamış, adeta köyün üzerine yağmur yağar gibi taş yağıyormuş. Bu defa köylüler Aşık Velinin ayaklarına kapanıp “ aman baba biz ettik sen eyleme, şu taşları durdur” diye yalvarmaya başlamışlar. Aşık Veli köylülere “ eğer bana on iki tana koyun vermeyi vaat ederseniz taşların durması için Pirime yalvarırım” demiş. Köylüler kabul etmişler. … Aşık Veli on iki koyunu alıp Amasya’ya gelmiş; Amasya’da pirin kapısına doğru gelirken bakmış ki evdekiler kendini seyrediyor, o neşeyle “ yav ne seyrediyorsunuz, gelinde bari şu koyunları içeri tıkalım, yoruldum iflahım kesildi” diye sertçe kızmaya başlamış bunun üzerine içeridekilerden biri “ne kızıyorsun bire aşık, sen yoruldun da biz boş mu durduk, taş ata ata bizimde kollarımızda derman kalmadı, bizimde iflahımız gevredi ” demiş.
Burada şunu da belirmeliyim: Hamdüllah Çelebi, Amasya ya sürgün edildiğinde onu görmeye gitmek zormuş çeşitli yasaklar varmış. Bu yüzden en azından ilk dönemler bir Sail (Dilenci) kılığında Amasya ya gidip onu hiç mi değil uzaktan da olsa görmeye, Hamdüllah’tan haber getirmeye, haber almaya çalışırlarmış Aşık Velinin şiirlerinden bu anlaşılıyor.
12 Sâil: suâl eden, soran. Dilenci
13 Alevi- Kızılbaş Ozanların şiirlerine bu kültürde “Deyiş” denir; ancak şimdilerde şiirde deniyor yazıda iki sözcüğü aynı anlamlarda kullandım.
14 Bir örnek: Atilla Ökırımlı. “ALEVÎLİK – BEKTAŞİLİK VE EDEBİYATI” Kitabının VİRANİ bölümünde bu şiir var. Bakınız say: 201. Şiir M.Halid BAYRİ’nin “Aşık Virani Divanı” kitabından aynen alınmış.
15 Bu olguyu Sabahattin EYÜBOĞLU, Ruhi Su’nun “Pir Sultan Abdal” kasetine yazdığı sunuş yazısında şöyle dile getiriyor: “Halk beğendiği bir şaire onun söylemeyeceği, söyleyemeyeceği sözleri kolay kolay söyletmez, söyletemez, orası doğru: ama benimsediği şair susturulmuş, sesini duyuramaz olmuşsa onun ağzından, onun gönlünce ve söyleyiş biçimiyle sözler yarattığı da su götürmez bir gerçektir.” Yaşar KEMAL “Kitab-ı Dede Korkut Üstüne Birkaç Söz” başlıklı yazısında konuyla ilgili şöyle diyor: “Gene folklor çalışmalarımdan biliyorum ki, Çukurova’ya inen her türkü kimin olursa olmuş hemen Karacaoğlanın olmuş. Ben Çukurovada, Toroslarda, Karacaoğlanındır diye çok Pir Sultan Abdal şiiri topladım”. (Kitap-lık. 72. sayı)
16 Bu işi onlar daha çok tekkelerinde yaparlarmış ama tekke dışındaki başka muhabbetlerinde de (sohbetlerinde de) bu konulardaki düşüncelerini geliştirmişler.
17 Aşık Veysel bunu, “Can kafesten uçar bir gün” diye söylüyor.
18 “…Alevi inancına ve bir kısım mutasavvıflara göre insanda ölümlü olan bedendir. Ruh ölümsüzdür. O varlığı ve yazgısının sonucu olarak bir süre konuk kaldığı bedenden ayrılacak ve gitmesi gereken yeni ortamlara giderek, varlığını oralarda sürdürecektir”. Nejat Birdoğan “Anadolu’nun Gizli Kültürü ALEVİLİK” sayfa: 318
19 “Mevlânâ’nın Ölüm anına “Şem-i Âruz” demesin bundandır
20 A. Celalettin ULUSOY “Hünkar Hacı Bektaşi Veli ve Alevi –Bektaşi Yolu sayfa: 240- 242. Tasavvuf bölümü.
21 A. Celalettin ULUSOY “Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi – Bektaşi Yolu” bakınız sayfa 240 – 242 – Tasavvuf bölümü.

22 Bu evren anlayışı ile modern “Büyük –Patlama ( Big Bang) teorisinin benzerlikleri üzerine muhabbet etmeyi değer. M.S. 1050 yılında ölen, Şirazlı Baba Kûhi : “ Gözümü açtım, beni kuşatan yüzünün nuru ile / Gözün gördüğü her şeyde yalnız Allah’ı gördüm” (İslâm Sûfîleri. R. A. Nicholson sayfa:51 aktaran “Kaygusuz Abdal” – İ. Z. Eyuboğlu. Sayfa:185 ); Harabi “Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır / Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hak’tır / Her nereye baksan Hakk’ı mutlaktır / Ahvâl-i Vahdeti beyan eyledik”; Hilmi Dedebaba: “Tuttum âyine yüzüme / Ali görünür gözüme / Nazar eyledim özüme /Ali görünür gözüme / HİLMİ bir gedâ-yı kemter / Görür gözüm, dilim söyler / Her nereye kılsam nazar / Ali görünür gözüme”; Gaybi: “Sana âlem görünen hakikatte Allah’tır” diyor; Şeyh Bedrettin : “Yeri, göğü, havayı, suyu, ateşi (öğeleri) yönetmekle görevlendirilmiş melekler, bu varlıkların kendilerinde bulunan kuvvetlerden başka bir şey değildir, Hakk’ın iradesini onlar yürütürler”. Say:89

23 Devriye:İnsan ruhunun kaynağı olan Hakk’tan ayrılıp gene ona dönünceye değin geçirdiği olaylara “devir” ve bunu açıklayan görüşe “Devriye Kuramı” denir. Nejat Birdoğan. Anadolu’nun Gizli Kültürü ALEVİLİK. Sayfa: 317. (Ayrıca bakınız Ozanlar bölümünün 30. dipnotu- Sayfa: 425)
24 A. Celalettin Ulusoy “Alevi- Bektaşi Yolu” Sayfa 256
25 Yazının sonunda Kudret Kandilinde balkıyıp duran şiirinin, her iki biçimi de, -Kasette söylediği biçimi ile Navruz’un yazdırdığı biçimi- var.
26 Bunu, geçmişte kalan bir olaya karşı tutum alış olarak göremeyiz, bu dün olduğu gibi hem günümüzde hem de gelecekte olabilecek bu tür olaylara karşıda bir tutum alıştır. Ali’ye Küffarın meskenini yıktırırsanız, PKK gerillalarının Köy Koruyucularının Meskenlerini başlarına yıkıp kundaktaki çocukları bile katletmesine yada İslamcı gurupların sivil insanların kitlesel olarak yaşadığı yerlere; okullara, ibadet hanelere, metrolara, ikiz kulelere saldırarak sergilediği vahşete ses çıkaramazsınız, karşı gelemezsiniz. Düşmanla savaşmanın da bir mantığı, bir ahlakı vardır. İnsanlığa yeni bir umut vermeye çalışan CHE yada onun açtığı çığırdan yürüyen taraftarları; Ülkelerini kurtarmaya çalışan Vietnamlı devrimciler asla böyle şeyler yapmadılar, böylesi sivil hedeflere saldırmayı akıllarından bile geçirmemişlerdir. Nasıl bir evin temizliğinin göstergesi tuvaletleri ise bir düşüncenin yüceliği, insana yakışıp yakışmadığı da, düşmanına karşı tavrında görülebilir yada ölçülebilir. Bu açıdan bakınca şunlar göz önüne alınmalı:Yunus Emre’nin “biz kimseye kin gütmeyiz düşmanımız kindir bizim”; “Sen seni ne sanırsan ayruğu da onu san”; “çalış ki yapasın kemliğe iyilik bir iyiliğe iyilik insanlık mıdır” dediği gibi Viktor Serge “Bir Devrimcinin Anıları”nda konuyla ilgili şöyle diyor: “İnsanın savunulması. İnsana saygı. Herkesin hakkı tanınmalı, herkesin bir değeri olduğu bilinmeli, herkesin kendini emniyette hissedebilmesi sağlanmalı. Yoksa sosyalizm olmaz. Yoksa, her şey yanlıştır, hiçbir şeyin çekiciliği kalmaz. Evet aynen şöyle diyorum: herkes, ama herkes, insanların yüz karası bile olsa, bir “sınıf düşmanı” bile olsa, burjuva çocuğu veya torunu bile olsa. Bir insan evladının bir insan evladı olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır”. Bu açıdan Lenin’in Fanny Kaplan’ a, Hz. Ali’nin de Mülcemoğlu’na (İbni Mülcem’e) karşı tavırları incelenebilir; Mustafa Kemal’in Yunan Ordusu İzmir’den gittikten sonra Vilayet binasına ilk gelişinde önüne serilen Yuna Bayrağını çiğnemeyi reddedişi ile Çanakkale’de şehit olan Aznak askerlerine karşı söylediği sözlerde bu bağlamda incelene bilinir, o tarihi koşullarda bunları yapmak zordur. Sonuç olarak diye biliriz ki: aman dikkat; Türkülerin bozulması kötü sonuçlara yol açar.
27 Burada içimden geçen bir sıkıntımı belirtmek istiyorum; gönlüm istiyor ki andığım her şiirin tümünü burada yazayım. Çünkü bir şiirin bir dizesi başka bir şiiri anlamamızı sağlıyor. Ama konu dağılıp, okuyan sıkılacak diye yazamıyorum. Sanatçılarımız da benzer kaygılardan okudukları şiirlerin tümünü söyleyemiyorlar. Buda bilincimizi köreltiyor. Çok beğendiğim, olumlu bir öneriyi burada anmak istiyorum: Ruhi SU Pir Sultan Abdal CD sinde- kasetinde güzel bir geleneğimizden söz edip güzel bir yol gösteriyor: “Bir açıklama : Halk arsında; bir ilahi, bir nefes yada bir ozanın bir türküsü söylenirken, eksik söylenmemesine dikkat edilir. Eksik söylemek, bir ayeti eksik okumak kadar saygısızlık, bilgisizlik sayılır. Söyleyenin hüneri ve bilgisi bunlarla ölçülür. Bu, okumanın, yazmanın bilinmediği zamanlardan gelen bir kuraldır sanırım. Zamanla ve halkın katkısıyla sözler, ezgiler değişse bile kişiliklerin sürüp gelebilmesi; geleneğin bu yasaları sayesinde olmuştur. Bu böyle olmakla beraber bugün; bir konserde ya da bir büyük plakta şehirli dinleyicinin ilgisini uzun süre diri tutmak, sanatçının bir sorunudur. Bu nedenle, çeşitli türküler söylemek ve bunu belli bir süreye sığdırmak için, türkünün sözlerinde ister istemez bazan kısaltmalar yapmak gereğini duyarım. Bir nefesin ya da bir türkünün bütün dörtlüklerini söylesem, bir büyük plağa ancak dört, beş tanesini sığdırabilirim. Plakta bir metnin bütününü kapağa almakla, bu eksikliği tamamlama olanağını bulabiliyorum.Ruhi Su”
Alevi deyişlerini söyleyen sanatçıların tümü, kendilerini böyle bir sorumluluk içinde hissedip, böyle yapsalar hem işlerini çok da ha iyi yapmış olurlar, hem de bu kültürün gelecek kuşaklara taşınıp, deyişlerin birbirlerini tamamlayarak, birbirlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmasının yolunu açarlar.
28 Aşık Veysel’in bir şiirinde “İriza mı senin adın / Nettin baltayı baltayı” dediğini göz önüne alırsak bu şiirde de “Rıza” yerine “İRİZA” dendiğini düşüne biliriz.
29 Ama Cismimizi yudurup temizlettik anlamında deyişler çoktur Yavuz Top’un Deyişler-1 kasetinde söylediği şu deyiş bir örnek: “Ya ilahi aşk oduna yandığım mıdır suçum / İsm-i şerifini her dem andığım mıdır suçum
Yana yana döne döne döndüğüm / Pirim haktır mürşidime yunduğum mudur suçum”. Başka bir örnek Pir Sultan’dan : “Muhabbet eyleyip yokla Pirini / Yusun senin namus ile arını / Var bir gerçek ile kıl pazarını / Kıldığın pazardan ziyan gelmesin”.
30 Bunu Aşık Sefıl Sadık dizelerinde şöyle dile getirmiş: “İkilik perdesi kalktı gözümden / Şükür Hakk’ı birlemişim özümden / Evvel iki sandığıma ağlarım”
31 Şeyh Bedrettin Varidat, sayfa 74. Vecihi Timuroğlu çevirisi. Makalat aynı olgu şöyle anlatmış: “İnsanın gönlündeki bu ulu kentte iki sultan vardır. Biri Rahmani, öbürü ise Şeytani’dir. Rahmani sultanın akıl’dır. Şeytani sultanın adı ise nefestir.” Aşık Veysel “Gezerken aklımın evine vardım” şiirinde gönlündeki bu zıt kutupların mücadelesini, o fırtınayı anlatır.
32 Bakınız A. Celâlettin ULUSOY “Alevi-Bektaşi Yolu” sayfa: 196-197
33 “Alide Muhammet Muhammet’te Ali / ikisi de bir elmanın yarısı / Eğer dört ırmağın gözün sorarsan / Ser Çeşmeden gelir suyun durusu”
34 “TEHVİT” diye bilinen şiirlerde de bu konu işlenir.
35 Günümüzde, Alevi ozanların deyişleri çok söyleniyor ama bunu söyleyenlerin bu deyilerin ağırlığını düşünmeden, sorumsuzca davranıyorlar: Örneğin, Efkan Şeşen, Pir Sultan’ın “Çok nimetin yedik helâllaşalım / Geçti dost kervanı eyleme beni” dizelerini söylerken “Çok mihnetin yedik helâllaalım” diyor. Pir Sultan’ın deyişini söyleyeceği zaman Pir Sultan’ın bir kitabına yada herhangi bir sözlüğe baksa, yada bir Pir Sultan Derneğinin Şubelerinden birine uğrayıp “nasıl olmuş” diye dinletse, bu basit hatayı yapmayacak; ama sanatçılar buncağız bir zahmete bile katlanmıyor.
36 Dikkat edilirse düşmana pusular kurmanın, tuzaklar kurmanın, elvan çeşit kalleşliğin kol gezdiği orta doğu kültüründen farklı bir yaklaşım var burada. Düello mantığı gibi, mertçe bir tutum var; böyle oluşturulan bu kültürün sonucu türkülerimiz deyişlerimizde mertliği öğütlüyor; Bu kültürün içine de yetişen ünlü sanatçımız Neşet ERTAŞ söylediği bir türküde “Gafil varmak biz düşmanın üstüne / Hazır ol vaktine diyenlerdeniz” diyor ,burada her şeyiyle farklı iki kültür yok mu. Kör oğlunun tutumunu da bu bağlamda düşünmek gerekir.
37 İkrar verip ikrarında durmak, ikrarından dönmemek Bektaşilikte önemli bir gelenektir; bu şiirlerinde çokça işlenmiştir
38 Annem bu öyküyü çok anlatır. Benim Sünni kökenli arkadaşlarım eve geldiğinde onlara da anlatır(mış). Bu sene eve gelen bir arkadaşımın yanında koyu Sünni biri de varmış, annem bu öyküyü anlatınca adam birden kızıp “ yahu bu ne kepazelik, hiç Allah Hüseyin’e böyle der mi, hiç Hüseyin Allah’tan büyük olur mu”deyip evi terk etmiş.
39 “Beşi birlikte”, deyimi Muasahip olacak kişiler rehberin öncülüğünde meydana gelip dendin karşısına dizilince de “beşi birlikte” diye söylenir.
40 Şeriat iktidarının ezdiği, şeriatçı mantığın küçük görüldüğü ezilenlerin Alevilerce nasıl yüceltildiğine, güzel bir örnek; yetmiş iki milleti bir görmenin sonucu olan bu anlayış Hacıbektaş’ın Vilayet namesinde de var.
41 Bu öykü Pir Sultan’a “Şah demeden türkü söyle seni asmayacağız” diye şart koşulup onunda “sizde şah diyeni öldürürlerse bizde bu yayladan Şaha gidelim – açılın kapılar Şaha gidelim” dizesiyle başlayan deyişler söylemesi, öyküsüyle aynı tema. Bu gelenekte takiyenin zerresi yok, takiyenin tam tersi bir tutum var. Sorbon Üniversitesinde Öğretim elemanı olduğu söylenen El Tiycani “Ehlibeyit yolu” diye bir kitap yazmış. Şii yolunu (işleğini) anlatan bu kitapta Takkiye ile Muta nikahına “Dinimizin temelidir” diyor (bakınız sayfa 152- 155 ile164 sayfalar). Buna göre “eline diline beline sadık olan Anadolu Alevisinin” bunlardan hiç birine sadakati kalmıyor; ne ikrara bağlılığı kalıyor, ne diline bağlılık nede beline bağlılığı kalıyor. Bu öyküyü anlattığım Yahudi arkadaşım O. Dilber: “bizim cemaatın önderi Sabatay Sevi tam bunun zıttını yapar, İslamiyet’i kabul ederek önce canını kurtarır” demişti.
42 Bektaşi’ye “baba erenler siz uçuyor muşunuz” diye sormuşlarda baba erenler “yok demiş biz uçmayız da dervişler anlatırken bizleri uçururlar”.
43 Bu yaklaşımı-söylemi borçlu olduğum ROGER GARAUDY “ Kıyısız bir gerçeklik üzerine” adlı kitabında Picasso’yu anlatırken şöyle diyor: “Oysa, burada beni ilgilendiren, Pikasso’nun başına ne geldiği değil, onun bu başına gelenlerden ne meydana getirdiğidir.” R. Garaudy, “Kıyısız bir gerçeklik üzerine”, Sayfa: 23. Aydın yayınları İzmir.
44 Muhabbet etmenin Alevi kültüründe önemli bir yeri vardır; olgunluğa erişmek için bir üstattan el alıp bir mürşide bağlanarak onunla muhabbet etmek gerekir, bu şarttır. Hatayi bunu bir şiirinde şöyle anlatır: Gönül ne durursun sende varsana / Mürşid-i kamile varmadan olmaz /… / Bu dünya durdukça eğer dursan da / On dünya dolusu kitap görsen de / Her harfine bin bir mana versen de / Mürşid-i kamile varmadan olmaz.
45 Hz. Alinin konuşmalarından yada –J. Birgenin- Bektaşilik Tarihinden konuya bakıla bilinir
46 Burada Celalettin ULUSOY’un hazırladığı bir gül deste olan “Yedi ulular” kitabini saygıya la analım

Hiç yorum yok: